10 Eki 2010 08:27 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:42

YENİ EKRAN FENOMENİ BEHZAT Ç'DEN AYŞE ARMAN'A MÜTHİŞ İTİRAFLAR!

"Başka dizilere benzemeyen bir dizi ‘Behzat Ç.' İlk bölümünde çarpılmadım, beni yavaş yavaş içine aldı."

Karizmatik olmak için herhangi bir çaba sarfetmiyorum


Türkiye artık dizi manyağı oldu. Herkesin dizileri var. Bizim Dubai’de yaşamamız da durumu değiştirmiyor. Benim dizilerim, ‘Ezel’, ‘Fatmagül’ün Suçu Ne’, ‘Türk Malı’, ‘Öyle Bir Geçer Zaman ki’ ve ve ve...

Yeni başladığı için hayatımı zorlaştıran, dizi sıramı şaşırtan ve gittikçe yükselen ‘Behzat Ç.’
Başka dizilere benzemeyen bir dizi ‘Behzat Ç.’ İlk bölümünde çarpılmadım, beni yavaş yavaş içine aldı. Çünkü Behzat Ç. bir anti-kahraman. Sıcak, kolay, insanı hemen yakalayan bir tip değil. Fakat tanıdık biri ve tanıdığım bir dönem benim için. 70’li 80’li yıllar. Yani geçmişiz. Babam gibi, bildiğim bütün sağlam ama tuhaf adamlar gibi Behzat Ç. Sorunları olan ama iç dünyaları zengin adamlar. Konuşmazlar, içe kapanıktırlar, problemleri vicdanlarıyla çözerler, kanunlarla değil.
Kolay bir rol değil.
Ve çok sıkı bir oyunculuk sergiliyor Erdal Beşikçioğlu.
Dokusu, kurgusu farklı bir dizi, diğerlerinden hemen ayrılıyor.

“Bir Ankara polisiyesi”
lafına da hep gülüyorum.
Evet ama doğru, bir Ankara dizisi, bir Ankara oyunculuğu.
Karısı Elvin Beşikçioğlu da dizide eski karısını canlandırıyor.
Ondan söz ederken, “Bazılarının yanında zaman hızlı geçer, bazılarının yanında hiç geçmez” dedi. 21 yılı birlikte nasıl geçirdiklerini hiç anlamadığını söyledi. Hoşuma gitti.
Deli bir yoğunluğu var. Haftanın üç günü Ankara’da, kapalı gişe oynayan bir oyunu var: ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’. ‘Kurtlar Vadisi’nde kötü bir adamı oynuyor. Çekimler Adana’da. Ve bu arada da ‘Behzat Ç’nin çekimleri devam ediyor. Hayatı, o uçak benim, bu uçak senin geçiyor. Ama şikayeti yok. Çünkü mesleğini çok seviyor...

Baba Laz, anne Arnavut... Bu nasıl bir karışım?
- Fena! İki tarafın da en kötü özelliklerini almışım. Göbek adım İnat...

Nasıl bir çocukluk?
- Babam Vakıflar Bankası’nda müdürdü, oradan oraya göçtük. İlkokula Ankara’da başladım, sonra Kayseri, İzmir, Ankara, Diyarbakır, sonra tekrar Ankara. Benim hiçbir zaman mahallem olamadı. Mahalle yaşantısındaki durumlara, insan ilişkilerine hep özenmişimdir.

Aidiyet hissi peki?

- Var ama yok. Yine de Ankara. Ruhuma en yakın yer. Liseyi Ankara’da okudum. Sonra konservatuvar yılları başladı.

Oyunculuk? Bilinçli bir karar mı?

- Hiç değil. Bir üniversite bitirmem gerekiyordu. Daha doğrusu, girebileceğim bir üniversite bulmam gerekiyordu! Liseyi altı yılda, zar zor bitirdim. Hiçbir üniversite de kendime yer bulamayınca, “Ulan, bir de konservatuvarı deneyelim” dedim.

Serseri bir adam mıydınız?

- Yok. Birilerinin bir şeyler anlatıp anlatıp, “Şimdi de sınav yapıyorum” demesi bana saçma geliyordu. Okulda öğretilenlerle ilgilenmiyordum, ben basket oynamayı, yüzmeyi seviyordum.

Kızların, dibinin düştüğü sporcu bir adam mı?
- Yok, o da değil, içine kapanıktım.

Bir oyuncunun içe kapanık ve kendi dünyasında olması şart mıdır?
- Bence şarttır. Başka türlü nasıl sağlamasını yapacak ki?

Haccettepe’ye girmek kolay olmasa gerek. Şaşırmadınız mı konservatuvar sınavını kazanınca...
- Çok şaşırdım hem de. Gencecik bir çocuktum, oyunculuk ne demek, sahne ne demek bilmiyordum.

Kazanamasaydınız başka bir mesleğe yönelir miydiniz?
- Fotoğrafa ilgim vardı, oyuncu olmasaydım, fotoğraf makinemi alıp diyar diyar dolaşabilirdim. Ama bir masanın arkasında oturamayacağım kesin.

Oyunculukta, ‘mektepli- alaylı’ ayrımına inanıyor musunuz?
- Tiyatro için evet. Oynarken de görülüyor zaten. Konservatuvar eğitimi almış olanları, sahnede hemen ayırt edebiliyorsunuz. Baleden eskrime, akrobasiden, pandomime kadar dört yıl ciddi bir beden eğitiminden geçiyorsunuz. E tabii duruşunuz değişiyor. Fakat sinema ve televizyonda, mektepli-alaylı ayrımı yok bence, sadece iyi ya da kötü oyuncu var.

Sizi o dönemde konservatuvarda yetiştirenler...
- Cüneyt Gökçer, Çetin Tekindor, şu an Devlet Tiyatroları Genel Müdür olan Nevin Bilgin, rahmetli Asuman Koralp, Leyla Barutçu... Hepsinin üzerimizde çok ciddi etkileri ve öğretileri oldu. Ama tabii mezun olunca, o öğretilerin hepsine karşı çıktık!

Neden?
- E bu işler böyledir, yeni bir biçim yaratmanız gerekiyor. Onu yaratabilmeniz için de, bir karşı çıkış gerekiyor.

“Şuna karşı çıktım ve şöyle yaptım” diyeceğiniz somut bir örnek var mı?
- Ankara’da şu anda haftanın üç günü oynadığım, ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ bile buna bir örnek.

Genco Erkal’ınkinden çok mu farklı?
- Farklı. Klasik bir sahneleme biçimi yok, klasik bir Gogol da değil. Sahnede vinç var, ben o vincin küçük sepetinin üzerinde oynuyorum. Üçüncü sezon hâlâ kapalı gişe.

O zaman tiyatronun filan öldüğü doğru değil...
- Değil tabii, bu ülkedeki her şeyi olduğu gibi tiyatroyu da basitleştirmeye çalışıyorlar. İki tane dekorla, çıt çıt çıt olacak iş değil. Üç tane özel tiyatro olsun, çok güçlü prodüksiyonlar yapsın, bakın bakalım, salonlar boş mu kalıyor, yoksa kapalı gişe mi oynuyor? İstanbul’da bir sürü çadır tiyatrosu var, hepsi komedi oynuyor. Tiyatro komediden ibaret değil ki? Sen ne anlatıyorsun bize? O kitleyi toplamışsın, bir fikir, bir düşünce aktarman gerekmez mi? Tiyatrocularda da suç var yani. Herkes, her şeyin kolayına kaçıyor.

İnsan sadece yeteneğiyle bir kadını tavlayabilir

İnsan sadece yeteneğiyle, bir kadını tavlayabilir mi?
- Bence evet.

Normal hayatta gayet sıradan gördüğü birinin, sahnede devleştiğini görünce, bir kadın vurulabilir mi?

- Bence vurulabilir.

Bu nasıl bir güçtür? Böyle bir yeteneğinizin olduğunu bilmek...
- Eğer böyle bir gücüm varsa da ben haberdar değilim. Ben sadece bana söylenen işi yapıyorum. Kendimi göremiyorum. Sonradan izlemek de hoşuma gitmiyor zaten.

‘Yüzleşme’ programında yaptığınız sunuculuğu hayranlarınız çok sevmemiş...

- Ya evet. Ama benim için iyi bir tecrübeydi, Şafak’la (Bakkalbaşıoğlu) çok eğlendik. Ama kabul ediyorum, kötü bir işti. Duygusu kötüydü.

Pişmanlık?
- Yok canım. Geçmişi değerlendirdiğimde, bir yere koyarım o kadar, niye pişman olayım.

Askerken tiyatrocuyum diye Hakkari Yüksekova’da ‘Aç aç’ sorumlusu yaptılar

Siz neden parlamak için bu kadar beklediniz! İnanılmaz iyi işlere imza attınız. Sizin gibi iyi bir oyuncunun 25’inden itibaren bu ülkede çok daha fazla öne çıkması gerekmez miydi?

- Hiçbir şey öyle birden bire, küt diye olmuyor. Olan da kalıcı olamıyor. Oyuncu dediğinin bir olgunlaşma süreci var. Ben 21-22 yaşında Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’na girdim. Dört sene orası, üzerine de iki sene askerlik...

Al sana gitti altı yıl! Diyarbakır, bir tür zaman kaybı mıydı?
- Olur mu? Şarap, mahzende ne kadar uzun süre kalırsa lezzeti o kadar artmaz mı? Ben orada kendimi geliştirme fırsatı buldum, üç dört tane Shakespeare oynadık, ummadığınız kadar ciddi bir seyirci vardı, sürekli kapalı gişe oynuyorduk.

İsteyerek mi gittiniz?
- Tabii, tabii. İlk tercihimdi. Dört yıl orada sonra da askerliğimi yaptım, Hakkari Yüksekova’da. Herkes gibi başvurumu yaptım, baktılar, “Sen tiyatrocu musun?” dediler, “Evet” dedim, “Güneydoğu’daki arkadaşların morale ihtiyacı var” dediler, beni oraya gönderdiler. Askerde mesleğimle ilgili yaptığım tek organizasyon ‘aç aç’ düzenlemekti.

O nedir?
- Hani bilirsiniz, bir hanımefendi gelir, müzik eşliğinde dans eder, üzerindekileri tek tek çıkartır ya, odur. Tiyatrocuyum diye bana bu görevi uygun gördüler.

Amerikan filmlerinde striptiz yapıyorlar askerlere ama Hakkari Yüksekova’da hayal edemiyorum...

- Zaten hayal edemeyeceğiniz o kadar çok şey oluyor ki orada! O yüzden çok zordu diyelim...

Aç aç yapanlar kimdi?
- Yemin ederim Uğur Dündar edasıyla sordunuz! Oradaki insanlar yaklaşık bir yıl kadın görmüyor. Devamlı cephedeler. O yüzden bu tip gösterilerle morallerini yükseltmeniz gerekiyor.

Nereden geliyordu o kadınlar?
- Bir yerden geliyor işte...

İlk defa duyuyorum da böyle bir şeyi, merak ettim. Siz bu striptizi bir koreografiyle mi yapıyordunuz? Müzikal gibi mi?

- Hayır canım ne alakası var! Bütün insanlar oraya otururlar ve kadın üzerindekileri çıkarmaya başlar. Bu kadar basit. Ne seyirlik tarafı var ne zarafeti...

Ne kadar açılıp saçılıyorlar?
- O değişiyor. Erlere farklı, subaylara farklı.

İstanbullu arkadaşların bir şeye konsantre olabilmeleri çok zor
Provalarını Ankara’da yapsınlar!

Sizin oyunculuğunuzda hep bir Ankaralı vurgusu var. ‘Ankaralı oyuncu’ ne demek?

- Nasıl anlatayım? İstanbul’daki tiyatrocu arkadaşlara şöyle diyorum: “İnsanın İstanbul’da herhangi bir şeye konsantre olabilmesi mümkün değil! Dikkatinizi bozacak çok fazla dış etken var. Gelin provalarınızı Ankara’da yapın, oyununuzu çıkartın, bir süreliğine de burada oynayın, sonra gidin İstanbul’a ne haliniz varsa görün!” İşte bu!

Ankara’nın sihri nerede?

- Memur kenti olduğu için disiplinlidir. Trafik polisinden, çöpçüsüne kadar herkes hangi saatte, nerede olacağını bilir. Bu düzen içinde çalışmak disiplin gerektiren bir iştir ve konsantrasyonu yoğunlaştırır.

Ben de Ankara sıkıcı diyebilirim. Hep derler ya, “Ankara’nın en iyi yani İstanbul’a dönmesidir...”

- Boş oturursanız tabii sıkıcıdır! Ama benim Boğaz’a bakıp dalga geçecek zamanım yok, çalışmam lazım.

Ankaralı sevgiliyle İstanbullu sevgili arasındaki fark...

- Hiç İstanbullu bir sevgilim olmadı ki. Ben karım Elvin’le beraber büyüdüm. 19-20’ydik tanıştığımızda...

Çok romantik tabii insanın ilk sevgilisiyle evlenmesi. Ama o kadar gençken, insan gerçek eşini bulup bulamadığını anlayamayabilir. Siz sanşlıymışsınız...

- Üniversitede zaman zaman, “Bu iş bitti!” dedik, ayrıldık sonra tekrar birlikte olduk. İşte o ayrılıklarda, ben ‘bilgi ve görgü’mü arttırdım. Ama sonra bir gün geldi şöyle düşündüm: Hayatımı böyle mi devam ettireceğim? Ruhu yalnız olarak? Evet, birtakım kadınlarla birlikte oluyorum, eğleniyorum da ama nihayetinde değişen bir şey yok, hep aynı, hep aynı... Ondan sonra, geriye dönüp, ‘farklı olan neydi, beni en çok tamamlayan kimdi’ diye baktığında Elvin’i gördüm. Hayatının geri kalanını da onunla geçirmek istedim, Allah’tan o da kabul etti...

Ne güzel anlattınız! Elvin neden farklı?
- Çözemediğim için belki...

Hanginiz iyi oyuncusunuz?
- O. Sahnede görmeniz lazım. Sinir bozacak kadar iyidir.

İnsan kıskanır mı?
- Kıskanmaz mı? O yetenektir zaten, ona aşık olmamın en büyük nedenlerinden biri. Karşımda inanılmaz bir iç dünyası olan bir oyuncu, bir kadın var...

En çok ne için kavga edersiniz?
- Elvin’le mi? 10 yaşındaki kızımız Derin’in eğitimi üzerine. Ben eğitime onun kadar takmıyorum.

BEN ZOR OLANI SEVİYORUM

Herkesin hatırladığı filmlerde oynadınız. ‘Vali’, ‘Barda’, ‘Bal’... ‘Bal’ ortalığı kasıp kavuruyor. ‘Barda’nın tecavüz sahnesi hâlâ ülkenin tartışma gündeminde? ‘Vali’de yarattığınız tip hâlâ konuşuluyor. Kendinizle gurur duyuyor musunuz?

- Yaptığım işlerden keyif alıyorum. Ama tek tek oyuncu olarak incelediğim zaman, canımın sıkıldığı oluyor.

‘Köprü’de de ‘Vali’de de Recep Yazıcıoğlu’nu oynadınız. Fiziken de benziyordunuz zaten. Oyunculuğunuz da başarılıydı. Peki siz ruhen ne kadar Recep Yazıcıoğlu’na benziyordunuz?
- Çoook.

Ve şimdi de ‘Behzat Ç.’ Bir Ankara Polisiyesi. Senaryoyu okuduğunuzda ne dediniz?
- Çok etkilendim. Çok sevdim. Ama “Çok zor! Nasıl altından kalkacağız” dedim. Çünkü ‘Behzat Ç.’nin en önemli özelliklerinden biri 216 içmesi, ağzından hiçbir zaman sigara düşmüyor, sürekli içki de içiyor. Ama biz bunu gösteriyoruz. O zaman da karakteri doğru yansıtmak zorlaşıyor...

‘Behzat Ç.’yi, ‘Hayata karşı suçlar uzmanı’ olarak tanımlıyorsunuz. Ne demek bu?
- Üçüncü sayfa haberlerindeki cinayetler var ya... İşte ‘Behzat Ç.’ onları çözen polis. Cinayetin işlendiği noktadan geriye gidiyor ve tek tek hepsini aydınlatıyor.

Kadınlara güvenmiyor. Siz de onun gibi mi düşünüyorsunuz?
- Yüzde 50-50 diyelim.

Başka hangi konuda ona benziyorsunuz?
- Mesleğine çok bağlı, ben de öyleyim. ‘Behzat Ç.’yi sevdirmek gibi bir derdimiz de yok bu arada. Bir anti-kahraman o. Zaman zaman “Vay anasına!” diye izleyeceğiz. Zaman zaman hataları olacak. Ama öyle ya da böyle sonuca ulaşan, cinayetleri çözen adam o. Vicdan onun için önemli, bazen kanunları bile hiç sayıyor. Bu yiğidin, yoğurt yiyişi biçimi biraz daha farklı...

Bu kadar karmaşık bir karakter yerine, daha sempatik, daha jön bir karakter canlandırmayı tercih etmez miydiniz?
- Yok ya. Zaten herkes kolayı tercih ediyor. Ben zor olanı seviyorum.

Semih Kaplanoğlu’nun, “Emir Kusturica varsa, ben yokum” protestosuna ne diyorsunuz?
Kaplanoğlu’nun kendi yaklaşımıdır. Hassas bir yaklaşım. Ama ben de destekliyorum. Hayatta herkesin muhalefet eden bir yanının olması gerekiyor. Evet, Kusturica önemli bir yönetmen, evet bir usta, evet örnek alınacak bir insan ama hata yapmıştır. Ustaların da attıkları adımlara dikkat etmeleri gerekir.

Nihayetinde her oyuncu biraz çapkındır, olmalıdır da

Siz çok ödüllü bir oyuncusunuz. Bir dolu ödül aldınız. Ödüller neyin göstergesi? Ödül almayanlar kötü oyuncu mu?
- Yok öyle bir şey. Ödül mekanizması dediğiniz nedir ki! Üç-beş insanın bir araya gelip, üç-beş kulis yaptıktan sonra, seyredilen oyunlara verdikleri şeyler. Erzurum’daki çocuğun oyununu acaba o ödül mekanizmasının içindekiler gidip seyretmiş mi? Böyle saçma bir şey olabilir mi? Afife Jale Tiyatro Ödülleri veriliyor. Ödül jürisinin içerisindeysen eğer, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde çıkan bütün oyunları seyretmekle mükellefsin. Yok öyle üç-beş oyunu seyredip ödül vermek! O zaman sizin ödül değerlendirmenizi ağzımızı bükerek karşılarız. ‘Ödül alanlar iyi, almayanlar kötü oyuncu’ gibi saçmalık da olmaz.

Sizi Birol Ünel’e benzeten takipçileriniz var. “Yenisi ve genci” diyorlar.
- Birol bir fenomendir. Hiç kimse öyle olamaz. Beni de kimseye benzetmesinler.

Niye fenomen?
- Kural tanımaz bir oyuncu o.

Siz öyle değil misiniz?
- Benim, “Ben bir fenomemin” diye ortaya çıkmam saçma olmaz mı?

Hakkınızda en çok kullanılan sıfat ‘karizmatik’. Kadınlar, “Adamın her yerinde karizma akıyor” diyorlar. Bu iyi bir özellik mi, kötü mü? Memnun musunuz, değil misiniz?
- Bilemedim. Ben zaten evliyim...

Karizmatik olmakla evli olmanın ne alakası var? İnsan hem evli hem karizmatik olabilir... Olamaz mı?
- Doğrudur. Ama ben herhangi bir şey için çaba sarf etmiyorum.

Sizi bir de, “En güzel burunlu erkek oyuncu” seçmişler. Güzel burunlu olmak avantaj mıdır sinemada?
- Ne bileyim canım. Annemin karnımdan öyle çıkmışım. Ama evet, bu burun meselesine çok takıyorlar. Beğeniyorlar.

Sizin umurunuzda mı?
- Değil tabii.

Kadınların ilgisi sizi rahatsız ediyor mu? Evlisiniz ya...!
- Yok canım, kadınlara karşı bir tavrımız yok. Meslek icabı etrafımızda birçok kadın var. Ne yapacağız? Sohbet etmeyecek miyiz? Edeceğiz tabii...

Ama çapkınlık yapmıyorsunuz?
- Evet. İstanbul’daki arkadaşlar kadar çapkınlık yapmıyoruz. Ama nihayetinde her oyuncu, sahnede birisiyle buluştuğu zaman biraz çapkındır. Çapkın da olmalıdır...

Bizim seyircimiz tembel!

Niye diziler bu kadar çok tutuyor?
- Çünkü bizim seyircimiz biraz tembel. Çayını demleyecek, televizyon karşısına geçecek, ayaklarını uzatacak ve yemişini yiyecek. Tiyatroya ancak birisi zorlayacak da öyle gidecek. Ama Ankaralılar için söylemiyorum. Ankaralılar biraz daha farklı tabii...

Nedir canım bu Ankara methiyesi sürekli! Biz İstanbul’da siz Ankaralıları ti’ye alıyoruz, haberiniz yok galiba...
- Bilmez miyim? Bir gün İstanbullu bir arkadaşla sohbet ediyoruz, dedi ki, “Ya n’apıyorsun Ankara’da? Bak burada Boğaz var, oturup bekliyoruz...” Ben de dedim ki, “Güzel yapıyorsunuz da, Ankara’da Anıtkabir var, birinin de onu beklemesi lazım...”

Tiyatro eleştirmeni büyüklerimiz bir zahmet popolarını kaldırıp Anadolu’daki genç yetenekleri keşfetsinler

En has oyuncular Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan mı çıkar?
- Hiç öyle bir iddiam yok. Bölgelerde bayağı yetenekli tiyatrocu gençler var. Erzurum’da, Van’da, Trabzon’da, Diyarbakır’da, Konya’da, Sivas’ta. Bu çocukların hiçbirini Türkiye şu anda bilmiyor. Çünkü tiyatroyla ilgilenen, eleştiriler yazan büyüklerimiz, hiçbir zaman o tarafa gidip gençlerden kimler var, bakmıyor... Yazıktır! Popolarını kaldırıp bir zahmet gitsinler...

Ayşe Arman / Hürriyet