19 Mar 2012 14:14
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:27
YAZISININ ARASINA "REKLAM" ALAN ÜNLÜ KÖŞE YAZARI KİM ?
Yeni Şafak yazarı Salih Tuna, bugün bir meslektaşını gizli reklam yapmakla suçladı. O isim kim?
Yazısının arasına ’reklam’ alan ünlü köşe yazarı
Can Dündar’ın Madımak katliamı hakkındaki skandal yorumu yerden yere vuruldu, ağzını açmadı.
Hayır, yüzsüzlükten değil, polemikten hazzetmiyor.
Çok zorda kalırsa "mail"le veya kıytırık bir "not"la vaziyeti idare etmeye çalışıyor; hepsi bu.
Vaktiyle (2007) bir gazeteci ağabeyinin eşi son derece öfkeli bir sesle "Terörü kınama eylemlerine bakıyorum, bir tane türbanlı yok içlerinde..." dediğini matah bir şeymiş gibi aktarmıştı.
Ben de, "başörtülü anaların" şehit oğulları üzerinden "başörtülülere" laf sokuşturmanın nasıl bir münasebetsizlik olduğunu sormuştum.
"Kırdıklarım varsa, şahsınızda özür dilerim..." ifadesinin de yer aldığı bir mail göndermişti. (Buud Hayrı Bey olsaydı, "Evladım kalabalıklarda işlenen kabahatlerin özrü tenhalarda dilenmez" derdi.)
Polemik sevmemesinin nedeni, "Küçük insanlar kişilerle, büyük insanlar fikirlerle ilgilenir" sözünü düstur edinmesinden kaynaklanmış olabilir.
Bilemiyorum.
Benim bildiğim, Ahmet Altan da bir gün bu "küçük insanlar"dan olmuş, "Can, şimdi açıklamak zorundasın" (2008) başlıklı yazısında hazretle "ilgilenmişti."
Gerçekten de "ilgilenilecek" bir duruma düşmüştü.
Çünkü...
Aktütün baskınıyla ilgili görüntülerin "yabancı devlet servislerinden" geldiği iddiasını "başbakanın çok yakınındaki" birine dayandırmıştı.
Gelgelim dönemim basın sözcüsü Akif Beki, Başbakan’ın uzağında yakınında böyle birinin olmadığını açıklamıştı.
Yani Can Dündar’ın "üretim yaptığını" ihsas etmişti.
Bunun üzerine "Ahmet Altan (kaynağını açıklamak konusunda) yüklendikçe yüklenmiş, "Yazdığın bir ’haber’ değil ki saklama hakkın olsun. Bu bir iftira..." demişti.
Can Dündar ne mi yaptı?
Yazısının sonuna eklediği bir "not"la, "Meslek etiği gereği izin almadığım için kaynağın ismini vermiyorum..." dedi iyi mi?
Gördüğünüz gibi polemikten hoşlanmıyor ama böyle üretimlerden (’yalan’ dememek için üretim diyorum, ne de olsa tertiptir; aynı dönem aynı yerde askerlik yaptık) çok hoşlanıyor.
Hele "Danıştay Cinayeti"nde müthiş "üretkendi."
"İran’da mı eğitildi" (18 Mayıs 2006, Milliyet) başlıklı yazısında saldırgan Alparslan Arslan’ın İran’ın Kum kentinde eğitildiğini dercetmişti.
Kaynağı da "Yıllarca üst düzey görev yapmış bir emekli komutandan" ibaretti. (Ne kadar tanıdık bir yöntem değil mi?)
Çok heyecanlanmıştı.
Mesela, "Başbakan, sorumluların en başındadır..." diyordu.
İki gün sonra keleme aldığı yazıda (20 Mayıs 2006, Milliyet) da, "Bence Danıştay saldırısı hükümet için sonun başlangıcı oldu. Ve kadere bakın ki, ’Minareler süngümüz / Müminler askerimiz’ şiirinden mahkûm olan Başbakan, kendine ’Allah’ın askeri’ diyen birinin eylemiyle vuruldu." (’Rövanşist duygu’ işte budur Ertuğrul Beyciğim, başka yerde arama.)
Kimin nasıl ne şekilde vurulduğu "Danıştay Cinayeti" ile Ergenekon bağlantısı ortaya çıktığında anlaşılmıştı.
Ne ki, "mail" yahut "not" yöntemiyle de olsa bizim "tertip" açıklama yapmamış, töhmet atında bıraktığı insanlardan özür dilememişti.
Son günlerde yine sahne almaya başladı.
Birkaç gün evvelki yazısında Madımak katliamını "dindar nesillere" bağlamıştı. (Bu durumda Başbağlar katliamı da tinercilere kalmış oluyor; hey Allah’ım ya!)
Dünkü yazısında da araya Ergenekon reklamı almaya başladı.
Nasıl mı?
Şöyle:
Nedim Şener’in kısık sesinden yola çıktı. Açlık yüzünden intihar eden bir annenin yürek parçalayan dramından inşaatta yanan sigortasız işçilere, ordan da Mehmet Uzun’un "Dicle’nin Yakarışı" kitabında yelken açtı. Araya da ne alakası varsa, "Tarihimizin en büyük yargılaması denilen davada birer ikişer çürütülen delillerle insanlar içerde çürütülüyor" ifadesini yerleştirdi.
Mahut ifade adeta gizli bir reklam gibiydi.
Çaresizlik içinde intihar eden anneyle veya yanarak ölen gariban işçilerle "içeride kanıtsız çürüyen esirlerin" ne alakası var Can?
Hem kimmiş bu "esirler?"
Hangi düşman esir almış, hangi ülkeye esir düşmüşler?
Salih TUNA / YENİ ŞAFAK
Can Dündar’ın Madımak katliamı hakkındaki skandal yorumu yerden yere vuruldu, ağzını açmadı.
Hayır, yüzsüzlükten değil, polemikten hazzetmiyor.
Çok zorda kalırsa "mail"le veya kıytırık bir "not"la vaziyeti idare etmeye çalışıyor; hepsi bu.
Vaktiyle (2007) bir gazeteci ağabeyinin eşi son derece öfkeli bir sesle "Terörü kınama eylemlerine bakıyorum, bir tane türbanlı yok içlerinde..." dediğini matah bir şeymiş gibi aktarmıştı.
Ben de, "başörtülü anaların" şehit oğulları üzerinden "başörtülülere" laf sokuşturmanın nasıl bir münasebetsizlik olduğunu sormuştum.
"Kırdıklarım varsa, şahsınızda özür dilerim..." ifadesinin de yer aldığı bir mail göndermişti. (Buud Hayrı Bey olsaydı, "Evladım kalabalıklarda işlenen kabahatlerin özrü tenhalarda dilenmez" derdi.)
Polemik sevmemesinin nedeni, "Küçük insanlar kişilerle, büyük insanlar fikirlerle ilgilenir" sözünü düstur edinmesinden kaynaklanmış olabilir.
Bilemiyorum.
Benim bildiğim, Ahmet Altan da bir gün bu "küçük insanlar"dan olmuş, "Can, şimdi açıklamak zorundasın" (2008) başlıklı yazısında hazretle "ilgilenmişti."
Gerçekten de "ilgilenilecek" bir duruma düşmüştü.
Çünkü...
Aktütün baskınıyla ilgili görüntülerin "yabancı devlet servislerinden" geldiği iddiasını "başbakanın çok yakınındaki" birine dayandırmıştı.
Gelgelim dönemim basın sözcüsü Akif Beki, Başbakan’ın uzağında yakınında böyle birinin olmadığını açıklamıştı.
Yani Can Dündar’ın "üretim yaptığını" ihsas etmişti.
Bunun üzerine "Ahmet Altan (kaynağını açıklamak konusunda) yüklendikçe yüklenmiş, "Yazdığın bir ’haber’ değil ki saklama hakkın olsun. Bu bir iftira..." demişti.
Can Dündar ne mi yaptı?
Yazısının sonuna eklediği bir "not"la, "Meslek etiği gereği izin almadığım için kaynağın ismini vermiyorum..." dedi iyi mi?
Gördüğünüz gibi polemikten hoşlanmıyor ama böyle üretimlerden (’yalan’ dememek için üretim diyorum, ne de olsa tertiptir; aynı dönem aynı yerde askerlik yaptık) çok hoşlanıyor.
Hele "Danıştay Cinayeti"nde müthiş "üretkendi."
"İran’da mı eğitildi" (18 Mayıs 2006, Milliyet) başlıklı yazısında saldırgan Alparslan Arslan’ın İran’ın Kum kentinde eğitildiğini dercetmişti.
Kaynağı da "Yıllarca üst düzey görev yapmış bir emekli komutandan" ibaretti. (Ne kadar tanıdık bir yöntem değil mi?)
Çok heyecanlanmıştı.
Mesela, "Başbakan, sorumluların en başındadır..." diyordu.
İki gün sonra keleme aldığı yazıda (20 Mayıs 2006, Milliyet) da, "Bence Danıştay saldırısı hükümet için sonun başlangıcı oldu. Ve kadere bakın ki, ’Minareler süngümüz / Müminler askerimiz’ şiirinden mahkûm olan Başbakan, kendine ’Allah’ın askeri’ diyen birinin eylemiyle vuruldu." (’Rövanşist duygu’ işte budur Ertuğrul Beyciğim, başka yerde arama.)
Kimin nasıl ne şekilde vurulduğu "Danıştay Cinayeti" ile Ergenekon bağlantısı ortaya çıktığında anlaşılmıştı.
Ne ki, "mail" yahut "not" yöntemiyle de olsa bizim "tertip" açıklama yapmamış, töhmet atında bıraktığı insanlardan özür dilememişti.
Son günlerde yine sahne almaya başladı.
Birkaç gün evvelki yazısında Madımak katliamını "dindar nesillere" bağlamıştı. (Bu durumda Başbağlar katliamı da tinercilere kalmış oluyor; hey Allah’ım ya!)
Dünkü yazısında da araya Ergenekon reklamı almaya başladı.
Nasıl mı?
Şöyle:
Nedim Şener’in kısık sesinden yola çıktı. Açlık yüzünden intihar eden bir annenin yürek parçalayan dramından inşaatta yanan sigortasız işçilere, ordan da Mehmet Uzun’un "Dicle’nin Yakarışı" kitabında yelken açtı. Araya da ne alakası varsa, "Tarihimizin en büyük yargılaması denilen davada birer ikişer çürütülen delillerle insanlar içerde çürütülüyor" ifadesini yerleştirdi.
Mahut ifade adeta gizli bir reklam gibiydi.
Çaresizlik içinde intihar eden anneyle veya yanarak ölen gariban işçilerle "içeride kanıtsız çürüyen esirlerin" ne alakası var Can?
Hem kimmiş bu "esirler?"
Hangi düşman esir almış, hangi ülkeye esir düşmüşler?
Salih TUNA / YENİ ŞAFAK