Yavuz Turgul eleştirilere sert çıktı: Şener Şen'in zekâsına hakaret ediliyor!
Yedi yıl aradan sonra "Yol Ayrımı" filmiyle sevenleriyle buluşan Yavuz Turgul, filmin başrolünde oynayan Şener Şen ile ilgili eleştirileri değerlendirdi.
Usta yönetmen, "Şen'in bonservisi Turgul'da" eleştirilerine, "Ben bu düşünceyi, Şener’in zekâsına hakaret olarak görüyorum. Şener Şen’i biraz tanısalar anlarlar ki, Şener beni değil mezardan gelse babasını bile dinlemez. Aklı yatmadığı hiçbir işe girmez" diyerek tepki gösterdi.
"Belli bir yerde durup, sadece belli bir karakterin bakış açısı ile hikâyeyi yansıtmak bana göre değil" diyen Turgul, "Benim belli bir yerde durup oradan mesajlar vermem doğru değil. Farklı durumları aynı postada buluşturdum" dedi.
Hürriyet'ten Uğur Vardan'ın sorularını yanıtlayan Yavuz Turgul'un açıklamaları şöyle:
- Yavuz Turgul, yedi yıllık bir aradan sonra çektiği ‘Yol Ayrımı’yla huzurlarımızda. Film, geçirdiği kaza sonucu iyi bir insana dönüşen hırslı bir işadamını anlatıyor. Usta yönetmenle ‘Yol Ayrımı’nın yanı sıra sinema serüveni, Şener Şen’in sadece kendi filmlerinde oynamasına yönelik eleştiriler ve ‘toplumsal ayrışma’ üzerine konuştuk...
Muhsin Bey’in anafikri, Tarlabaşı’nda yürüyen iki kişiden ortaya çıkmıştı, keza ‘Eşkıya’ yine Beyoğlu’nda, Tarlabaşı’ndaki çatılardan ilham alınarak çekilmişti. ‘Yol Ayrımı’nın ilham kaynağı nedir ya da var mıdır?
- Var, evet. Şener Şen’le ‘Kavanoz’ lakaplı Altan isimli ortak bir arkadaşımız var. Filmde, Rutkay Aziz’in canlandırdığı karakter yani. Altan yaşamayı seven ve bunu en güzel haliyle gerçekleştiren bir arkadaşımız. Kendisinin yaşadığı serüvenleri, çapkınlık maceralarını hep dinlerdik. Hani Martin Scorsese’nin ‘After Hours’u vardır ya, ana karakter bir gecede bir sürü şey yaşar, ben de ‘Kavanoz’un anlattığı bu maceraları, bir gecede toparlayayım, filmleştireyim türünden bir düşünce içine girdim. Ama daha sonra bu düşünce yavaş yavaş evrildi ve şu anki ‘Yol Ayrımı’ filmimiz ortaya çıktı.
Yani Şener Şen’in canlandırdığı Mazhar karakterini belli birinden esinlenerek ortaya çıkarmadınız?
- Hayır. Sadece iki arkadaşın bir gece boyunca yaşadıklarını anlatmak istedim ve bu düşünce şu an bu hale geldi.
Siz nasıl kabul edersiniz bilemem ama benim için ‘Yavuz Turgul sineması’, bir ‘dekadans’ın sinemasıdır. Sistemle barışık olmayan ya da toplumsal çürümeye karşı kendince mücadele içinde olan insanlar vardır bu sinemada. Fakat ‘Yol Ayrımı’nda ilk defa sistem içinden birini ele alıyorsunuz ve daha sonra kendi sularınıza çekiyorsunuz. Bu duruma ilişkin neler söylersiniz?
- Karakterin değişimi, drama adına en güçlü öğelerden biridir. Yani karakterin yaşadığı olaylar sonucu başlangıçta olduğu kişilikten farklı bir kişiliğe evrilmesi ve oradaki dünyayı keşfetmesi önemlidir. Bu değişim olumludan olumsuza veya olumsuzdan olumluya doğru olabilir; fark etmez. Ben senaryoyu kaleme alırken belirli bir sistem dahilinde çalışmıyorum. Yani dramatik kurallara bağımlı değilim. Zaten zaman zaman aklıma eseni yaptığım için, bu kadar uzun sürede toparlıyorum filmlerimi. Yanlış yollara saparak, doğruları zaman içinde bularak yavaş yavaş hikâyeyi biçimlendiriyorum. Öte yandan yapmadığı bir şeyi yapma, yeni denemelere girme isteği oluyor insanda. ‘Muhsin Bey’den beri ‘Yitirilen değerlerin yönetmeni’ olarak adlandırıldım, açıkçası bu benim başıma belaydı. Ben de bunu değiştirmek istiyordum.
Fakat bu kötü bir şey değil ki, ilk aklıma geldiği için söylüyorum, Sam Peckinpah da böyleydi mesela. Bu tür tanımlamaların çok da kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum.
- Ben Peckinpah’tan daha çok Stanley Kubrick gibi olmayı tercih ederim. Çünkü Kubrick tür anlamında farklı denemelere soyundu. Tabii Kubrick’lik orada duruyor fakat burada da Turgul’luk var, bundan kopamam. Aynı zamanda benden çokça, yitirilen değerleri ele almamı istiyorlar. Ben de yapmayacağım diyorum.
‘Yol Ayrımı’na baktığımızda uzun süredir ‘Ana akım sinema’ içinde burjuvaziye getirilen bu türden bir eleştiri yoktu. Ferzan Özpetek’in ‘İstanbul Kırmızısı’nda belli refleksler vardı ama başka bir formattaydı. Böyle bir temaya yönelmenizin nedeni nedir?
- Mesele sadece o değil aslına bakarsanız. Benim kime yakın olduğum filmlerimde bellidir. Fakat burada zenginliğe bir eleştiri değil de ana karakter Mazhar’ın geçirdiği kaza sonrasında gördüğü halüsinasyonları ve değişimlerini ele almak istedim. Ki bu değişimler tıbbi anlamda da kanıtlanmış durumlar. Olay anında yaşananlara ve travma sonrası değişikliklere ilişkin konunun uzmanlarından, tıpçılardan bir hayli bilgi aldım. Temel olarak karanlık bir dünyadan gelen bir adamın, yaşadığı kaza sonrasında merhametle, paylaşmakla, hissetmekle tanışmasını anlatmak istedim.
"Uzun bir Tolstoy sahnesi vardı"
Kim nasıl saptamada bulunur bilemem ama ben filminizde bir ‘Sosyalizm okuması’ da gördüm. Peki siz ne düşünüyorsunuz?
- Oyunculardan biri filmin karakterlerine ilişkin, “Hangi tarafa baksak o tarafı haklı görüyoruz” demişti. Herkesin kendine göre haklılık nedenleri var. Benim de hoşuma giden bu. Öyle bir bakış açısıyla bakıyorum ki, herkes farklı çıkarımlarda bulunabiliyor. Sen böyle okuyorsun, mesela bir arkadaşım arada filmi izledikten sonra, “Abi gerçekten biz ne hayatlar yaşıyoruz. Takılmışız bir şeylerin peşine, neler kaçırıyoruz” dedi. Bu tabii benim hoşuma gidiyor. Herkes durduğu yerden bakıyor belki filme.
Asıl yer işçi sınıfının, yani Emine’nin (Nihal Yalçın’ın canlandırdığı karakter) yeri belki de.
- Sen öylesin çünkü, orada duruyorsun.
Yönetmen de orada durmuş sanki.
- Benim belli bir yerde durup oradan mesajlar vermem doğru değil. Yönetmenin tüm algısını açarak farklı durumları aynı potada buluşturması gerekiyor. Belli bir yerde durup, sadece belli bir karakterin bakış açısı ile hikâyeyi yansıtmak bana göre değil. Mesela Emine’nin hayatına Mazhar’ın bakışıyla birlikte vicdan harekete geçiyor. Altan’ın Mazhar’a “Sen Tolstoy musun?” deyişi. Orada çok büyük bir sahne vardı, attım. Mazhar’ın “Tolstoy nerden çıktı?”sıyla başlayıp Altan’ın meseleyi uzun uzun anlattığı sahne:
“Tolstoy yaşlanınca bütün varlığını, kitapların telif haklarını yoksul köylülere dağıtmak ister. Ama karısı buna izin vermez, aralarında müthiş bir mücadele başlar. Sonunda Tolstoy pes eder, karısını terk ederek Astapovo kasabasında bir istasyon şefinin evinde zatürreeden ölür.” Bunu anlatıyordu Altan, Şener de sahnenin finalinde ona şaşkınlıkla bakıyordu. Uzun diye çıkardım.
"Sadece Capra değil Kubrick de var, Clint de"
Ama bence kalben yine de orada duruyorsunuz.
- Dediğim gibi sen öyle bir yorum yapabilirsin ama ben bunu söyleyemem, filmden çıkacak farklı sonuçlar bence önemli. Bana kalırsa senin yorumun filmin sadece tek bir parçası. Film içinde daha başka konular barındırıyor.
‘Yol Ayrımı’nı izledikten sonra sinema yazarı arkadaşım Murat Özer, Frank Capra’vari bir havadan bahsetmişti. Ben de sizinle önceki söyleşimizi hatırlatarak “Aslında Capra, Ertem Eğilmez’dir daha çok” dedim. Keza ‘Yurttaş Kane’ tadı bulanlar da oldu. Bu türden yaklaşımlar için neler söylersiniz?
- Bizim filmlerimiz başka filmlerin içinde yatar. Biz durmadan film seyrederiz. Ve bilinçaltımız sürekli olarak bunlardan beslenir, mesela benim bu filmim başka birisinin yapacağı filmi içinde taşıyor. Capra, ‘Citizen Kane’, bütün bunlar, görmüş olduğun o kütüphane, bizi harekete geçiren bir bellek orası; farkına var, varma, taklit et, göndermede bulun. Orada ne müthiş şeyler var, beni kim bilir neler dürtüledi? Capra ya da ‘Citizen Kane’ üzerinden konuşmuyorum ama siz eleştirmenlerde de refleks haline gelen, belli yerlere takılıp koca filmi bir yerden okuma zaman zaman problem yaratıyor. Çünkü filmin sınırlarını daraltıyor böyle bir yaklaşım. Ama ayrıca bu filmimde söylediğiniz her şey var, sadece onlar değil, Kubrick de var, Clint Eastwood da var...
Ya ‘Bisiklet Hırsızları’ sahnesi?
- Orada Altan nefis bir Cevat Çapan şiiri okuyor. O sahnedeki çocuk da bisikletle olan ilişkisi üzerinden bakarsak Mazhar’ın çocukluğu. Ama kamera ona döndüğünde Mazhar’ın uyuyakaldığını görüyoruz, iki kadeh şarapta sarhoş oluyor. Çünkü hiçbir şeyi tam olarak yaşamamış ki. Tıpkı ‘Being There’deki Peter Sellers’ın canlandırdığı bahçıvan gibi. Sözün özü kahramanlarımız bize bir sürü yerin kahramanlarından geliyor. Filmdeki anneye bakalım mesela, Shakespeare’den de gelmiş olabilir, bir Yunan tragedyasından da. Çünkü duygular evrensel, çünkü sanat evrensel. Önemli olan tüm bunlardan yepyeni bir ürün ortaya koymak.
Peki acımasız zenginlerin insanlığı keşfetmeleri için mutlaka bir kaza mı geçirmeleri gerekiyor?
- Elbette ki hayır. Bu bir sistem sorunu. Zaten buna Mazhar’ın yardımcısı Besim cevap veriyor. Orada müthiş bir kapitalizm söylevi var.
Var da, “İşçiler iktidarı ele geçirse de kullanmayı bilmez, yeniden kaos ve düzensizlik olur” diyor. Oysa hayatın pratikleri onu yanıltıyor.
- Tabii ki. Şişli’de mesela tekstil işçilerinin böyle uygulamaları vardı, ortak üretim yapıyorlardı bir atölyede. Başka işletmeler de var bildiğim kadarıyla çalışanlarını ortak eden.
Her şeyden önce Ovacıklı ‘Komünist başkan’ Fatih Mehmet Maçoğlu örneği var.
- Elbette. Kaza sorusuna dönersek, önemli olan adaletli bir sistemin kurulması. Çünkü bu, insanların keyfine bırakılacak bir şey değil. Sistem adaletli bir paylaşım sağlamalı, meseleler kişilerin inisiyatifiyle çözülmez.
Emine de zaten bunu söylüyor.
- Evet, o Sanayi Devrimi’nde İngiltere’deki ‘Makine kırıcılar’ın filmdeki uzantısı. Ned Ludd, bu işin önderi. O dönem bir grup isyan ediyor, makineleri kırıyorlar ve nihayetinde Ludd dahil hepsi asılıyor.
"Aslında en az ağlatan filmim"
Girişteki ‘Yitip giden karakterlerin sinemacısı’ tanımlamasından yola çıkarak şunu sormak istiyorum: Peki Yavuz Turgul, değişen sinema ortamında ve hayat şartlarında kendini nasıl konumlandırıyor? O karakterler ne kadar Yavuz Turgul ya da değil.
- Bazılarının hayatta işleri rast gider. Benim hayatta karşıma büyük engeller çıkıp onlara aşmam için çabalarım, tırnaklarımla kazıyarak bir yere gelme durumum olmadı. Su kendiliğinden aktı, ben de kendimi o suyun içine bıraktım, o su beni 71 yaşına kadar taşıdı. Mesela Ses Dergisi’ne girmem öyle oldu. O esnada çalışmak için birilerini arıyorlardı. Gidip görüştüğüm zaman da, “Tamam, hemen başla” dediler. Sonra Ertem Eğilmez’le gazetecilik yaptığım sırada tanıştık. 1975 yılında Ses Dergisi’nde yazı işleri müdürlüğü yaparken, Ertem Eğilmez çağırdı ve gittim. Çünkü hikâye yazmaktan çok hoşlanıyordum. Çocukluk dönemimden her şey şekillendi sanıyorum. Çok hayalci bir çocuktum, çok hikâye uydururdum. Okuduğum hikâyelere bağlanırdım. Film izlemekten çılgınca zevk alırdım. Tüm bunlar benim içimde birikmiş fakat bunları gerçekleştirmek adına bir girişimim olmadı. 1980’li yıllarda Türk sinemasının içinde bulunduğu olumsuz durum itibarıyla başka ne yapabilirim diye düşündüm. Aklıma ilk olarak reklamcılık geldi 1986 yılına kadar da bu alanda çalıştım. Bütün hayatıma egemen olan düşünce, utanç verici bir şey yapmamaktır. Benden istenilen bir şeyi en iyi şekilde yapma düşüncesi taşıyorum: Kaytarmamak, kaçmamak, savsaklamamak… Bu düşünce Ses Dergisi’nde çalıştığım esnada da vardı, Arzu Film’de de, Manajans’ta da. Çok derin, büyük amaçlar barındırmaktansa elindeki işi en iyi yapmaya çalışan bir insan oldum.
Peki bu kadar uzun aralıklarla film çekmenizi neye bağlayabiliriz?
- Reklam işi çok ağır bir iş. Hem reklamcılık hem de sinema yapma zor oluyor. Bir yandan ince eleyip sık dokuma düşüncem de var. Keşke daha fazla film yapabilseydim diyorum elbet. Filmler de suyun beni götürdüğü yerlerde çıktı, sanki bana “Yap bakalım bir tane” dendi, yaptım. 10 senede ‘Eşkıya’ senaryosu yazılır mı yahu, dile kolay 10 sene...
Filminizde Şener Şen’in yanında Rutkay Aziz’in, Çiğdem Selışık Onat’ın, Nihal Yalçın’ın, Şerif Erol’un son derece etkileyici sahneleri var. Oyuncularla çalışmanız nasıl oldu?
- İki aya yakın masa başı çalışması yaptık öncelikle. Bu masa başı çalışması yapılmamış gibi tekrar tekrar çekimler yaptık. Gösterilen performanstan memnunum, daha doğrusu ilk defa bu kadar memnunum.
Besim rolündeki Şerif Erol gazetecilik döneminden benim eski mesai arkadaşım, Erkekçe’de ikimiz de aynı zamanlarda (1989-1990) mesleğe adım atmıştık. Çok iyi hatırlıyorum, ‘Gölge Oyunu’nu birlikte galada seyretmiştik. Film bitip ışıklar yandığında Şerif’in gözlerindeki pırıltıdan filmi çok beğendiğini hissetmiştim. İşte o ifadenin sahibi, yıllar sonra bir Yavuz Turgul filminde rol almış. Şerif’in performansı hakkında neler söylersiniz?
- Daha önce de belirttim, Besim’in Mazhar’a sistem hakkında söyledikleri hem bir kapitalizm söylevi hem de bastırılmış duygularının açığa çıkması. Çok iyi oynadı, ayrıca hayatta gördüğün en nazik insanlardan biri.
Mahcup’u nerden buldunuz?
- Getirdiler.
O anlamda sormadım, Mahcup da çok iyi yönetilmiş, bazen gözleriyle rol çalıyor gibiydi.
- O eğitilmiş bir köpek. Çok yetenekliydi, bakıcısı ya da sahipleri de çok iyiydi. Galiba bir günlüğüne Çağan’ın (Irmak) projesinde de çalışmış. Bizim film çıksın, öyle oynatın dedim!
Film çok duygusaldı, hatta ağlayanlar çoğunlukta. Sizin düşünceniz nedir?
- Evet, seyirciler bayağı bir ağlamış, halbuki benim en az ağlatan filmimdir. Ağlatmayı amaçladığımı söyleyemem düşünmedim. Hüzünlü sahneler var, neşeli sahneler olduğu kadar, sert sahneler var. Zaten hayat da böyle değil midir?
Mazhar’ın yaşadığı travmanın sonuçları nedir sizce?
- Mazhar yaşadığı kaza sonucu geçirdiği travmayla daha farklı biri oluyor bahsettiğim gibi. Bir anda yağmurun yağmasını seviyor, bir şiiri seviyor. Babasının, ailesini ona yüklediği zengin olma ve bu zenginliği koruma fikri, Mazhar’ı robotlaştırmış adeta. Fakat bir kaza ile her şey tuz buz oluyor ve işte o andan itibaren sevmeye, şefkat göstermeye başlıyor.
"Gülten Akın şairim Toptaş yazarım"
Hasan Ali Toptaş, Gülten Akın, Cevat Çapan, Leyla Navaro gibi edebiyat insanlarının eserlerini filminize dahil etmişsiniz. Burada seyirciye tavsiye etme gibi bir düşünceniz mi vardı?
- Gülten Akın şairimdir. Hasan Ali yazarımdır, çok severim. Cevat Abi ile ayrılmaz bir bağımız var. Filmde yer alan şiiri de hikâyeye tam oturan bir şiir oldu. Leyla Navaro’nun kitabı da Jorge Luis Borges’ye atfedilen ‘Anlar’ şiirini barındırdığı için filmimizde yer aldı.
Futbola olan sevginizi bildiğim için oradan gireyim meseleye. Şener Şen sizin için çok önemli bir yere sahip. Adeta Alex ya da Hagi gibi ilk olarak tahtaya onun ismini yazıyor ve takımı onun etrafında kuruyorsunuz. Bu hep belli bir yaş dilimindeki karakterleri ya da kahramanları anlatma zorunluluğu getirmiyor mu?
- Dikkat edersen ‘Muhsin Bey’ ve ‘Eşkıya’dan sonra ‘Gönül Yarası’ ve ‘Av Mevsimi’ filmlerinde karakterlerimin ağırlıkları bölünmüştür. ‘Gönül Yarası’nda üç başat karakter vardır. ‘Av Mevsimi’nde de öyle, hatta orada dört başat karakter sayılabilir. Yani ana karakterin tek kişi olmasından birkaç kişi olmasına doğru bir değişim oldu. Fakat bu filmde yine tek ana karaktere dönüldü. Bu filmde diğer karakterler de önemli paylar aldılar fakat genel olarak baktığımızda bu bir Şener Şen filmidir. Su öyle akıyor ve o yöne doğru gidiyor senaryo. Yani bazılarının düşündüğü gibi aramızda gizli bir anlaşma yok.
Daha genç bir karakteri ele almayı düşünür müsünüz?
- Düşünüyorum tabii fakat olmuyor.
Niye?
- Bilmiyorum, olmuyor işte. Siz sanıyorsunuz ki şöyle oluyor: Yazar, sabah oturup kağıdı önüne çekip iki isim yazıp hikâyeyi onun üzerine kurguluyor. Öyle bir şey yok elbette. Bahsettiğim Altan adlı arkadaşımız, anlattığı maceraları anlatmasaydı bu film çıkmazdı ki. Altan’ın anlattığı hikâyelerden çıkıp benim başka yönlere götürdüğüm bir senaryo bu.
Filmle ilgili çoğu sosyal medyada dillendirilen eleştirileri gördünüz mü?
- Hayır, bakmadım.
Genel olarak söylenen bir tanesini aktarayım; ‘dizi mantığında’ ya da ‘havasında’ olduğu iddia ediliyor.
- Valla dizi mantığını anlamadım. Ben dizi de yaptım, uzun metraj da yaptım. Dizi mantığında yaptığında 1.5 saatten en az 30 bölüm oluşacak şekilde bir düzen kurman lazım. Bu film ise 150 dakika içinde başlayıp bir yere doğru giden, dönüşen ve biten bir hikâye. Bu düşünceye sahip olan arkadaşların bu eleştiriyi tekrar gözden geçirmesini isterim.
Bu aralar neleri seyrettiniz, neleri beğendiniz?
- Son dönemden ‘Manchester by the Sea’ filmi beni çok etkiledi. Taylor Sheridan’ın ‘Wind River’ı ve Denis Villeneuve’un ‘Arrival’ı da çok başarılıydı. Ama sana daha önce de söylemiştim, ‘Blade Runner 2049’u çok beğenmedim. Türk filmlerinden sayacağım bir şey var mı, yok, çünkü fazla izlemiyorum, bu tabii benim eksikliğim. Mesela Antalya’ya alternatif olarak düzenlenen ‘Ulusal Yarışma’daki filmleri izlemem gerekiyordu ama bizim filmin son rötuşlarıyla uğraşıyordum, çok istememe rağmen Beyoğlu Sineması’na gidip o filmleri izleyemedim. Bu arada Kaurismäki’nin son filmini de çok beğendim.
Bu hafta Kaurismäki’nin filmi de vizyonda.
- Öyle mi? Kaurismäki’ye bayılıyorum, aslında onun komedi anlayışını izlediğimizde bizim de komediyle hesaplaşmamız, yeni yollar bulmamız gerektiğini düşünüyorum. Bizde Cem Yılmaz aldı bayrağı, hâlâ da götürüyor. Yılmaz Erdoğan mesela komediden çıkıp başka alanlara doğru yöneldi. ‘Ekşi Elmalar’ı çok beğendim. Yılmaz, fikirsel olarak olgunluk dönemine girmiş, sinema üzerine çokça düşünen biri belli ki. Komediye gelirsek burada yeni bir kapı açmamız lazım. Ben artık ‘Züğürt Ağa’, ‘Şabanoğlu Şaban’, ‘Davaro’ gibi filmler yapmam. Çünkü bunlar bitti. Mesela ‘Citizen Kane’ kendi zamanına göre çok değerli bir film fakat bizim tekrar ‘Citizen Kane’i yapmamamız lazım. Bizim ileriye doğru, yeni kapılar açan filmler yapmamız gerekiyor. Ve bugün komedi olarak görülen filmlerin kurumsallaşması için yepyeni bir espri anlayışının geliştirilmesi gerekli. Tuzaklara düşmeden üzerinde düşünülmesi gerekiyor.
Deneyimli bir sinemacı olarak genç yönetmenlere, yaratıcılara ne türden önerileriniz olur?
- Entelektüel anlamda bütün disiplinlere yakın olmak gerekir. Kitap okumak, film izlemek lazım vesaire… Fakat bu hiçbir zaman yaratıcılığı etkilemez. Yaratıcılığı itelemez, ortaya çıkaramaz. Yaratıcı olmak başka şeydir, bilgili olmak başka. Bundan dolayı antenlerin sürekli açık olması gerekir. Gözlem çok önemli. Ve de tabii ki ayırt etmeden her türlü filmi, diziyi izlemen gerekir. Başta söylediğim gibi, bizim yaptığımız filmler aslında başka filmlerde duruyor.
Yeşilçam’a, sonrasına, şimdiki sinemanın durumuna şahit oldunuz. Eli kalem de tutan bir sinemacı olarak bütün bu yaşadıklarınızı anı kitabına dönüştürme, gelecek kuşaklara aktarma gibi bir fikriniz var mı?
- Hiç düşünmedim. Bu ancak nehir söyleşi şeklinde ortaya çıkacak bir şeydir. Çünkü o anı kitabında bildiğim bir takım şeyleri söyleyemeyeceğim. Gidenlere saygısızlık, arkalarından konuşmamak adına… Ben zaten sadece tek bir yerdeydim Yeşilçam’da, orası da ‘Arzu Film’di. Orada da tek bir yönetmen tanıdım; Ertem Eğilmez. Yani Türk sineması adına ahkâm kesecek bir ortamda değildim ben. Bunlar da bir kitabı sürükleyici kılacak şeyler değil. Mesela Atıf Yılmaz benim aksime çeşitli kişilerle çalıştı, farklı ortamlarda bulundu. Ki zaten o da anılarını kitaba dönüştürmüştür. Bir de aktardıklarım sadece benim gördüklerim ya da kendimce yorumladıklarım olacak…
"Şener’in zekâsına hakaret ediliyor"
Geçen hafta bizde çıkan, Çınar’ın (Oskay) yaptığı söyleşide Şener Abi konuya ilişkin fikrini belirtti gerçi ama tarihe kayıt düşsün diye size de sormak istiyorum. Şener Şen’in bonservisi sizdeymiş gibi bir düşünce var ve bu meselede sürekli olarak eleştiriliyorsunuz. Bu eleştirilere karşı neler söylemek istersiniz?
- Ben bu düşünceyi, Şener’in zekâsına hakaret olarak görüyorum. Şener’in seçimlerine, beğenilerine, düşüncelerine hakaret olarak görüyorum. Belli bir yaşa gelmiş bir insanın başka birinin etkisiyle oradan oraya sürüklenebileceğini düşünmek, Şener Şen’i tanımamış olmak demektir. Şener Şen’i biraz tanısalar anlarlar ki, Şener beni değil mezardan gelse babasını bile dinlemez. Aklı yatmadığı hiçbir işe girmez. Nihal Yalçın’ın Asu Maro’yla yaptığı söyleşide vardı, diyor ki Nihal, “Allah aşkına hangi komedi filmi gördünüz de ‘Ah şunda Şener Şen oynasaydı’ dediniz, hangisi?” Hakikaten çok doğru bence. Şener ısrarla en önemli kıstasın senaryo olduğunu söylüyor ama bu görmezden geliniyor. Benim onu etkilediğimin düşünülmesi çok saçma bir düşünce.
"Ne yazık ki birbirimizi kollama ve el uzatma özelliklerimiz azaldı"
‘Yol Ayrımı’, kötülüğün kol gezdiği bir ortamda iyiliğe yönelik bir dokunuşu anlatıyor. Geçen haftaki söyleşisinde Şener Abi de ‘Toplumsal ayrışma’ya vurgu yapmıştı. Siz gidişatımızı nasıl görüyorsunuz?
- Ben meseleye sadece yönetimsel açıdan bakmıyorum, bu toplumsal bir durum. Ben, Şener’in o söyleşide belirttiği gibi birbirimizi kollamamız ve el uzatmamızın azaldığını görüyorum. Bu özelliklerimiz yavaş yavaş ortadan yok oluyor ve bütün bunların arkasında yatan sebep de ayrışma. Belki de bir teklif yapılması lazım. Asgari müştereklerde birleşmek, karşılıklı anlayış seferberliğinin ilan edilmesi lazım. Bu ancak toplumun karar verici noktasında olan kişilerin iradesiyle olabilir. “Birbirimizi nasıl anlayabiliriz” ve “Nasıl ilişki kurabiliriz”in cevaplarını devletten beklemek doğru değil. İktidar, iktidarda kalabilmek için kendince gerekeni yapıyor, muhalefet de muhalefetken yapması gerekenleri. Mesela bir maden kazasında gösterdiğimiz reflekslerin, hiçbir ayrım gözetmeden yardım eli uzatma halinin sürekli olması lazım.
"Aykut Kocaman adına çok üzülüyorum"
Sizi bilenler biler, sıkı bir futbol izleyicisi ve Fenerbahçe taraftarısınız. Aykut Kocaman’lı Fenerbahçe’nin durumunu sorsam...
- Aykut Kocaman adına çok üzülüyorum. Çünkü olağanüstü sevdiğim, takdir ettiğim birinin başarılı olmasını çok istiyorum ki, onun kadar Fenerbahçe için uğraşmış, fedakârlık yapmış bir teknik direktör var mı bilmiyorum. En zor zamanda Fenerbahçe’nin yönetimindeydi ve orada mücadelesini sürdürdü. Sadece o çabasıyla benim kalbimi kazanmış birisi. İçten içe şunu söylemem gerekiyor; oynattığı futbolla ilgili eleştirilerin bir kısmına katılıyorum. Sorsam, bu konuda kesinlikle bana vereceği doyurucu bir cevabı da vardır. Fenerbahçe’yi şampiyon yaptığı dönemden beri dalga dalga giden bir oyun göremedik. Şu anki Beşiktaş gibi olmadı. Benim arzu ettiğim futbolu son dönemde hep Galatasaray’da gördüm. Kendisinin aldığı oyuncular da maalesef boş çıktı. Aykut Kocaman’ın son dönemde yaşadığı şeyler büyük talihsizlik.
Ama arada Ersun Yanal dönemi vardı dalga dalga oynatan...
- Evet, orada çok saldıran bir Fenerbahçe vardı. Ama Ersun Yanal’la işler neden yürümedi, onu Aziz Yıldırım’a sormak lazım.
Bence ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ sadece bizim sinemamızda değil dünya sineması içinde de en iyi futbol filmlerinden biridir. Peki oyuna bu kadar hâkim olan ve seven biri sıfatıyla Yavuz Turgul niye futbol filmi çekmez?
- Benim kökenim Yeşilçam olduğu için seyirci ve filmi ayrılmaz parçalar olarak düşündüm hep. John Huston’ın ‘Zafere Kaçış’ı dışında çok seyredilen bir futbol filmi görmedim. Futbolun kendine ait bir dünyası var. Galiba bir de şu meseleyi gözden kaçırmamamız lazım: Toplum olarak bizim futbola ilgimiz var fakat sportmen, sporcu bir yapımız yok. Benim yapacağım film de Hürriyet’te sinema ve spor yazan (!) ya da Socrates dergisini çıkaran ve okuyanlara seslenir daha çok. Böylesi bir projeye para yatıracak bir yapımcı bulmak da zor. Eğer sen bulabilirsen çekeriz tabii!