19 Nis 2011 12:17 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:15

YAVUZ SEMERCİ MEDYARADAR'IN USTA RÖPORTAJCISI YÜKSEL ŞENGÜL'E KONUŞTU!

Medya dünyasının ses getiren yorumlarına imza atan Yavuz Semerci, ekonomiden siyasete, spordan sanata ve de gazeteciliğe kadar her konuda Medyaradar'a çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Gazeteci ve yazar Yavuz Semerci ile sahibi olduğu Gazeteport’ta, 91.6 frekanstan yayın yapan radyodaki programından hemen sonra konuştuk. Semerci, sorularımızı büyük bir samimiyetle cevapladı.

Gazeteport’un Mecidiyeköy’deki binasındayız. Yavuz Bey, burası ne maksatla kuruldu ve Türkiye’de bağımsız internet yayıncılığı sağlıklı bir zemine oturabildi mi diyerek başlayalım sohbetimize...

Herkes işin ‘Gazeteport’ tarafını biliyor ama biz bunun yanında ‘İddia.com’ sitesinin alt yapısını yapıyoruz. Bu sitede oyun oynanmıyor, maçların canlı gösteriminin yapıldığı resmi bir site. Aynı zamanda internet sitelerinin reklam pazarlamalarını yapıyoruz. Pudra.com adlı bir kadın sitemiz var. Ayrıca İstanbul 2010 Kültür Başkenti’nin Türkçe ve İngilizce resmi sitelerini yaptık. Onun dışında bir takım planlar var ve 91.6 frekansından radyo yayınına başladık. ‘Gazeteport’ sitesinin çalışanları radyonun haberlerini hazırlıyor. İçeriğini, haber kuşakları, sağlık, kadın, ekonomi ve siyaset haberleriyle zenginleştiriyoruz. Aslında herkesin her yere destek verebildiği bir yapı kurmaya çalışıyoruz. Geleceğin muhabirlerine baktığınızda, sadece gazeteye, radyoya ya da televizyona haber hazırlayan insanları değil, bunların formatlarını birbirine çeviren, ayrı analizler hazırlayabilen kişiler göreceksiniz. Yani günümüzde bir muhabirden dört muhabir çıkması gerekiyor. En azından bunun olması için çalışıyoruz.



Genç haberciler açısından bakıldığında daha üretken olunması gereken bir döneme girdik diyebilir miyiz?

Aynen öyle, çünkü bizim gazetecilik dönemimize baktığımızda biraz da keyif işiydi, tembel işiydi. Gün içinde bir basın toplantısına gidiyordunuz. Birkaç saat sonra çıkıyor, otobüsle işe dönüyor, haberi yazıyor ve gazeteye teslim ediyordunuz. Yani neredeyse bir haberle günün bittiği oluyordu. Oysaki şimdi öyle değil. İletişim o kadar hızlandı ki, artık birden çok kulvarda koşmak gerekiyor. Günümüzde gençler daha yorucu bir tempo ve rekabetçi bir piyasanın içindeler.

Gençleri bu konuda istekli görüyor musunuz?

Bu konuyu açıklayabilmek için kendimize gazeteci nedir sorusunu sormak gerekiyor. Gazeteci muhalif olmalı, her zaman acaba sorusunu sormalı, kuşkucu yanını dile getirmeli ve bunları vicdan süzgecinden geçirerek yazmalı. Günümüzdeki haberler biraz daha sunulur oldu. Yani kurumların reklam firmalarının hazırladığı bültenler gazetelere servis ediliyor. Bu sadece ekonomi için değil siyaset haberlerinde de geçerli hale geldi. Eskiden gazeteciler başbakanı takip eder ve onun otobüsünde gitmelerine rağmen haberlerinde karşıt görüşlere ve tarafsız yorumlara yer verirlerdi. İnsan kalabalıklarını ve onların yaklaşımlarını yazarlardı. Şimdi maalesef adeta basın bürosu gibi çalışıyoruz. Polis muhabirleri geçmiş yıllarda yaptıkları işlerle özdeşleşiyorlardı ama şimdi ben bunu ekonomi ve siyasi haberleri takip eden gazetecilerde de görmeye başladım. AKP’yi takip ediyorsa AKP’li, CHP’yi takip ediyorsa CHP’li gibi davranıyor. Partiler de kendilerine benzemeyenleri içlerine almıyorlar. Bence bu meslekteki en önemli sapmalardan bir tanesi. Muhabirlerin partiler tarafından tercih edildiğini görüyorum ve bu durum meslek adına çok üzücü. Sadece partiler için değil Genelkurmay için de aynı durum söz konusu. Eski gazeteciler pek çok yere girip çıkabiliyor, pek çok isimle görüşebiliyorlardı. Bugün bir bürokratın haber sızdırması bile söz konusu değil. Haberlerin tek bir kanaldan sunulduğu zamanları yaşıyoruz. O kadar çok tek yönlü haber geliyor ki, bunun gazetecilerin önündeki en büyük tehlike olduğunu düşünüyorum.

Basın üzerinde bir baskı var diyebilir miyiz?

Baskıya yönelik bir irade oluştu ve işin ilginci bu irade ‘doğrusu budur’ diyerek pek çok gazeteci arkadaşımızı da ikna etmeyi başardı. Bence vahim olan durum budur. Ama bu bir kişinin ya da bir Başbakan’ın kendi başına organize ettiği bir durum değil. Otokontrollerle ve farklı nedenlerle böyle bir yapı oluştu. Röportajlarda bile muhabir soru sorarken muhatabını kızdırmamaya çalışıyor. Ama muhabirlik biraz da muhatabını kışkırtmak, rahatsız etmektir. Bu ruhu taşıyan gazetecilerin ‘tu kaka’ edildiği bir dönem yaşıyoruz. Hemen tüm haberlerde bu durum geçerli. Ben ekonomi muhabirliğinden geliyorum. Eskiden iş adamına rahatsız edici sorular sorabilirdiniz. Şimdi ‘anlatsa da gitsek’ gibi düşünülüyor. Adeta edilgen bir gazetecilikle karşı karşıyayız.

Şu nükleer santral olayı sık sık gündeme geliyor. Hele Japonya’daki kazanın ardından iyice konuşulmaya başlandı. Sayın Başbakan da Mersin Akkuyu’daki santralin kurulmasında ısrarcı. Ne dersiniz, bu işin sonu nereye varır?

Başbakan’ı eleştirmeyi büyük cesaret gerektiren bir olay olarak görme alışkanlığı edindik. Bu beni rahatsız ediyor. Aynı Başbakan “Bedelli askerlik için referanduma gidelim” derken kimse “Nükleer santral için neden referanduma gitmiyorsunuz?” sorusunu sormuyor. Oysa biz bu tarz soruları Özal’a, Ecevit’e ve Demirel’e sorabiliyorduk. Artık bu tarz sorular sorduğunuzda bu sizin bazı çevrelerde ve Başbakanlık katında düşman olarak kodlanmanıza yol açabiliyor.

Durum gerçekten bu kadar ciddi mi?

Ben buna inanıyorum. Bunun aksini düşünen varsa röportajı okuduktan sonra çıkar ve “Hayır, öyle değil” der. Ama ben bu düşüncedeyim. Başbakana rağmen, Başbakana yalakalık yapma derecesinin bu kadar arttığı başka bir ülke yok. Başbakan bile kendisini Sünni bir lider olarak ilan etmemişken, Sabah gazetesi “Hz.Ali türbesini ilk kez Sünni bir Başbakan ziyaret etti” diye yazabiliyor. Buna karşılık Başbakan’a “Kendinizi Sünni bir lider olarak görüyor musunuz ki damadınızın yönettiği grubun yayın organı böyle bir habere imza attı?” diye soracaklar mı, hep birlikte göreceğiz.

Başbakanımız her fırsatta “Ben herkesin Başbakanıyım” diyor. Kendisinin böyle bir haber istediğini sanmıyorum…

Başbakan kendini böyle konumlandırmıyor zaten. Mesela yarın öbür gün Kemal Kılıçdaroğlu Başbakan olur ve böyle bir ziyaret yaparsa “Alevi lider, şurayı ziyaret etti” mi diyeceğiz? Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nı Sünni, Şafi, Alevi gibi tanımlarla tanımlama ihtiyacı hisseden ve bundan hoşnutluk duyulacağını düşünen bir yapı var. Hepimizin kendimize şu soruyu sormamız lazım: “Biz bu ülkeye iyilik mi yapıyoruz?”

Gelelim 12 Haziran seçimine. Milletvekili aday adaylarının birikimini, tahsilini, ufuk zenginliğini nasıl buluyorsunuz?

Herkesin aday adayı olma hakkı var ve bunu kullanıyorlar. Geçtiğimiz günlerde Ankara’daydım ve orada CHP Genel Merkezi’ni ziyarete gittiğimde bana üç gündür binada birileriyle görüşmek ümidiyle bekleyen ama kimseyle görüşememiş birini gösterdiler. Israrla aday olmak istiyor, çırpınıp duruyor. Toplumda bu tarz adamlar var. Meclis toplumun aynası ve bu yüzden de lise ve ortaokul mezunuyla, köylüsü, işçisi ve aydınıyla millet orada olacak. Bu yüzden belki başkanların partilerine yüzde onluk kontejanlar koyup, geri kalan vekilleri halkın doğrudan seçmesine izin vermeleri gerekiyor. Sonuçta insanlar yaşadıkları yerlerde seviliyorsa ve oradaki halkı temsil edebiliyorlarsa mutlaka üniversite mezunu olmaları gerektiğini düşünmüyorum. Adayları görmek lazım. Ama ne olursa olsun ister profesör ister köylü, sonuçta hepsi Başbakan’ın yahut parti başkanının iki dudağının arasından çıkanlara bakar hale geliyor. Bu anlamda ayıp olan Meclis’e köylünün girmesi değil parti başkanının iki dudağı arasına bakıp ona mahkum bir şekilde bu milleti temsile girmesidir. Beni en çok rahatsız eden taraf budur.

Sizin örnek gösterebileceğiniz bir siyasetçimiz var mıdır? Takdir ettiğiniz, alkışladığınız? Yoksa “Arkadaş ben gazeteciyim, haberciyim, kimseyi alkışlamam, sadece eleştiririm” mi diyorsunuz?

Öyle demiyorum. İsim olarak bakınca devlet adamlığını takdir ettiğim soldan sağdan onlarca insan var. Mesela Bülent Arınç’ı çok beğenirim. Samimiyeti, yaptığı açıklamaları ve kendi doğrusunu ifade ederken baskı altında kalmaması çok önemli meziyetler. Başbakan Erdoğan’ın pek çok ekonomik icraatını beğenirim. Kılıçdaroğlu’nun çalışmalarını beğenirim. Devlet Bahçeli’nin bütün bu etnik sorunlarda kendi tabanını tutmasını çok beğenirim.

İyi yönleriyle anlatmanız ne kadar güzel…

Ben kötü yönlerini de belirtmekten çekinmiyorum. Mesela Başbakan’ın öfkesini beğenmiyorum. Ancak kendisini şefkatli, çalışkan, halktan yana, inandırıcı, samimi ve dürüst bulurum. Zaman zaman bunu da dile getirir ve kimsenin ne diyeceğini önemsemem. Yoksa eleştiri noktasına gelince Başbakanı beğenirim. Ne var ki “Bir padişah istesem referandumda ‘Evet’ oyu veririm ama bunu yapmayacağım” diye de yazı yazdım. Mesela, Kılıçdaroğlu’na “Sen parti başkanısın müfettiş değilsin” diye yazı yazdım. Yani “Müfettiş gibi dosyalar açıyorsun ama parti lideri gibi değilsin” demek istedim. Bunları da tüm netliğiyle söylüyorum. Ama her şey bir yana onların da insan olduğunu ve hatalar yapabileceğini kabul etmek gerekiyor.

Seçim sonrası size göre Türkiye’yi neler bekliyor?

Türkiye’nin temel birkaç sorunu var. Bunlardan bir tanesi etnik kimlik üzerinden yapılan siyasetin nasıl çözüleceğine dönük tartışmalar. Bu durum belki anayasanın değişmesiyle bir parça çözüme ulaşabilir ya da çözümsüzlüğe de gidebilir. Bunun ötesinde en ciddi problem MHP’nin Meclis dışı kalıp, Güneydoğu’da BDP’nin bağımsız milletvekillerini Meclis’e sokmasıdır. Bu da anayasa tartışmalarını ciddi tehlikeye sokabilir. Bunu büyük bir tehdit olarak görüyorum. Bunun dışında da anayasa tartışmalarında en büyük tehlikenin Meclis’te gücüne güvenecek bir AK Parti iktidarının “Ben yaptım” demesiyle doğacak kaostur. Bundan da çok korkarım ama ortak bir aklı bulabilirsek de çok kolay aşacağımız sorunlar gibi duruyor.



Aklımdaki bir diğer soru da, ülke eyaletlere ayrılırsa, bütünlüğümüzü yitirme tehlikesi yaşanır mı?

Anayasa değişikliği tartışılmaya başlandığında, eyaletlere bölünme, yerel yönetimler, din ve vicdan özgürlüğü gibi pek çok konuyu masanın üzerine yatıracağız. Bir sürü problem var. Sadece Kürt meselesi değil, aynı zamanda Aleviler de Cemevleri’nin ibadethane olarak görülmesini istiyorlar. 21. yüzyılda hala milyonlarca insanın ibadethane olarak gördüğü yeri ibadethane olarak görmeyenler var. Sünni bir anlayışı diyanet kanalıyla Alevi çocuklara empoze etmeye çalışıyorlar. Etnik kimliği Kürt olan ve “Ben Kürdüm” diyen insanlara “Hayır, ben Türküm” diyeceksin diye ısrar edilemez. Bütün bunlar mayınlı alanlar ve bunları bir şekilde çözemezsek, sorunlar bizi de aşarak uluslararası alanda toplumsal sorunlara yol açabilir. Yerel yönetim meselesine gelince… Sırf eyaletlere bölünür korkusuyla ağır, hantal ve merkezi bir yönetimi dayatan bir ülkeyiz. Sırf korkularımız nedeniyle bunları da değiştiremiyoruz.

Bu topraklarda yaşayanlar olarak hep korkularımız oluyor, mütemadiyen korkuyoruz bir şeylerden... Yerli ya da yersiz endişelerimiz, vesveselerimiz var... Belki bu duygular içinde sormak istiyorum, Türkiye için en büyük tehlike size göre nedir?

Şöyle düşünün; koca bir Osmanlı İmparatorluğu’ndan zaman geliyor Misak-i Milli sınırları içine hapsoluyorsunuz. Ve bu toprakların sonsuza dek bir Türk diyarı olarak kalacağına inandırıldığınız bir ideolojiyle bu yerleri kendinize yuva ediniyorsunuz. Bu düşünceler şu korkularla beslenmiş; Yunanlılar her an topraklarımıza girebilir, Kürtler kafasını kaldırmasın, Ruslar Akdeniz’e bizim ülkemizden inecek, Suriye zaten düşman, Arap kötü, Bulgar bizi komünist yapmak istiyor, Ermenistan toprak istiyor... Sonuçta, ülke olarak korkuyla büyütülmüş bir ideolojinin ve yaklaşımın etrafında toparlanmışız. Orhan Pamuk söyleyince linç etmek istiyoruz ama Van, yüzyıl önce bir Türk şehri miymiş? Kars’ta Rus yok muymuş? Ermeniler, Rumlar bir anda nereye gitmiş? Anadolu toprakları, Türkleştirme ve asimile etme politikalarıyla, Müslüman olmayanları kendinden yapacaksın ya da bu topraklardan uzaklaştıracaksın anlayışıyla bugüne kadar gelmiş.

Türkiye şu anda ne durumda? Korkularımızla yüzleşecek duruma geldik mi?

Şu anda kendini Türk diye tanıtanların diyarındayız. Ama bir yandan da Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar varlığını sürdürüyor. Yani bu korkuları üzerimizden atmamız gerekiyor. Günümüzde tek tehdit Kürtler kalmış. O sorunu çözmeye çalışıyoruz. Türkleştirmeye çalıştın olmadı, şimdi de diyorsun ki “Birlikte yaşayalım”. Onlar da diyor ki “Yaşayalım ama talebim şu.” Düne kadar baldırı çıplak beş kişiden bahsediyorduk, şimdi onların kurduğu partiye iki küsur milyon kişi oy veriyor ve bunu yaparken de senin baldırı çıplak ve terörist dediğin adamın pankartını taşıyor. Bu realite orada duruyor ve sen istediğin kadar konuş, Kürt milleyetçiliği giderek artıyor. Bunu görmezden gelelim ama orada kaynayan bir kazan var. İstediğimizi diyelim ama durum bu. Nasıl çözeceğiz, bütün hikaye bu.



Peki, nasıl çözeceğiz?


Çözüm biraz uzlaşmaktır, uzlaşmak taviz vermektir. Ama çözüm tabi ki toprak vermekten geçmiyor. Böyle bir şeyi kimse savaşsız ve kansız alamaz. Ortak kültür ve dine sahibiz, çözüm anlamında bu şanslarımızı kullanmalıyız. Başbakan’ın Kuzey Irak’a gidip Kürdistan bölgesini ziyaret etmesi ve devlet başkanına da “Başkan” diye hitap etmesi önemli bir aşama. Bu durum bizi nasıl bir siyasal sonuca götürecek bilmiyorum ama bir realitenin altının çizilmesi açısından yapılanları doğru buluyorum. Bundan bir buçuk yıl önce “Cumhurbaşkanı uçakta gazetecilerle konuşurken Kürdistan dedi mi demedi mi?” konusu tartışılmıştı. Ben bu olaydan beş ay sonra Erbil’e gittim ve oradaki bütün Türk firmalarının Irak rejimini kabul ettiğini gördüm. Ki bunu kabul etmek demek Erbil ve Süleymaniye’nin bulunduğu bölgeyi Kürdistan bölgesel yönetimi olarak tanımak anlamına geliyor. Siz zaten bir yıldır kabul ettiğiniz bir gerçeği, ki ben bunu televizyonda da söylediğimde seyirci bayağı kızdı ve tepki gösterdi ama Başbakan bir yıl sonra bölgeye giderek o realiteyi gösterdi. Eminim bundan sonra o bölgeyle Türkiye arasındaki ticari ilişkiler daha hızlı gelişecek. Ticari anlamda yüzleri bize dönecek, Türkiye onlar için bir rol model. Bu anlamda Başbakan’ın adımı son derece cesur bir adım ama pek çok kişinin de bundan hoşlanmayacağı ortada.

Mısır’la başlayan ve Libya’ya uzanan bir isyan, bir kaynama yaşanıyor. Türkiye de risk altında olabilir mi?

Sanmıyorum. Çünkü Türkiye demokrasi kültürüne sahip bir ülke. Bu sivil itaatsizlikler o bölgede bir kaynama yaratabilir ama Türkiye’de her zaman insanların önüne sandık getirildi. Her zaman için insanların iktidarı değiştirme seçenekleri oldu. Bu ülkede darbelerden sonra bile insanların önüne sandık getirildi. Ve bunun sonuncunda askerlerin isteğinin dışında tercihler bile yapıldı. O yüzden de Türkiye’nin demokrasi kültürü tüm aksaklıklara rağmen bu ülkelerden daha iyi durumda. Mısır’da yıllardır demokrasi var ama ülkenin başında aynı insan bulunuyor. Libya’nın da yönetim şekli İslami esaslarla sosyalist yeşil kitap dediğim kitabın birleştirilmiş garip bir sentezi halinde yürüyor. İran daha farklı, biz İran’ı hep İslami rejim olarak düşünürüz ama kendi içinde bir demokrasisi ve dini bir otorite var. Buna göre Hz. Ali ailesinden gelenler dünyadaki Müslümanlığı korumak ve düzenlemekle görevlidir. Bu Şiiliğin içinde olan bir şeydir. Sonuçta devlet yönetimi olarak baktığınızda sandık insanların önüne geliyorsa kendi içlerinde siyasal mücadeleler oluyor ve iktidar kendi içinde değişiklikler gösteriyor demektir. İsrail için siyonist diyorlar ve eleştiriyorlar. İsrail’de de yönetim din devleti gibi konumlandırılmıştır ama orada da insanlara sandık sunuluyor. Yani bu ülkelerde bir enerji çıkış noktası bulunuyor. Önünüze sandık geliyor, sisteme müdahale edebiliyor ve siyaset sahnesine yeni yüzler getirebiliyorsunuz. O sebeple İran, İsrail ve Türkiye üçgeninden baktığınızda bunlar çok kolay değişecek rejimler değil. İran halkı belki zamanla biraz daha batıya dönük bir hayat tarzı talep edecektir ama bu da ülkenin kendi içinde yaşayacağı küçük değişiklikler şeklinde halledilecektir. Yani durum Suriye ve Lübnan’da yaşananlara benzemeyecektir, tabi ülke özellikle karıştırılmazsa.

Ergenekon davasıyla ilgili olarak sizin de sabaha karşı evden alınıp götürülme ihtimaliniz nedir? Böyle bir korkunuz var mı?

(Gülüyor) Valla ben böyle bir korku içinde yaşamıyorum. Eğer ben mesleğe siyaset ya da polis muhabirliğiyle başlasaydım mutlaka başım belaya girerdi, çünkü mutlaka bu odaklarla bir şekilde ilişki kurmuş olurdum. Tabi ki bu ilişki haber almak, haber yazmak sınırlarında olurdu. Nasıl ki ekonomi alanında bütün patronlarla ilişki kurma gayretindeysem, o alanda da bu tarz ilişkilerim olacaktı. Türkiye böyle bir süreçten geçti, bazı kişilere ve kurumlara yakın olan gazeteciler oldu. Ahmet Şık kitabında ne yazdı bilmiyorum ama özet olarak ben böyle bir endişe yaşamıyorum. Bunu yaşamamam böyle bir şey olmayacak anlamına da gelmez. Çünkü böyle bir yapı var. Ben bunu yazımda ifade etmiştim ama bu vesileyle yeniden tekrarlamak istiyorum. Türkiye’de bir dönem darbe planları yapıldığını ve bunların gerçekleşmesi için bir takım kaotik eylemlerin olduğuna inanan bir insanım. Ama geldiğimiz nokta itirabiyle Ergenekon diye bir örgüt var mı onu bilemiyorum. Sanki Ergenekon örgütü olursa buna katılabilecek böyle bir potansiyel taşıyan insanların toplandığı bir yapı var.Yani örgüte üye değiller.



Yani bu tutuklamalar olasılıklar üzerine mi yapılıyor?


Bence yaklaşım bu. Evet... Ortada bir örgüt var da sanki bu örgütün üyeleri toplanıyor izlenimi yok bende. Bir örgüt olsa işte Ahmet, Mehmet, Hasan bu örgütün içinde olurdu mantığıyla yaklaşılıyor. “Örgütün varlığını ispatlamaya gerek de yok bunları içeriye alalım” diyen bir siyasi anlayış doğdu. Böyle bakınca da muhalif olanlar bir korku içinde yaşıyor. Ben muhalif miyim? Hayır. Ben gazeteceyim ve sadece bir gazeteci kadar muhalifim. Bunun yanında başarıyı alkışlayan ve gerektiği yerde eleştirisini yapan birisiyim. Böyle baktığınızda kendi adıma korku duyacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Ama ne olur, biri size takar ve bilgisayarınıza Ahmet Şık’ın kitabını yollar ve ardından da sizi ihbar ederse, içeri girmenize neden olabilir elbette. Bu ülkede niçin yargılandığını bilmeden yıllardır hapis yatan insanlar var. Avrupa’da bu tutuklulukların belirli süreleri vardır. Sen örgüt üyesisin diye içeriye aldığında “Delilim var, bekle” diyerek iki yıl içeride tutamazsın. Ülke olarak böyle bir ayıbı da, basılmamış bir kitabın nüshasının toplatılması ayıbını da yaşadık. Bu ayıp nasıl temizlenir, açıkçası bilmiyorum.

Ergenekon davası daha uzun yıllar sürer mi?

Eğer iktidar değişmezse sürer. Sonuçta Ergenekon’un arkasında bir siyasi iktidar var. Bunun arkasında da, her ne kadar sonradan yalanlasa da “Ben bu davanın savcısıyım” diyen bir Başbakan var. O yüzden bu irade sürdükçe hukuk tanımaz yaklaşımlar da sürebilir. Gönül istiyor ki bu insanlar gerçekten suçluysa delilleri ortaya çıkarılsın ve gerçekten mahkum edilsinler. Ama deliller ortaya çıkmadan, insanlar için bir cezaya dönmesin. Bu iş cezaya dönüşmüş durumda ve Türkiye’nin 21. yüzyıldaki ayıbı diye düşünüyorum.

Sayın Başbakan “Ergenekon’u anlamak istiyorsanız Dersim’e bakın” demişti. Bu sözler sizi çok etkilemişti. Size göre neyi işaret etmişti Başbakan?

Başbakan bu lafı ettiği zaman yazdığım yazıyı hatırlıyorum. Demek istediği aslında şu diye düşünüyorum, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken, o zamanki kurucu ideolojiyle bugünkü Ergenekon diye tabir ettiğimiz örgütün ideolojisi aynıdır.”

Bunun için Dersim’de yaşanan acı olayların üzerine basarak onu kaldıraç gibi kullanan bir popülizm var diyebiliriz. Ama gerçekten o ideolojiyle hesaplaşıyorsa da daha alınacak çok yol var demektir. Yani pek çok Ergenekon davalarıyla karşı karşıyayız demektir.

Öte yandan bu ülkede pek çok faili meçhul cinayet var. Çiller döneminde işlenen cinayetler neden araştırılmıyor? Bu ülkede PKK’ya yardım ettiği sanılan onlarca iş adamı ve bir o kadar da insan, Sapanca, Adapazarı üçgeninde kafalarından vurulmuştu. Bunları PKK vurmadı ki. Yani Ergenekon, Dersim’e kadar gidiyor, 2001 yılındaki darbeye iniyor ama dört yıl daha geriye gidip bu konuları araştırmıyor.

Benim adaletimi sızlatan konuların başında elbette Dersim geliyor ama bu sorunlar da geliyor. Oradaki insanlar bir şey beklemiyor, sadece devlet arşivinden bilgilerin çıkarılıp bunların halka açıklanması yeterli olacaktır. Devletin bir özrü varsa, ortaya çıksın, hepsi bu. Bunlar yapılırsa işin arkası aranırsa, bundan sonra faili meçhul yapmak isteyecek sağdan, soldan ya da İslamcı kesimden birleri hangi görüş ve düşünceden olursa olsun “Bir gün ortaya çıkar” korkusuyla bu talimatı veremeyecek hale gelmeli. Nasıl ki darbe yapma potansiyeli olanlar bu ülkede darbe yapamaz hale getirildiyse, faili meçhul yapabilecek kişi ve kurumlar da bunu yapamayacak hale getirilmelidir.

Babanızın Dersim’de yaşadıklarını uzun yıllar sonra öğrendiniz. Bu gerçeği öğrenmek Yavuz Semerci’nin hayatını nasıl etkiledi?

Fazla etkilemedi, çünkü zaten o yazıda da belirttim, amcam kendini Kürt ve Alevi hissederken biz aile olarak kendimizi Türk ve Sünni hissettik. Çünkü annem bir Türk’tü, babam zaten bir Türk ailede büyümüştü. Yazımı yazmaktaki amaç CHP’li Onur Öymen’in Meclis’te yaptığı “Analar ağlamasın” temalı konuşmasıydı. Amacım buna cevap vermekti. Yaşananlara gözümüzü kapatıp insanlara “Hayır hiçbir şey yaşanmadı, siz gayet iyisiniz” demek yerine, biraz acılarla ve o geçmişle yüzleşmeliyiz. Ermeni meselesiyle, Sivas katliamıyla yüzleşmemiz gerekiyor. Yoksa bunlar benim içimde bir enerji birikimine neden oluyor. Etnik kimlik üzerinden siyaset yapmayı sevmiyorum. Çünkü en nihayetinde hiç kimse anne babasından tercih ettiği bir dinde ya da milliyette doğmuyor. Dolayısıyla siz etnik kimlik üzerinden siyasete başladığınızda karşı taraf da etnik kimliği üzerinden reaksiyon vermeye başlıyor... Zaten bu da son derece insani.



İlginçtir Dersim’deki kurşunlardan kurtulan babanız, daha sonraki yıllarda meslek olarak askerliği seçmiş. Siz de öyle bir istek duydunuz mu hiç?


Babamı o süreçten sonra bir Kurtuluş Savaşı gazisi büyütmüş. Sonuç olarak bu kararının altında bir sürü psikolojik neden olabilir. Ama bu ülke gerçeğini gösteriyor. Bu ülkede Ermeni olduğunu gizleyen bana göre on binlerce aile var. Camiye gidiyor, adı değişmiş ama durum bu. Böyle bir coğrafyada yaşıyoruz. Evet, denizci olmak için Heybeli’deki Deniz Harp Akademisi’ne başvurdum. Ama almadılar. Nedenini tam olarak hatırlayamıyorum ama ya boyum kısaydı ya da zayıftım, yani onların beden standartlarına uymamıştım. Fakat o zaman için denizci olmayı çok istemiştim. İyi olurdu gibi geliyor (gülüyor).

Denizci olmak hangimizin hayallerini süslemedi ki! Askerliğinizi nerede yaptınız Yavuz Bey?

Malatya’da yaptım. Devre kaybı olarak 12 Eylül’den bir yıl sonra üniversiteyi bırakıp askere gittim. Şu anda yapılan askerlik tartışmalarına da çok gülüyorum. Sanırım ben gittiğimde askerlik 22 aydı. Şimdi böyle 12 ve 8 ay denilince garibime gidiyor. (gülüyoruz).

Size göre bedelli askerlik konusu ne olur?

Kılıçdaroğlu’nun askerlikle ilgili açıklamalarına sempatik bakıyorum. Çünkü çevremde de 28 yaşını geçmiş ve askere gitmemiş tanıdıklarım, iş arkadaşlarım var.

Askerliğin şöyle bir saçmalığı oluyor; Neden hayatımın 20 ayını karşılığında beş kuruş almadan devlete vereyim? Bu yüzden insanlara böyle bir hak tanınmasını çok yanlış bulmuyorum. “Ben 22 ay yaptım, siz de gidin kaç ay sürecekse yapın eşek sıpaları” düşüncesinde değilim. Neden yapsın ki ya da parasını ver yapsın. Benim ailem de askerdi ve ben askerin halinden anlıyorum. Sürekli kışlalarda büyüdük. Muş, Edirne, Ankara dolaştık durduk. İnsanlar askerde berberlik yapıyor, yer temizliyor, çamaşır yıkıyor, yemek getiriyor, ev taşıyor... Yahu bu askerlik nasıl bir şey? Ver kardeşim parasını, askerlik yapmak isteyen gelsin yapsın. Sorun vatanı korumaksa, o zaman bu ülkedeki yediden yetmişe herkes bu göreve gider zaten. Ama bana, “Her daim hazır asker bulundurmam gerekli” diyorsan da o zaman şu soruyu sorarım; “Askeri eğitiyorsun da, doğudaki PKK’yı mı bitiriyorsun?” ya da “Askeri eğitiyorsun, üç tane tatbikata gidiyor. Onun dışında habire yaprak topluyor. Emir eri generalin ayakkabısını boyuyor. Bunun için bir askerin mi olmalı? Yüzbaşı postalını kendisi boyasın.”

Askere giden insanlara sorduğunuz zaman “Askerliğimi yaprak toplayarak geçirdim” diyorlar, böyle bir şey mi var?

Kardeşiniz Levent Semerci’nin “Nefes” filmi geniş yankılar yaratmıştı. Bu film size göre askerlere bakış açısını nasıl etkiledi?

Bence o film hümanist bir filmdi. Bir yazımda bununla ilgili şunları söylemiştim: “Ben kar amaçlı düşünseydim ‘Nefes’ filminin son sahnesinde PKK’lının kafasına kurşun sıkardım.” Ancak kardeşim Levent Semerci asla böyle bir şey yapmadı. “Öldürmelisin, o psikolojideki adam, karşısındaki o adamı yaşatmaz” dedim ama o da “Filmin anlatmak istediği bu değil” diyerek karşılık verdi. Dolayısıyla yapmadı. Bence ‘Nefes’ hümanist bir filmdi, askerlikten soğutan bir şey de değildi. O dönemdeki karakol baskınlarını ve PKK realitesini ortaya koyan bir film oldu. İlginç bir şekilde Kürt’ten Türk’e, AKP’ den CHP’ye kadar hemen herkesin beğendiği bir film oldu. Kimi filmin milliyetçi tarafından kimiyse hümanist tarafından beslendi. Bence ticari olarak başarılı bir filmdi.

Siz siyaset, ekonomi, spor dışında sanatla da ilgili yazılar yazıyorsunuz. Bu nedenle de sormak istiyorum, Türk sinemasının gelişme içinde olduğu söyleniyor, katılıyor musunuz? Yoksa yaşanan yalancı bir bahar mıdır?

Yalancı bir bahar değil, ama Türk sinemasında Allah aşkına bana söyleyin sinemadan parayı bulup bunu tekrar sinemaya aktaran kaç tane şirket var? Türk filmleri hala iş yapıyor, seyirci rekorları kırıyor ama her yıl prodüksiyon anlamında artışa gidilmesi gerekirken, gırgır şamatayla, dramla, melodramla dönen bir Türk filmi sektörü var ortada. Bu anlamda sinemadan kazanılan paranın yata, kata ve de metrese gittiğini düşünüyorum. Öyle bakınca da yeni bir film yapmak için yeterli parayı toplayamıyorlar. Türk sineması her zaman patinaj yapan bir sektör olarak kaldı ne yazık ki.

Ve ne yazık ki Türker İnanoğlu gibi yatırımcıların sayısı çoğalmadığı için bu sektör sanayileşemedi… Galiba bunda devlet politikalarının yetersiz olmasının etkisi de var. Siz ne düşünüyorsunuz?

Devletin o konuda ne politikası olacak bilmiyorum ve buna gerek de yok.

Siz bir filmden 15- 16 milyon dolar kazanıyorsanız o paraları tekrar sinemaya aktaracak organizasyonları kurmaya liderlik yapmalısınız. Bugün baktığınız zaman geçmişten bugüne gelmiş bir tane şirket yok. İsim olarak bir tek Türker İnanoğlu gelir ama o da zavallı Darüşşafaka’nın yerini beş kuruşa alarak üzerinden para kazanan bir adam. Ben işin içinde değilim, yapımcı olarak ‘Nefes’te biraz içindeydim ama şunu görüyorum; Türk sinemasına yardım etmek yerine sektörde çalışanların haklarını korumaları gerekiyor. Genelde tartışmalar şu bağlamda geçiyor “Ben sanat filmi yapacağım, bana para verin.” 300 - 400 bin dolarla ne yapacaksın? Bugün bilboardlara çıksan, o para yetmez adama.

Gelelim futbola... Avusturya’yı kendi evimizde ite kaka da olsa yendik. Avrupa Şampiyonası’nda şansımız var mı?

Kötü oynadık ne yazık ki. Beşiktaşlıyım ve maçları takip ediyorum ama zevk almıyorum. Bence bu kadar çok paranın döndüğü bir endüstrinin bu kadar kısır kalması büyük haksızlık ve bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Evet, geçmişe göre fark var ama yeterli değil. Aslında bu konuda sözü olacak insanlardan birisiyim, çünkü bu ülkede naklen yayın havuzu gelirlerinin dağıtımı konusunda Sabah gazetesinde ciddi kampanyalar yürüttüm. Naklen yayınlardan elde edilen gelirlerin dağıtımında paranın yüzde ellisinin dört büyüklere verilmesi sistemini ciddi bir şekilde eleştirdim. O dönemde Reha Muhtar’ından Fatih Altaylı’sına kadar “Olur mu böyle şey! Bizi bu dört takım sürüklüyor” tarzı eleştirel yazılar yazdılar. Sonra sistem değişip Anadolu kulüplerine daha fazla pay verilmeye başlanınca Kayseriler, Vestel Manisalar ortaya çıktı. Bursa yeniden canlandı. Tüm bunlar futbolda belirsizlik ilkesini biraz canlandırdı. Temel nokta hangi takımın yeneceğini bilmeyeceğiniz bir düzeye getirmektir ve bu da bir devlet politikası olmalıdır. Türk basını bize yıllarca sadece dört takımın varlığı ve taraftarlığıyla beslenen bir spor görüşü empoze etti. Ama baktığınız zaman bugün insanlar “Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray yenildi”nin yanında yavaş yavaş “Sivas, Manisa, Kayseri yendi” demeye başladı. Oradaki oyuncular da paraya kavuştu, kulüplerin altyapıları da güçlendi. Uzun vadeli hedeflerimiz iyi görünüyor ama şu anda bu gelişmeler milli takıma da rekabete de yansımıyor.

Geçen yıl Habertürk gazetesinden istifa ettiniz. Nedeni de Burgaz Rakı’yla ilgili yazdığınız bir yazıya Fatih Altaylı’nın müdahalesi olduğu söylendi. Kimileri de “Yavuz Semerci’nin taktiği bu, o gazetenin genel yayın yönetmenlik koltuğunda gözü vardı” yorumunu yaptı. Geçmişte kalan bir olay ama önemli bir olay olduğu için sormak istedim...

Benim bir gazetenin genel yayın yönetmenliğini yapmak gibi bir düşüncem olsa gider Habertürk gazetesinde oturur bunun gayretini veririm. Üstüne üstlük ben gazetenin genel yayın yönetmenliğini yapmanın bir gazetecinin başına gelebilecek en büyük talihsizlik olduğunu düşünen bir insanım. Hele günümüzde haberin bu kadar çok kanaldan yayınlandığı bir yerde… Benim, değil Habertürk, hiçbir yerde böyle bir genel yayın yönetmenliği hevesim olmadı. Kaldı ki “Gözü var” diyen arkadaşlar Oda TV’dendi ve onların bu konuya farklı bir yaklaşımları vardı. Bugün halen Habertürk çatısı altında yazmamın sebebi para ya da başka bir şey değildir. Bugün herhangi bir kampanya yürüttüğüm zaman, bunu insanlara duyurabilecek güce sahibim. İnternet sitem aracılığıyla, “Bu yazdıysa dikkate alalım” diyen arkadaşlarım sayesinde bunu yapabiliyorum. Radyoyla yapabiliyorum. Hiçbir şey olmasa elime kağıt kalemi alıp üzerine yazdığım bir kağıt parçasıyla bile kendimi ifade edebilirim. O yüzden hayatımın hiçbir bölümünde herhangi bir gazetede burada bulunmalıyım diye çalışmadım.

Vatan gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaptınız.

Evet, çok kısa bir dönemdi ve zaten o işi beceremedik.

Estağfurullah…

Aslında bu çok zor bir iştir. Aynı habere farklı analizlerle takla attırmak, yüzlerce haber arasından öne çıkacak ve ilgi çekecek olanı bulmak. Dolayısıyla hiçbir zaman böyle zor bir süreçte yer almak istemedim. Ben Vatan’da çalışırken de amacım gazetede yayın yönetmeni olmak değil tam tersine herhangi bir patrona mecbur kalmayacak bir yapının içinde olmaktı. O yüzden Gazeteport’u kurduk. O yüzden burada öyle ya da böyle mücadele ediyoruz. Zaman zaman sıkıntılı günlerimiz, paramızı denkleştiremediğimiz zamanlar oluyor. Ama sonuçta kendi yağımızla kavrulduğumuz bir yapı kurmaya çalışıyoruz. Habertürk’te neden çalıştığıma gelince; orada çalışmamın tek nedeni Turgay (Ciner) Bey’i çok sevmem ve aramızda bir hukukun olmasıdır. Turgay Bey talep ettiği için oradayım. Onun benimle ilgili en ufak bir hoşnutsuzluğunu hissettiğim anda da Habertürk’ü bırakırım.

Siz gazete genel yayın yönetmenliği görevinde bulundunuz. Yıllardır basın emekçisiyim ve arada merak ederim, o koltuk rahat mıdır, yoksa sorumlulukları nedeniyle pek mi rahatsız edicidir?

Bir kere gazeteci açısından bir patronunuzun olması bir realitedir. Ama ben o çarkı bu yaşta da olsa kırmış olmaktan mutluyum. Şahsım adına, gazeteciyi gerçekten özgür kılan bu duyguyu yaşadığım için kendimi şanslı sayıyorum. Meslekte çok yılım geçti ve bu saatten sonra yazmasam da olur. Arkamdan gelen onlarca, yüzlerce genç insan var. Ama zaten kariyerim boyunca yeni solukların gelişmesine ve önlerinin açılmasına yardım ettim. Halen de ediyorum. Bugün Türk basınındaki ekonomi müdürlerinin, ekonomi yazarlarının büyük bir kısmı arkadaşlarımdır. Buna rağmen hayatımın hiçbir döneminde ekiple birlikte hareket etmedim. Ayrıldığım yerlerden her zaman tek başıma ayrıldım ve insanlar da “Yavuz bu, çıktığı zaman tek başına gider” diye düşündüler. Zaten gazetecilik mesleğinin hep kişisel bir üretim olduğunu düşünürüm. Ekiple güçlü olma ihtiyacınız varsa onlarla birlikte iktidar olursunuz ama bir gün onların palyaçosuna ve soytarısına dönersiniz. Günün birinde boynuz kulağı geçer ve kötü duruma düşebilirsiniz. Yani boynuzun kulağı geçtiğini gördüğünüz yerde biraz geri plana ayrılmanız gerekir. Bunu Türk basınında yapmayan ağabeylerimiz var. Köşelerinin haftada bir güne düşürülmesine rağmen hala yazıyor olmaları bence mesleklerine de, kendilerine de saygısızlık oluyor. Olayın o noktaya gelmeden insanların köşeye çekilmesi ve emekli olmayı bilmesi gerekiyor. Çünkü alttan iyi yetişmiş, hırslı, dünyayı bilen ve bizden daha iyi yabancı dil konuşan gençler geliyor. Onların önünü açmak gerekli diye düşünüyorum.

Bu anlamda, hala koltuklarında oturan arkadaşlarıma takılıyorum. “Sonunda biri koltuklarınızı devirecek ve canınız acıyacak” diyorum (gülüyoruz).

Genel yayın yönetmenliği yaptığınız için sormak istiyorum, yönetimini en çok beğendiğiniz gazeteler hangisi?

Yayın yönetmenliği denge işi. Bir yazar çıkar “Haberim neden değiştirildi?” der. Bir diğeri “Haberim neden girmedi?” der. Bu anlamda herkesin aksine Fatih Altaylı yayın yönetmenliğini sevdiğim bir gazetecidir. Ve dikkat edin Fatih Altaylı, hiçbir zaman genel yayın yönetmenliği hırsı yüzünden kişisel markasını ikinci plana atmamıştır. Her zaman Fatih Altaylı olarak var olmayı sürdürür. ‘Teke tek’ programıyla, yazılarıyla… Çünkü öbür türlü tutunacağınız bir dal kalmıyor. Bunun dışında Ertuğrul Özkök de becerilerini ve yöneticiliğini takdir ettiğim bir isim olmuştur. Hem kişisel üretim anlamında, hem oynaklığı ve bel kemiğini bir hayli esnetebilmesi anlamında başarılı bir genel yayın yönetmeni olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Hürriyet gibi bir gazeteyi yönetmek Bizans İmparatorluğu’nu yönetmek gibidir. Her çeşit renk, ırk, dil ve ideolojinin olduğu bir yeri orkestra şefi gibi yönetmek için kişisel hırsları ve yaklaşımları bir kenara bırakmak, şark oyunlarını bilmek gerekiyor. Zaten bu anlamda baktığınızda genel yayın yönetmenlerinin hemen hemen hepsi, -buna ben de dahilim- oportünisttirler, biraz kaypaktırlar, mutlaka can acıtırlar ama bir taraftan da can acıtırken başka canlarla da beslenirler.

Ne kadar açıksözlüsünüz…

Ama durum bu (gülüyoruz)… Bir şeyi överken bile her zaman gazetenin çıkarları ön plandadır. Yönetmek başka bir şey. Gazeteport’ta ve internet kısmında 60’a yakın arkadaş çalışıyor. Yönetmek konusunda çok becerikli değilimdir, bu yüzden de en az onlar kadar çalışarak bu açığı kapatıyorum. Bu anlamda yöneticiliği başaranları gerçekten tebrik etmek gerekiyor.

Ekonomi yazıları yazdınız. Kimbilir başınıza neler gelmiştir? Gazetenin patronu ve onun işadamı arkadaşlarıyla başınız derde girmiştir mutlaka. Şimdi onları yazmak risk olmadı mı, uyarılar, yazılara müdahaleler gelmedi mi?

Gazeteciliğin ekonomi tarafı, işin hem kolay hem zor tarafıdır. Kolay tarafı, eğer analizinizin ayakları yere basıyorsa bir şekilde takdir kazanırsınız. Ama öte taraftan da eğer bir hata yaparsanız, bu bir polis muhabirinin cinayet haberinde yaptığı hataya benzemez. Çünkü orada çok ciddi bir şekilde ekonomik zarar oluşacağı için karşınızda parası ve etkinliği olan insanların hem reklam gücünü hem de patronunuzla kuracakları ilişkiyi kullanarak, mesleğinizi zora sokması durumuyla karşılaşabilirsiniz. Yıllarca ekonomi müdürlüğü yaptığım için bir yandan dengeyi koruyup bir yanda da köşe yazılarıyla bir takım olayları analiz etme ve empati yapma yeteneği geliştirdim. İfadeleriniz zamanla daha kabul edilebilir ve güvenilir olmaya başlıyor. Böylece siz daha güvenilir oluyorsunuz. Bu olunca da daha rahat yazabiliyorsunuz. Çünkü siz gazetecilik gözüyle bakarak yazsanız da anlattığınız şeyi sizden daha iyi bilen insanlar var. Bu çok kolay bir iş değil, bugün maalesef ekonomi muhabirliği basın bültenlerini gazeteye koymaya dönüştü. Bunun nedeni elbette büyük oranda reklama bağımlılık ama bir diğer nedeninin de tembellik olduğunu düşünüyorum. Ekonomi çevrelerinin iyi yazılmış ama kendilerini de eleştiren analizlere açık olduklarını ve olumlu yaklaştıklarını düşünüyorum. Yine de tabi ki reklam verenlerin enformatik haberleri her zaman gazetede kullanılır ve kullanılmalıdır.

Siz müdürlük yaptığınızda bu konuya nasıl yaklaşıyordunuz?

Ben ekonomi müdürüyken bize reklam vermeyen firmaların enformatik haberlerini, -mağaza açılışları ya da bir ürünle ilgili lansmanını- kullanmazdım. Çünkü eğer sizin mecranızı reklam vermeyecek kadar değersiz görüyorsa bu tür enformatik haberleri de orada yer almamalı. Bu anlamda ekonomi müdürlüğü yaparken reklam vermeyen firmaların hiçbir enformatik haberini yayınlamadım, basın toplantılarına muhabir göndermedim. Çünkü reklam sizi değerli görmektir. Tabi bu durum reklam veren firmalar için geçerliydi. Yani reklam veriyor ama size vermiyor, bunun altını özellikle çizmek istiyorum. Ama o firmalarla ilgili ortak alımı, alım satım ya da açıklama gibi haberleri de giriyordum. Ve ben bu ayrımı yaparken ne Dinç Bilgin’e ne de Turgay Ciner’e sordum. Hatta pek çok insan şaşırır; 2001 yılındaki Hürriyet ile Sabah gazetesi kavgalarında ben Sabah gazetesinin ekonomi müdürüydüm. Aydın Doğan’la ilgili yazdığım haberlerin yüzde doksan dokuzunu ne Dinç Bilgin ne de Turgay Ciner görmezdi. Ertesi gün gazeteden okurlardı. Tabi ki biz o dengeleri bilirdik ama “Şöyle bir haber yazın” diye geldiklerini hatırlamıyorum.

Peki, ilginç anılarınız var mı?

Bir gün Fatih Altaylı, Aydın Doğan’ı savunurken yazdığı haberlerde bana hafif yollu dokundurunca, ben de “Haydi!” dedim, “Turgay Ciner’le Aydın Doğan bu konuyu televizyonda tartışsınlar.” Ben bunu yazarken Turgay Ciner’le konuşmadım. Bunun ardından Uludağ’a gittim. Ertesi gün kıyamet kopmuş.

Turgay Bey, “Ne yaptın yahu, yurt dışındayım” diye beni arıyor. Ben de “Sadece bir öneri getirdim, karar sizin” deyince, “Tamam, ben çıkarım” dedi ama sonrasında Aydın (Doğan) Bey “Ben Dinç Bilgin’le tartışırım, Turgay Ciner’i medyacı olarak tanımıyorum” deyince olay öylece kaldı.

Gerçekten zor bir durum olmuş.

Vatan gazetesindeyken yaptığım haberlerle Turgay Ciner’in halka arzını engelledim. Bunun için ne Zafer Mutlu’dan ne de Aydın Bey’den böyle bir talimat gelmedi. Ben yazdım ve araştırmamı derinleştirerek haberi oluşturdum. Bu haberden sonra halka arzın da engellemesinin ardından Turgay Ciner’in kaybı 1,5 milyar dolar oldu. Belki bu süreçte Sabah gazetesine de el konulmayacaktı. Tabi bunun altında yatan pek çok sebep var ama bunun da etkisi olmuştur. Ben daha sonra Gazeteport’u kurdum ve buradan Turgay Ciner’in gazetesinin elinden alınmasını eleştiren yazılar yazdım. Fatih Altaylı geldi Gazeteport’ta yazı yazdı. Tüm bunlar ne Aydın Bey’le ne de Turgay Bey’le ilişkilerimi bozmadı. Çünkü tüm bunları yazarken küfür etmedim, yanlışsa yanlış dedim. Zaten hiç kimse de çıkıp, çalıştığım gazetenin patronunu eleştiririm saflığına düşmesin. Öyle bir şey yok. Dünyada da böyle. Hangi gazeteci kendi patronunun ekonomik durumunu kendi gazetesinden eleştirmiş? Böyle bir durum yok. Mümkün değil. O yüzden de basındaki bu kavgalara düzeyli olduğu sürece sıcak baktım. Çünkü toplum bundan beslenir, buradan öğrenir. Başka türlü halk nereden öğrenecek? O yüzden gazetecilerin, patronların birlikte hareket etmesini engelleyecek her türlü kavgayı teşvik etmesi gerekiyor. Basın patronları asla birlikte hareket etmemeli ve gazeteciler de daima birlikte hareket ederlerken provakasyon yaparak bunu engellemeli. Biz çok yaşadık. Sabah’tan atılırdın Hürriyet almazdı. Hürriyet’ten atılırdın Sabah almazdı. Böyle vahşi bir kapitalizm olabilir mi? Bunu engellemenin tek yolu da bunları kavga ettirmekti, gazeteciler de bunu başardı.

Bugüne kadar sizi dava edip mahkeme kararıyla sizden yüklü paralar alan oldu mu?

Oldu ya (gülüyoruz)... Oldu anasını satayım. Dava eden değil de benim ettiğim ve reddedildikten sonra mahkeme ve avukat masraflarını karşılamak zorunda kaldığım bir dava oldu. Fatih Altaylı’yla Yılmaz Özdil “Halka arz doğru değildir” diye yazdığım zaman, adımı vermeden bana hakaret içeren yazılar yazmışlardı. Onları şikayet ettim ama mahkeme yazılarında dava sebebi olacak bir unsur bulamadı. Mahkeme “Bu yazılardaki kişi sen değilsin, üzerine alınma” dedi. “Tamam” dedik. Ama bu dava süreci iki yıl sürdü ve masrafları ben ödedim. Onun dışında Cem Uzan çok dava açtı. Ama onda da beraat aldım.

Yavuz Bey, Türkiye ekonomisi size göre gerçekten büyüme içinde mi, refah dolu günler yakın mı, sevinelim mi?

Ben “Olmamız gereken yerde miyiz?” diye bakıyorum. Mesela kişi başına düşen su, elektrik, televizyon miktarı... Bin kişiye düşen otomobil sayısı gibi rakamlara baktığınızda, bunlar Avrupa’nın çok gerisinde kalıyor. Medeni bir ülkede elektrik tüketimi dört birimse bizde iki birim… Elektrik tüketmeyen bir toplumda belli ki bazı eksikler var. Sokaklar yeteri kadar aydınlanmıyor…

Elektrik tüketmeden inanılmaz faturalar ödüyoruz o zaman...

Beş on yıl önceye göre ne durumdayız? Bana göre bütün makroekonomik göstergelerde daha iyi konumdayız. Ama bu, yoksulluk ya da gelir dağılımı düzeldi anlamına gelmiyor. Ekonomiyle ilgili sonuçlar açıklanırken çok temel göstergelere bakılır. Gelir dağılımı açısından baktığınızda, sağlıklı veriler olmasa da TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerinde yoksulluk ve işsizlik oranlarının azalmadığını görüyoruz. Ama bu 80’de de 2000’de de böyleydi. Sosyal verilerde bir ilerleme var. Gittiğimiz yol doğru ama yeterli mi? Değil. Sokakta yatan fakir insan gözüyle baktığınızda dünyanın en adaletsiz ülkesinin Amerika olduğunu söyleyebilirsiniz. Avrupa’da da bir sürü örnek gösterebilirsiniz. Ama beş yıl önce neredeydik şimdi neredeyiz. Her ne kadar Avrupa seviyelerinden gerideysek de araba sayımız arttı. Daha geriye de gitmiyoruz. Emeklinin ve memurun aldığı maaşlara bakınca geriye gitmiyoruz. Muhalif yaklaşıyorsanız, “Bu ülkede fakirlik, yoksulluk aldı başını gidiyor” dersiniz. Bunun da alıcısı olacaktır. Yine de “Bu imkanlarla buraya kadar geldik” demek de mümkün. İkisi de doğru. Nereden baktığına bağlı. Bardak eskisine göre daha dolu ama boş tarafından bakacak olursak yazılacak çok şey var. Türkiye’de sadece övenler ve sövenler olduğu için biz de kendimizi böyle konumlandırıyoruz. Burada önemli olan 2001 krizinden sonra bir daha iş bulamayacak insanların sayısı daha fazla artması. Ama bir taraftan baktığınızda da bir sağlık meselesinde gelinen nokta belli… Bugün 72 milyonun 57 milyonu sosyal güvenlik şemsiyesi altında yaşıyor. Bugün artık herhangi bir emeklinin ağır ameliyat olduğu zaman istediği özel veya devlet hastanesine gitme şansı var. Bu anlamda sağlıkta ve karayollarında yapılan ilerlemelerin inkar edilmesini haksızlık olarak görüyorum. Muhalefette olan bir parti olsam “Daha iyisi olabilirdi ve ben daha iyisini yapacağım” diye konuşurdum. Ama şimdi “Bunlar b.. ettiler” dersen bu sözler, sokakta sağlık hizmeti alan, ulaştırma hizmeti alan adama çarpıyor. Geliri eskiye göre artmış adama çarpıyor ve o adamlar iktidara karşı haksızlık yapılıyor diye düşünüp oy vereceği varsa da o sözü söyleyene oyunu vermiyor. Mesela bu anlamda CHP’ de olumlu değişiklikler görüyorum.

CHP “Aile sigortası” diyor...

‘Aile Sigortası’ AK Parti’nin yaptığı sosyal yardımların kurumsal hale getirilmesi anlamında doğru bir çözüm. Yoksul açısından fukara edebiyatı yaptırmak ve onları dilenci konumuna sokup rencide etmektense, “Sen bu parayı alacaksın, benim görevim sana hizmet etmek. Ama aynı zamanda sana bunu kurumsallaştıracağım ve herhangi bir iktidar değişiminde bu haktan mahrum kalmanı engelleyeceğim” demek daha doğru bir söylemdi. Bunu CHP söyledi ve pek çok insan tarafından bu fikir olumlu karşılandı.

Yavuz Bey bize zaman ayırdığınız için size Medyaradar okurları adına teşekkür ediyorum. Türkiye’de her şeyin çok daha güzel olmasını umud edelim ve isteyelim...

RÖPORTAJ: YÜKSEL ŞENGÜL