YAŞAR KEMAL'E FAHRİ DOKTORA!
Yaşar Kemal'in fahri doktorası, dün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde düzenlenen bir törenle verildi.
Yaşar Kemal’in fahri doktorası, dün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde düzenlenen bir törenle verildi. Yazarın dostlarının, MSGSÜ öğretim üyelerinin ve öğrencilerin doldurduğu salonda ilk sözü rektör Prof. Yalçın Karayağız aldı. Karayağız, “Yaşar Kemal’in ilk profesyonel uğraşı tabelacılıktır. Manzara resimleri de yapmış, okulumuzda misafir öğrenci olmuştur. Onu özgün kılan yanlarından biri de güzel sanatlarla ilişkisidir” dedi. Ardından Doğan Hızlan, Tarık Günersel, Zeki Coşkun Yaşar Kemal’i anlattılar. Yaşar Kemal de anılarla süslediği samimi bir konuşma yaptı ve Gürer Aykal yönetimindeki MSGSÜ Orkestrası’nın konseriyle tören sona erdi.
İşte Yaşar Kemal’in Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki fahri doktora töreni için hazırladığı konuşmanın tam metni:
Mimar Sinan Üniversitesinin bana fahri doktora vermesinden dolayı mutluyum. Teşekkür ederim.Benim buralara ilk gelişim 1946 yılında idi. Genç bir havagazı memuru olarak öğleye kadar çalışıyordum. Öğleden sonra da heykel atölyesinde toprak yoğuruyordum. O sıralar İlhan Koman’la birlikte Tarlabaşı’nda bir evde oturuyorduk. Pek iyi bir heykel üretemedim ama çok güzel dostluklarım oldu. Bugün beni 20 yaşlarıma götürüyor ödülünüz. Bu da ayrı bir mutluluk.Biz sanatın gücüne ve sanatçının sorumluluğuna inanan bir kuşaktık. Sanatçı güzel yapıtlarla dünyamızı zenginleştirecek diyorduk. İnsan kültürüne bir şeyler katacak. Kötülüklerle en önde, kellesini koyarak dövüşecek.Biz edebiyatımızda inatla yaşama sarıldık. İnatla bu topraklarda yaşanan acıların, duyulan özlemlerin sesi olmaya uğraştık. İnatla kendimize dönüşü gerçekleştirmeye çalıştık. Bunun için de çoğumuz bedel ödedik.Zilli kurt diye çok anlattığım, yazdığım bir gerçek vardır. Doğu Anadoluda kurtlar bir beladır. Bir kurt bir koyun veya keçi sürüsüne dalar, bütün sürüyü parçalar. Kurt dalmış sürüden artık hayır yoktur. Ve koyundan, keçiden başka geçimi olmayan Doğu Anadolu halkı, sürüsüne kurt girmişse çöker, biter, açlıkla karşı karşıya kalır. Bu durumda köylü, kurttan öcünü almak ister. Atlanırlar, köpeklerini, iplerini alırlar. Kurt avına çıkarlar. Kurtları diri yakalamaktır en büyük amaçları. Usulünü bilirler, kurtları diri yakalarlar. Kin bağladıkları, öç almak istedikleri kurda bir fiske bile vurmazlar. Kurdu hiç incitmezler. Yalnız sağlam bir telle ya da kirişle kurdun boğazına bir zil takarlar ve kurdu salıverirler. Boğazı zilli kurt, hiçbir canlıya yaklaşamaz. Boğazında zil, bozkırlar boyunca, dağlar boyunca koşar durur ve bir gün açlıktan ölür. Bu, insan aklına gelen işkencelerin, zulümlerin en korkunçlarından biridir.Türkiye’de pek çok yazar bu bedeli zilli kurt olarak ödemiştir.1951 yılında Arif Dino beni Cumhuriyet gazetesine götürdü. Nadir Nadi beni önce Diyarbakır’a gönderdi. Sonra Van, Antep, 11 yıl karış karış bütün Anadolu’yu dolaşarak röportaj yaptım.
Adana’da iki sürgün bana çok yardım etti; Arif Dino ve Abidin Dino. Pertev Naili Boratav’la da dostluğum vardı, Ahmet Kutsi Tecer’le de, Behçet Kemal’le de. Nurullah Ataç Adana’ya geldiği zaman tanıştım onunla, büyük bir dostluğum oldu. Sabahattin Eyüboğlu’yla dostluğum, arkadaşlığım oldu. Böyle bir grup içinde yola çıktım ben.Bir sanatçı gökten düşmez. Bir birikim meselesidir bu.Önümüzde Halide Edip, Yakup Kadri, Sabahattin Ali vardı. Sonra bizim kuşağımız geldi...Sait Faik Anadolu asıllı, İstanbulda yaşayan bir kişiydi. İstanbuldaki hayatının küçük ayrıntılarını destanlaştırdı. Orhan Kemal’le beraber geldik Adanadan. O, köylerden şehirlere akını, yerleşmeyi ve mevsim işçilerinin gurbet hayatını yazdı. Herkes yaşamını yazıyordu.Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlar geldiler, bir Fakir Baykurt, bir Talip Apaydın geldi. Bir de yaşamını yazan Halikarnas Balıkçısı var. Anadolu Edebiyatı geleneğine sonradan katılmış, bu geleneği en iyi temsil eden büyük bir romancıdır.‘İlyada’yı Azra Erhat’ın ve A. Kadir’in güzel çevirilerinden okumuştuk. En büyük Türk şairi Nâzım Hikmet’in ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ adlı büyük destanı ‘İlyada’dan sonra yazılmış belki en büyük Anadolu destanıdır. Bugünkü Türk Edebiyatının ikinci bir kökü var. Bu edebiyat bir yandan da Yunus Emre’den, Köroğlu’ndan, Pir Sultan Abdal’dan, Dadaloğlu’ndan, Karacaoğlan’dan, Âşık Veysel’den gelir.Bizim kuşak Batı taklitçiliğini bu toprakların yaratıcılığına en büyük engel gördü.Ben halk dilinin zenginliğinden, sözlü edebiyatımızdan çok yararlandım. Öz kaynağımdır halkın ürünleri. Bütün sanatların kökünde halkın yaratıları, yaratı gelenekleri vardır. Büyük müzikçileri alın, temalarını birazcık deşin, altından halkın on binlerce yıl boyunca oluşturduğu melodiler çıkar.Halkların öz kültürleri, tüketici kültürünün –buna kültür denirse– kuşatmasında sıkıştı. Yavaş yavaş kişiliklerini yitiriyorlar. İnsanlık elbette buna dur diyecek. Sanatçılar da bin çiçekli dünya kültüründen her çiçeğin üstüne titreyecekler. Dünya bu bilince doğru gidiyor.Yalnız burada başka bir tehlike bizi bekliyor: Halkın yüzlerce, binlerce yıl yarattığı ürünlere öykünmek... Öykünme başka, özümseme başka. Halk ürünlerine öykünmek değil, özümsemek... Batı, Doğu kültürlerine öykünmek değil, özümsemek. Doğaya öykünmek değil, özümsemek... Böylece zenginleşerek, özümseyerek yaratıcılığa kavuşmak. Dünyayı, insanı yaşayarak derinlemesine öğrenmek, yaşayarak yaratmak ve dünyanın yaşamına sonuna kadar katılmak...Çağımızın büyük şairi Nâzım Hikmet son şiirlerinden birinde “Şairlik kanlı zenaat”, diyordu. Ve bizde sanat kanlı bir zenaat olma namusunu sürdürüyor.17. yüzyılda bir şiiriyle binlerce kişiyi ayaklandıran Pir Sultan Abdal da imanını şöyle belirtiyordu:
Yemenden öte bir yerde,Düldül hâlâ savaştadır.