“Yandaş” olmak için “Ölçüsüz” olmak şart mı?..
Medyaradar medya analisti Atilla Akar, son günlerde TV ekranlarında konuşmacıların birbirine karşı artan hakaret, küfür ve tehdit dolu ifadelerine karşı tepkisini koydu…
İnsan herhangi bir siyasi akımın “Yandaşı” olabilir. Yandaş derken illâ “AKP yandaşlığı”nı kastetmiyorum. İsteyen, istediği kesimin “yandaşı” olabilir. Terörü, vatan hainliğini, darbeciliği savunmadığı sürece bence sorun yok. Ancak bunlarda yetmez. Savunduğun şeyleri belli bir edep, seviye ile savunman gerekir. Aksini yapıyorsan zaten sen bir “düşünce”yi savunmuyorsun demektir. Düşünmeyi beceremedikten, onu belli bir incelikle savunamadıktan sonra bir “düşüncen” olsa kaç yazar, olmasa kaç yazar? Sadece zaten tavan yapan gerilimi kışkırtmaktan başka bir şey yapmıyorsun demektir. Ortalığı kasıp kavurmanın alemi yok!
Herkesin düşüncesi kendine göre “kutsal” veya “doğru”dur. Kimse düşüncesine yerli yersiz, ileri geri saldırılmasından hoşlanmaz. Bu tüm “taraflar” için geçerlidir. Aksi taktirde ortalık futbol statlarına, o düşüncenin sözüm ona yandaşları da futbol “Holigan”ına döner. Düşünce insanlarını alelade bir sokak kabadayısından, mahalle lümpeninden ayıran bir şeyler olmalı değil mi? Tabii kendini öyle hissedebiliyorsan şayet!
O yüzden insanın sadece “doğru” (Doğru burada görecedir) olduğuna inandığı bir fikri savunması yetmez. O savunduğu “doğru”yu doğru biçimde de savunması gerekir. Aynı nedenle insan bir “doğru”yu son derece “yanlış” biçimde de savunabilir. Bunu yaparken kendisini öyle kaptırır ve gaza getirebilir ki ağzından çıkanı kulağı duymayabilir. Hele de entelektüel kapasitesi yetersizse bu açığını ancak kaba tavırlarla kapattığını zanneder. Bu gibi hareketleriyle öncelikle düşüncenin saygınlığını zedeler. (Umurlarında mı acaba?) Daha da fenası bunun farkında varabilecek durumda bile değildir. Acınası bir çelişkidir bu!
“YANDAŞLAR” NİÇİN DİLİNE HAKİM DEĞİL?
Ne yazık ki -aslında epeydir süren- bir eğilim uç vermiş ve giderek daha da “cüretkâr” hale gelmiştir. Artık belli bir kalibrede tartışma, şu veya bu yönde fikir beyan etme gitmiş, yerine anlamadan, dinlemeden, otomatiğe bağlanmış bir hakaret, küfür hatta tehdit etme refleksi gelmiştir. Maalesef ki bu gibi tavırlar belli yerlerden teşvik görüyor izlenimi veriyor. Yoksa bir günde bu noktaya gelmedik!
Herkes bir şeyleri savunacağım diye ortalığı kırıp döküyor. Bir dakika olsun durup düşünmüyorlar. “Normal”e ulaşmak artık neredeyse bir hayal. Bazıları adeta bir “Nefret jeneratörü” gibi çalışıyor. Herkes bir diğerine göre “düşman.” Makulü savunanlar, sakin konuşanlar neredeyse “hain” ilan edilecek. Tuhaf bir hırs bulutu ortalığı kaplamış vaziyette. Sadece gözü dönmüş kincilik prim yapıyor. Ağızdan çıkan lafların bir “ağırlığı” kalmadı artık. Her şey garip bir şekilde sindiriliyor. Toplumun önüne –maalesef- bunlar konuluyor. Sonuçları önemli değil. Negatiflik bedava, pozitiflik arada bulasın!
Nitekim bu konuda yaşanan en son olay bir TV tartışma programı esnasında Yazar Can Ataklı ile Savcı Sayan arasında geçmiştir. Savcı Sayan, Can Ataklı’ya “Geri zekâlı, aptal, senin dilini keserim” şeklinde laflar sarf etmiştir. Aynı şekilde Nihat Doğan da Fatih Portakal’a “Her köpek sahibine sığınır, her sahip de kendi köpeğini korur” şeklinde konuşmuştur. Tabii tersi de olabilirdi. Başkaları da onlara benzer sözler sarf edebilirdi. Sonuç değişmez. Benim açımdan kimin, kime yaptığı değil yapılan hareket önemli. Ha Ali ha Veli. Ne fark eder? Hepsi ayıp ve çirkince…
Burada tepkilerin haklı mı haksız mı olduğu ayrıca önemli değildir. Önemli olan böylesi lafların, hiçbir fren tertibatı olmaksızın, hem de kamuoyu önünde sanki “normal” veya “sıradan” laflar gibi kullanılabilmesidir. Bu anlamda kişiler de önemli değildir. Önemli olan tavrın kendisidir. Değildir çünkü hem bu gibi laflar ilk defa kullanılmıyor hem de belli ki bu gidişle daha da kullanılacaktır. Burada kişiler ancak konuya değinmemiz için birer “vesile”dir. Yoksa bu yazı özellikle onlara karşı yazılmış değildir. Çünkü bugün birisi yarın başka birisi. O kadar çok “potansiyel aday” var ki!
Unutmayın; mühim olan “ölçüsüz”lüğün kendisidir. Bu noktada “makul”ü zorlayan “edep dışı”, “terbiye dışı” davranışlar fütursuzca öne çıkmaktadır. Bu gibi tavırlar yapana yahut “yandaşına göre” göre değişen bir şey değildir. Filanca yaparsa “iyi”, falanca yaparsa “kötü” de değildir. Yapana bağlı olmaksızın hepsi “kötü”dür. Oysa kriter çok basittir; “Sana söylenmesini istemediğini sende başkasına söyleme!..” Tabii herkes “çapına göre” konuşur o başka!
Daha da vahimi bu gibi sözlerin artık toplumu rahatsız etmemesi hatta bırakın rahatsız etmeyi herkesin kendi “yandaşı”na göre bu gibi çıkışları olumlaması, “Aferin ne de güzel çaktı”, “ne de güzel ağzının payını verdi”, vb şeklinde karşılanmasıdır. Durum adeta “normallik” kazanmıştır. Hangi ara bu kadar “Kıyıcı” ve “ölçüsüz” bir noktaya geldik bilemiyorum. Bu kadar “tahripkâr” olmak şart mı?
Dahası küfür, hakaret, tehdit ve benzeri saygısız davranışlar “yandaş” olmanın olmazsa olmaz adeta ön şartı mı? Bunlar olmadan bir kesim, düşünce, akım, parti, vb savunulamıyor mu? İşleri bu kadar ayağa düşürmek şart mı? Tepkiler daha “edebince” ifade edilemez mi? Kabalığa mecbur muyuz? Bu basitliğe mahkûm muyuz? Bıkmadınız mı bu fasit daireden?
GAZETE-TV PATRONLARINA, PROGRAMCILARA, SEYİRCİLERE ÖNERİMDİR!
Bugün şu veya bu nedenle, şu veya bu hesapla bu gibi kişilere, tavırlara ekranlarınızı, sayfalarınızı açabilirsiniz. Dönemin negatif etkilerine (Reyting, siyasi yaranma, tarafgirlik, vb) sizde kapılabilir daha vahimi umursamıyor olabilirsiniz. Ancak unutmayın ki aynı zamanda “toplumsal sorumluluğu” olan bir iş yapıyorsunuz. “Bana ne, ben demiyorum ki birbirlerine diyorlar” diyemezsiniz. Çanağı tutan sizsiniz!
Üstelik burada sadece “bireysel” bir davranış değil, aynı zamanda toplumsal açıdan “bulaşıcı” bir davranış söz konusudur. Söylenilen her benzeri söz sadece edep dışı olmakla kalmayıp, toplumda ayrışmayı, saflaşmaları, nefreti derinleştirir mahiyettedir. En hafif tabirle “kötü örnek” tir. Herkes ahlaken ne dediğine dikkat edecek. Yoksa sittinsene “huzur” bulamayız!
Sonuç olarak önerim; TV-Gazete patronları kime “yandaş” olursanız olun “ölçüsüz” davranış ve sözlerin yandaşı olamazsınız. TV programcıları potansiyel olarak böylesi sözler söylemeye meyilli kişileri programlarına çıkartmayın, mikrofon tutmayın. (Birazda –kaldıysa eğer- ne dediğini bilen insanlara fırsat verin kardeşim. Bu “kör dövüşü”nün sonu yok! ) Gazetelerde köşeler açmayın. “Kamusal görev”inizi hatırlayın!
HERKES KENDİNE GELSİN!
En önemlisi izleyiciler, “Nasıl olsa benim adamım”, “bana yakın”, “iyi yaptı” demeyin. Bu gibi sözleri, davranışları ayıp sayın, kınayın, alkış tutmayın. Hatta mümkünse izlemeyin, izlettirmeyin. Çünkü bir kez bu davranışlara prim verdiğinizde (Şu an olduğu gibi) bunlar katlanarak artar ve yarın öbür gün kimin kime karşı kullanacağı belli değildir. Bu kadar asabiyet tüm bünyeye zarar!
Kimse sizden düşüncenizi, “taraf”ınızı terk etmenizi, “haklı” olduğunuza inandığınız şeylerden vazgeçmenizi istememektedir. Gerekirse sert hatta “delikanlıca” tepkinizi vereceksiniz. Ancak bütün bunları belli bir seviye, estetik ve edep dahilinde yapacaksınız. Bu sizin “kişisel tercih”inize kalmış bir şey de değildir. Mecbursunuz ve sorumlusunuz. Herkes ne konuştuğunu, nerede konuştuğunu bilecek. (Kahvehanede okey muhabbeti yapmıyorsunuz.) Üslubunuza dikkat edeceksiniz. Başka yolu yok!
Tekrar ediyorum; derdim –her zaman olduğu gibi- kişilerle değil tavırlarladır. Aranızdaki “hesaplaşmalar” da beni ilgilendirmiyor. Artık hangi cenah adına olursa olsun ben kendi payıma bu gibi davranışlardan bıktım. Ne adına olursa olsun dilimizi, edebimizi, kalitemizi kimsenin bozmaya, kirletmeye, toplumsal tansiyonu daha da yükseltecek söylemlere hakkı olmamalı diye düşünüyorum…
17. 11. 2016.
[email protected]