21 Mar 2011 14:23
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:09
YALAN SÖYLER, İFTİRA ATAR; DURMADAN MESLEKTAŞLARINI İHBAR EDERLER! YILDIRIM TÜRKER'DEN LİNÇ GAZETECİLERİ!
Gerçekten de onlar, basın tarihimizin her satırında, devletlerinin koltukaltında faaliyet sürdüren utanmazlardır.
Fahri hukuk erbabı
Dün Radikal 2’de Ertuğrul Mavioğlu ‘her devrin zabıt kâtipleri’ diye tanımlıyordu onları. Linç gazetecilerini.
Gerçekten de onlar, basın tarihimizin her satırında, devletlerinin koltukaltında faaliyet sürdüren utanmazlardır.
Hayatımızı kirletmek için ellerinden geleni yaparlar.
Sözlerine güven olmaz. Farklı menfaatların buzlu ışığı altında kendi postlarını birer ikbal kapısı olarak görüp sırtlarını güçlüden ayırmazlar.
Yalan söyler, iftira atar; durmadan parmak kaldırıp devletlerine kendi vatandaşlarını, hatta meslektaşlarını ihbar ederler.
Bir de şimdi örneklerini görmekte olduğumuz vahşiler var elbet. Her durumu ille de kendi kapılarının eşiğinden okuyup, kendi yükseliş-korunup sakınılma öykülerine yakışacak şekilde yorumlayanlar.
Etik diye çığlık çığlığa hukuktan dem vuran muhayyel hukuk devleti demokratları.
Şık ve Şener’in tutuklanmasıyla birlikte bu eşhasın her biri gönlündeki savcıyla yetinmeyip yanına iki de polis çıkarıvermiş, harıl harıl bu rezaleti kitabına uydurmaya çalışıyor.
Meğer hukuka, meğer yüce Türk yargısına ne kadar inanırlarmış.
Meğer nasıl da ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz’cıymışlar.
Hukuk hepimize lazım, olmadı mı, bekleyelim bakalım ne çıkacak; devlet dersinden yıldızlı pekiyi almayı garanti etmek lazım.
Öncelikle ifadeleri, bütün mahkeme kayıtlarını satır satır okumalar; gözlerini belerterek ‘valla iddialar çok ciddi’ deyip hükümden kaçınır gibi yapmalar.
Ahmet’in kitabını didikleyip art niyetini sergilemek için kırk dereden su getiriyor kimileri.
Yeni bulgular, savcının iddianamesine katkı sağlayacak yeni ipuçları peşinde dedektiflik yapıyorlar.
Zekeriya Öz, çiçeği burnunda bir genelkurmay başkanı diliyle konuştukça hükümetlerine olan sadakatleri pekişiyor. Kendileri de zamanında nasıl koğuşturuldular ise meslektaşlarına aynı yöntemler, aynı öcülerle saldırıyorlar.
Aferin onlara. Burjuva hukuku demokratlarına.
Hukuk deyince
Ne zaman hukuk ve adalet üstüne düşünmeye koyulsam kulaklarımda Anatole France’ın buz gibi sözleri çınlar: “Hukuk, o muhteşem eşitlikçiliğiyle, köprü altında yatmayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı yoksullara da varsıllara da aynı şekilde yasaklar.”
Gerekliliği konusunda hemfikir olduğumuz, toplumsal varoluşumuzu üstüne inşa etmek zorunda olduğumuz hukuk ilkeleri üstüne düşünürken bizi kaşındıracak bu sözlerin ışığına ihtiyacımız var. “‘Önce vatan’cı yargıçların tahakkümü altında boğulurken kurtuluşu sadece hukukun eşitlikçi ilkelerinde bulabiliriz yanılsamasından kurtulmak için” yazmışım yıllar önce.
Onların yerini polis hukuku, cemaate hörmetli yargı aldı sadece.
Bu konuda söz alır almaz dilimi mahcup, sözümü puslu kılıverenin ne olduğunu biliyorum. Hukukun üstünlüğü, hukuk devletinin gerekliliği üstüne konuşurken beni kekeme kılan, France’ın nihilizmi olduğu kadar, adalete olan tutkum. Devletin olduğu yerde adaletin esamisinin okunmayacağına dair inancım. Hukuk devleti tamlamasının beni ürpertmesinden, bu ülküyle hemen hiçbir bağ kuramamama rağmen kimileyin hukuk ilkelerinin gözlemcisi konumuna oturmanın mahcubiyetinden söz etmek istiyorum. Bir devletin sorumluluk sahibi vatandaşı olmakla benim aramdaki gerilimden.
Adalet duygusunun dürtmesiyle bir uzlaşma zemininde dünyayla buluşuyorum. Dilime çekidüzen veriyorum. Hukuktan, hukukun eşitlik ilkesinden dem vuruyorum. Birilerini, bir şeyleri korumaya çalışıyorum. Buraya, şimdi, tutunmak istiyorum. Oysa bu çaba esnasında unutulmaya yüz tutan, gitgide silinen adalet ülküsünün ardından zarifçe el sallıyormuşum duygusunu silemiyorum içimden. Sadece yasalarla, yasaların uygulanışındaki yorumların serbestliğiyle, Türk adalet sisteminin zaaflarıyla haşır neşir oldukça haz ve mutlulukla aramıza giren mesafeyi iyice açıyoruz gibime geliyor.
Çünkü adaletin, benim için en geçerli tanımı ta 18. yüzyıl sonundan. William Godwin’den. “Bir insanın bir başkasına karşı davranışının hakiki ölçüsü, adalettir” diyor Godwin. “Adalet, en büyük miktarda haz ve mutluluk yaratmayı amaçlayan ilkedir. Adalet, benim, insanlık çıkarlarının yansız gözlemcisi olmamı ve kendi tercihlerimi göz ardı etmemi gerektirir.”
İnsanlık çıkarlarının yansız gözlemcisi olmak, insana olağanüstü bir huzursuzluk vaat ediyor. Orada, hukukun, devletin asal tercihleriyle belirlenmiş ölçütlerinin serinliğine yer yok.
Yargının tarafı bellidir
‘Yüce Türk Adaletine’ inanıp sığınmak, ‘Yüce mahkemenin kararına saygı duymak’, ‘Şeriatın kestiği parmağın acımaması’ ve benzeri klişelerle yargıya gösterilen saygı, neyi sağlamlaştırıyor? Bu vatandaşlık bilinci gösterisinin içtenliğine inanmak mümkün mü? Yasalar karşısında boynu kıldan ince vatandaş müsameresine çıkan, bu danışıklı dövüşten bir an için sıyrılabilse kim bilir diyeceği neler vardır. Sözgelimi beni heyecanlandıran, kendisini tutuklamaya gelen polisin “Seni kanun namına tutukluyorum” sözüne “Ben de seni özgürlük namına tutukluyorum” cevabını yapıştıran anarşist Duval.
Yargının siyasallaşması konusunda gösterilen karşılıksız kaygı da cevabını yine birkaç yıl önce Yüksek Seçim Kurulu Başkanı’ndan almıştı: “Yargı siyasallaşmaz. Yargı, devletin menfaatlarına bakar.”
Demem o ki, yargı, zaten siyasidir. Doğası icabı siyasidir. Tarafı bellidir.
Ama işte insan kalmak adına mücadele etmenin yollarını bir bir denerken, insan karşısındakinin, nefret ettiğinin, hayatın düşmanı gördüğünün alanında da at koşturuyor. Çoğunluk sonuç alamayacağını bile bile ‘bağımsız’ yargının üstünde baskı oluşturmaya, adalet adına o yargının alanında ayakta durmaya çalışıyor. İnsanlık çıkarlarının yansız gözlemcisi olmak, kendi tercihlerini göz ardı etmek adına kimileyin en karşı olduğu insanları bile yargı karşısında savunmak zorunda kaldığı gibi. Adalet duygusunun verdiği huzursuzluk bunu gerektiriyor çünkü. Aksi takdirde sadece bize sunulan en bereketli imkâna; nefrete yaslanırsak, zamanla nefret ettiğimize dönüşüyoruz. Adalet duygusunun dikte ettiği ilkeler, nefretimizin en beter yan etkisi olan körleşmeye mani oluyor. Yasaları, açıklarını, en önemlisi geçmişlerini bilmek, onları yeri geldiğinde yazana ters tepen birer silah olarak yönlendirebilmek önem kazanıyor.
Hiçbir zaman adalete ulaşamayacağını bildiğimiz yoksulu, yoksunu, kimsesizi, efendisizi, çocuğu devletin pençelerinden şimdilik az hasarlı olarak kurtarabilmenin önemi. Hukukun adaletle ilişkisini yalnız bu faydacı yaklaşım dolayında anlayabiliyorum.
Hayır, sizin kadar saygılı değilim bu konuda
Yıldırım Türker/Radikal
Dün Radikal 2’de Ertuğrul Mavioğlu ‘her devrin zabıt kâtipleri’ diye tanımlıyordu onları. Linç gazetecilerini.
Gerçekten de onlar, basın tarihimizin her satırında, devletlerinin koltukaltında faaliyet sürdüren utanmazlardır.
Hayatımızı kirletmek için ellerinden geleni yaparlar.
Sözlerine güven olmaz. Farklı menfaatların buzlu ışığı altında kendi postlarını birer ikbal kapısı olarak görüp sırtlarını güçlüden ayırmazlar.
Yalan söyler, iftira atar; durmadan parmak kaldırıp devletlerine kendi vatandaşlarını, hatta meslektaşlarını ihbar ederler.
Bir de şimdi örneklerini görmekte olduğumuz vahşiler var elbet. Her durumu ille de kendi kapılarının eşiğinden okuyup, kendi yükseliş-korunup sakınılma öykülerine yakışacak şekilde yorumlayanlar.
Etik diye çığlık çığlığa hukuktan dem vuran muhayyel hukuk devleti demokratları.
Şık ve Şener’in tutuklanmasıyla birlikte bu eşhasın her biri gönlündeki savcıyla yetinmeyip yanına iki de polis çıkarıvermiş, harıl harıl bu rezaleti kitabına uydurmaya çalışıyor.
Meğer hukuka, meğer yüce Türk yargısına ne kadar inanırlarmış.
Meğer nasıl da ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz’cıymışlar.
Hukuk hepimize lazım, olmadı mı, bekleyelim bakalım ne çıkacak; devlet dersinden yıldızlı pekiyi almayı garanti etmek lazım.
Öncelikle ifadeleri, bütün mahkeme kayıtlarını satır satır okumalar; gözlerini belerterek ‘valla iddialar çok ciddi’ deyip hükümden kaçınır gibi yapmalar.
Ahmet’in kitabını didikleyip art niyetini sergilemek için kırk dereden su getiriyor kimileri.
Yeni bulgular, savcının iddianamesine katkı sağlayacak yeni ipuçları peşinde dedektiflik yapıyorlar.
Zekeriya Öz, çiçeği burnunda bir genelkurmay başkanı diliyle konuştukça hükümetlerine olan sadakatleri pekişiyor. Kendileri de zamanında nasıl koğuşturuldular ise meslektaşlarına aynı yöntemler, aynı öcülerle saldırıyorlar.
Aferin onlara. Burjuva hukuku demokratlarına.
Hukuk deyince
Ne zaman hukuk ve adalet üstüne düşünmeye koyulsam kulaklarımda Anatole France’ın buz gibi sözleri çınlar: “Hukuk, o muhteşem eşitlikçiliğiyle, köprü altında yatmayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı yoksullara da varsıllara da aynı şekilde yasaklar.”
Gerekliliği konusunda hemfikir olduğumuz, toplumsal varoluşumuzu üstüne inşa etmek zorunda olduğumuz hukuk ilkeleri üstüne düşünürken bizi kaşındıracak bu sözlerin ışığına ihtiyacımız var. “‘Önce vatan’cı yargıçların tahakkümü altında boğulurken kurtuluşu sadece hukukun eşitlikçi ilkelerinde bulabiliriz yanılsamasından kurtulmak için” yazmışım yıllar önce.
Onların yerini polis hukuku, cemaate hörmetli yargı aldı sadece.
Bu konuda söz alır almaz dilimi mahcup, sözümü puslu kılıverenin ne olduğunu biliyorum. Hukukun üstünlüğü, hukuk devletinin gerekliliği üstüne konuşurken beni kekeme kılan, France’ın nihilizmi olduğu kadar, adalete olan tutkum. Devletin olduğu yerde adaletin esamisinin okunmayacağına dair inancım. Hukuk devleti tamlamasının beni ürpertmesinden, bu ülküyle hemen hiçbir bağ kuramamama rağmen kimileyin hukuk ilkelerinin gözlemcisi konumuna oturmanın mahcubiyetinden söz etmek istiyorum. Bir devletin sorumluluk sahibi vatandaşı olmakla benim aramdaki gerilimden.
Adalet duygusunun dürtmesiyle bir uzlaşma zemininde dünyayla buluşuyorum. Dilime çekidüzen veriyorum. Hukuktan, hukukun eşitlik ilkesinden dem vuruyorum. Birilerini, bir şeyleri korumaya çalışıyorum. Buraya, şimdi, tutunmak istiyorum. Oysa bu çaba esnasında unutulmaya yüz tutan, gitgide silinen adalet ülküsünün ardından zarifçe el sallıyormuşum duygusunu silemiyorum içimden. Sadece yasalarla, yasaların uygulanışındaki yorumların serbestliğiyle, Türk adalet sisteminin zaaflarıyla haşır neşir oldukça haz ve mutlulukla aramıza giren mesafeyi iyice açıyoruz gibime geliyor.
Çünkü adaletin, benim için en geçerli tanımı ta 18. yüzyıl sonundan. William Godwin’den. “Bir insanın bir başkasına karşı davranışının hakiki ölçüsü, adalettir” diyor Godwin. “Adalet, en büyük miktarda haz ve mutluluk yaratmayı amaçlayan ilkedir. Adalet, benim, insanlık çıkarlarının yansız gözlemcisi olmamı ve kendi tercihlerimi göz ardı etmemi gerektirir.”
İnsanlık çıkarlarının yansız gözlemcisi olmak, insana olağanüstü bir huzursuzluk vaat ediyor. Orada, hukukun, devletin asal tercihleriyle belirlenmiş ölçütlerinin serinliğine yer yok.
Yargının tarafı bellidir
‘Yüce Türk Adaletine’ inanıp sığınmak, ‘Yüce mahkemenin kararına saygı duymak’, ‘Şeriatın kestiği parmağın acımaması’ ve benzeri klişelerle yargıya gösterilen saygı, neyi sağlamlaştırıyor? Bu vatandaşlık bilinci gösterisinin içtenliğine inanmak mümkün mü? Yasalar karşısında boynu kıldan ince vatandaş müsameresine çıkan, bu danışıklı dövüşten bir an için sıyrılabilse kim bilir diyeceği neler vardır. Sözgelimi beni heyecanlandıran, kendisini tutuklamaya gelen polisin “Seni kanun namına tutukluyorum” sözüne “Ben de seni özgürlük namına tutukluyorum” cevabını yapıştıran anarşist Duval.
Yargının siyasallaşması konusunda gösterilen karşılıksız kaygı da cevabını yine birkaç yıl önce Yüksek Seçim Kurulu Başkanı’ndan almıştı: “Yargı siyasallaşmaz. Yargı, devletin menfaatlarına bakar.”
Demem o ki, yargı, zaten siyasidir. Doğası icabı siyasidir. Tarafı bellidir.
Ama işte insan kalmak adına mücadele etmenin yollarını bir bir denerken, insan karşısındakinin, nefret ettiğinin, hayatın düşmanı gördüğünün alanında da at koşturuyor. Çoğunluk sonuç alamayacağını bile bile ‘bağımsız’ yargının üstünde baskı oluşturmaya, adalet adına o yargının alanında ayakta durmaya çalışıyor. İnsanlık çıkarlarının yansız gözlemcisi olmak, kendi tercihlerini göz ardı etmek adına kimileyin en karşı olduğu insanları bile yargı karşısında savunmak zorunda kaldığı gibi. Adalet duygusunun verdiği huzursuzluk bunu gerektiriyor çünkü. Aksi takdirde sadece bize sunulan en bereketli imkâna; nefrete yaslanırsak, zamanla nefret ettiğimize dönüşüyoruz. Adalet duygusunun dikte ettiği ilkeler, nefretimizin en beter yan etkisi olan körleşmeye mani oluyor. Yasaları, açıklarını, en önemlisi geçmişlerini bilmek, onları yeri geldiğinde yazana ters tepen birer silah olarak yönlendirebilmek önem kazanıyor.
Hiçbir zaman adalete ulaşamayacağını bildiğimiz yoksulu, yoksunu, kimsesizi, efendisizi, çocuğu devletin pençelerinden şimdilik az hasarlı olarak kurtarabilmenin önemi. Hukukun adaletle ilişkisini yalnız bu faydacı yaklaşım dolayında anlayabiliyorum.
Hayır, sizin kadar saygılı değilim bu konuda
Yıldırım Türker/Radikal