VEDAT MİLOR'DAN ELEŞTİRİLERE YANIT; GÖZLERİNE BAKTIĞIM KUZUYU ASLA YEMEM!
Şarap ve yemek eleştirmeni Vedat Milor'dan samimi açıklamalar geldi.
7 yıldır Milliyet’te köşe yazan, 3 yıldır NTV’de ‘Tadı Damağında’ adlı programı sunan şarap ve yemek eleştirmeni Vedat Milor, kimilerince sadece kuzularla özdeşleştirilmiş olsa da kelimenin tam anlamıyla dirsek çürütmüş bir ‘genius’.
Boğaziçi Üniversitesi, London School of Economics, Berkeley Üniversitesi, Dünya Bankası, Brown, Princeton ve Stanford Üniversiteleri, Georgia Teknoloji Enstitüsü, İstanbul Koç Üniversitesi, Milor’un hayatının ‘Hey maşallah’ dedirten kaba bir özeti.
Bütün bu okullarda hayattan kaçmak için okuduğunu söyleyen Milor’un 20’li yaşlarda burnunun çok iyi koku aldığını fark etmesiyle başlıyor asıl hikâye… Hepsi ve daha fazlası için söz kendisinde…
Özgeçmişinizi okuduktan sonra bana ‘Vedat Milor başbakan,
Türkiye şampiyon’ demek düşüyor.
Başbakan olmak istemedim çünkü o tip görevlerin insanı yıprattığını
düşünüyorum. Dedem Halit Nazmi Keşmir bakandı. Dedemi İnönü atıyor
başbakanlığa, kabineyi kurarken kalp krizi geçiriyor. Babam da dört
dönem milletvekilliği yaptı, politik dünyayı biraz gözlemlemiş
biriyim. Benim için hiçbir cazibesi olmayan bir meslek.
Size ne demek gerekiyor, yemek ve şarap eleştirmeni mi,
gurme mi?
Şarap ve yemek eleştirmenliğini tercih
ediyorum. Kamuoyu beni yemekle tanıdı ama asıl alanım şaraptır.
20’li yaşlarda çok iyi bir burnum olduğunu fark ettim, gerisi
geldi. Şarap ve yemek eleştirmenliği ciddi iştir, iyi bir damak ve
hafıza yetmiyor, iyi de yazmak gerekiyor. Ama işte Türkiye ’de
eleştiri geleneği yok... Gurmelik denince ‘Ah şuraya gittik’, ‘Ah
çok güzel olmuş’ ya da çoğu editoryal yazılar çıkıyor, lokantaların
para verip yazdırdığı yazılar bunlar... Onların eleştiriyle bir
alakası yok.
Programınız sırasında izleyicileri acıktırdığınızı
biliyor musunuz?
Özellikle gece veriyorlarsa öyledir.
Ama bu sadece benim kusurum değil, Türk mutfağının zenginliğinden
kaynaklanıyor bu. Aslında acıktırıyorsam, amacıma da ermişim
demektir. Bir sürü yere gidiyoruz, bazısı iyi, bazısı kötü çıkıyor.
Hayat kısa olduğu için iyi yemek yemek istiyorum. Ama beni
özellikle mutlu eden, tatmin veren izleyici kitlesine karınca
kararınca bir farklılık katabilmektir.
Programda ekrana yansımayan ilginç bir şey yaşandı mı
hiç?
Bir programda telefonum denize düşmüştü, ben
yemeye devam ettim. Karşımdaki beyefendide de mikrofon var, mutfağa
gittiğinde, “Enayi telefonunu denize düşürdü” diyor, kameramanlar
da bunu duyuyor. Çekimden 1-2 gün sonra söylediler, çok güldüm.
Sarsık bir tarafım vardır hakikaten.
Kaç yıldız vermiştiniz oraya?
Üç yıldız
vermiştim ki üç yıldız iyi demek oluyor. Yemeği güzeldi, ama o
lafını duysam herhalde beş yıldız verirdim, hoşuma gitti çünkü
(Gülüyor).
Çok iyi bir yemek yediğiniz anki ruh halinizi nasıl
tanımlarsınız?
O ruh hali sonradan ortaya çıkıyor.
“Arkadaşım bunu az pişmiş getir, kösele gibi getirme” derim ama
yemek sırasında yemeği anlatmayı sevmem. Programda iş olduğu için
konuşuyorum, anlatıyorum tabii ama iş dışında bu her şeyi bir
sınava çeviriyor bence. Kadın erkek ilişkisinde de böyledir bu.
Birini seviyorsunuz, önce elini tutacağım, sonra saçına dokunacağım
filan… Bazı şeyler doğal ve spontane oluşmalı. Bunu böyle
bilimselleştirmek bu süreci bayağılaştırıyor.
Ben sizi sabah, öğle, akşam Halil İbrahim Sofrası’nda
hayal ediyorum.
Kesinlikle değil. Az ama öz yemeye
çalışıyorum. Mesela bugün 07.30’da uyandım, zencefilli adaçayı
içtim, denize gittim. 2 kayısı, 4 kiraz yedim. 11.30’dan 12.30’a
kadar tenis oynadım. O arada bir şey yemedim, bol su içtim ama...
Öğle yemeğinde Gökçeada ’dan getirdiğim pembe domatesin üzerine
kekik ve zeytinyağı gezdirip, yedim. Yanında yeşil ve siyah zeytin,
çok az keçi peyniri, azıcık da biber salçası. Akşam da mantı
yiyeceğim ama başka bir akşam olsa böyle yemem. Bugün misafir
gelecek diye yapılıyor mantı. Şişman değilim değil mi ben?
Bir bakayım, değilsiniz…
İşte yani Halil
İbrahim Sofrası kursam ha bire, Halil İbrahim gibi olurdum
(Gülüyor).
İnsan evlat ayırt edemez ama, yine de en sevdiğiniz
yemeği sorsam…
Mevsimine göre değişiyor ama kabuklu
deniz ürünleri her zaman favorim.
Safınızı belirleyin, kabuklu deniz ürünleri mi kuzu
mu?
Kabuklu deniz ürünleri.
Peki siz patileri daha pembe pembe kuzuların korku
rüyası mısınız?
Bence en büyük korkuları İspanyollardır
çünkü onlar üç haftalık kuzu yerler. Kültürler çok farklı tabii,
İslam kültürünün önyargıları var. Ama onlara “Kuzuların korkulu
rüyası mısınız?” diye sormak, onların bize “Enginarların korkulu
rüyası mısınız?” demesi gibi bir şey. Adam şaşırır kalır yani. Ama
şunu unutmayın Türkiye ’de et yok, kuzu var; keçi var ki az
yeniyor. Hiç av etimiz yok, domuz da yemiyoruz.
Danayı da pek muhatap almıyorsunuz anladığım
kadarıyla.
Dana inanılmaz hormonlu. Hepsinde büyüme
hormonu var ve boğa spermi veriliyor. Küspeyle besleniyorlar ve tüm
bu etler amonyakla yıkanıyor. İnsanların sağlıklı sandıkları bu
etler aslında çok zararlı. Özellikle tavuk korkunç. Balıklara
gelince, yetiştirme balıklar iyi değil. Gerçek deniz levreği de yok
artık Türkiye ’de. Geriye en iyi kuzu kalıyor.
Kuzu dostlarından tepki geliyor mu size? “Üç haftalık
kuzunun gözlerinin içine baktınız mı Vedat Bey?” diyorlar
mı?
Bakmadım, önüme pişmiş geliyor. Ama bakarsam asla
ve asla yiyemem. Gösterseler, “Bak bu kuzuyu keseceğiz sana”
deseler, kuzuyu satın alırım kesilmesin diye. Ona kalbim
elvermez.
(Radikal)