Ünlü gazeteciden şok açıklama! Kızımın öldürülmesiyle tehdit edildim!
Kızın her gün şu saatte şu plakalı minibüsle şu adresten servise biniyor.Yarın servise binecek ve inmeyecek!
Gazeteci Yazar Ünal Tanık, Mavi Marmara olayının yaşandığı günlerde
eleştirel yazıları nedeniyle tehdit edildiğini açıkladı. Tanık, “
‘Gemi yola çıkmamalıydı’ tarzında yazılar yazdığım dönemde, her
zamanki gibi işe erken gitmiş, maillerimi tarıyordum. Baktım bir
mail. Evimin adresi, işte kızımın ismi yazıyor. ‘Kızın her gün şu
saatte şu plakalı minibüsle şu adresten servise biniyor. Yarın
servise binecek ve inmeyecek.’ yazıyordu. Kanal yönetimi ile
konuştuk, onlar da ‘bu insanların sağı solu belli olmaz’ demişti.
Yazının bir bölümünü çıkarmıştık” dedi.
Aksiyon dergisinden Cemal Kalyoncu’ya
konuşan Ünal Tanık, Mavi Marmara olayından 7 Şubat MİT krizine
birçok konuyu değerlendirdi. Tanık’ın Aksiyon’da yer alan röportajı
şöyle:
Şu an belli başlı gazetelerde yazanlar nasıl bu kadar kesin
kalem oynatabiliyor? Kimileri gazeteci olmadığı halde medyaya nasıl
bu kadar ayar verebiliyorlar?
İşte acı olan şey bu. Hükümete yakın medya çok acı bir şekilde tek
elden ve tek beyinden idare ediliyor. Tek elden idare edildiğine
ilişkin bir örnek, Başbakan’ın büyükşehir adaylarını açıklarken
Fatma Şahin’in elinden tuttuğu resim. Gazeteci olarak ben de
büyütecek olsam o şekilde kullanırdım. Bugün Gazetesi’nde resmi
gördüğümüzde kendi aramızda espri yaptık ‘Şimdi buradan çıkıp da
böyle bir sonuca varırlar mı?’ diye. Birkaç gün geçti, Yalçın
Akdoğan köşesinden bu fotoğrafa dair bir atış yaptı. O yorum
üzerinden de iş utanç verici bir noktaya taşındı. Daha çarpıcı bir
örnek, Başbakan’ın Karadeniz mitinginde salvo ateş yaptığı
‘Büyükelçiler ile ABD Büyükelçisi toplantı yaptı ve Halk Bankası ve
Türkiye ile ilgili şunları söyledi’ dediği açıklama. Bu bir ajans
haberi değildi. Ama ertesi gün hükümete yakın gazetelerin tamamında
aynı bilgi ve aynı ifadelerle yer aldı. Ertesi gün büyükelçi bunu
yalanladı. Türk Dışişleri Bakanlığı 3 gün boyunca bunun tabiri
caizse temizliğini yaptı. Tıpkı işte ‘İngiltere Başbakanı Cameron
gazete kapattı’ diye yaptığı açıklamada olduğu gibi. Burada büyük
kitlelere karşı mesaj veriliyor. Bunun düzeltmesini kaç kişi
görüyor? Aslında bugüne kadar art niyetli gazetelerin yaptığı
‘çamur at manşetten, düzeltme yap tek sütundan’ diye ifade edilen
bir yöntem vardı. Bugün hükümet de bunu yapıyor. Pervasız bir
şekilde…
Bu sanki hiç bitmeyecek bir süreç gibi mi? Yarını yok mu
işin? Nasıl izah edilebilir bu?
Ben AK Parti’yi bu hale getiren iki grup insan olduğunu söylüyorum
hep. Birinci grup, ‘bu dönem bir daha gelmeyecek’ diye kişisel
ikbalini tamamlayıp küpünü doldurmaya çalışanlar. İkinci grup da
‘bu dönem hiç bitmeyecek’ gibi bu işi sistematiğe bağlayıp kendi
düzenini sürdürmeye çalışanlar. Bu iki grup, AK Parti’nin bu
noktaya gelmesine sebep oldu. Bu şekliyle baktığımızda bu sürecin
bitmesini istemeyenler artık duvara toslanmak üzere olduğunu
görüyorlar. Duvara toslamadan veya tosladıklarında orayı yıkıp
geçmek için, duvarın 30 Mart olduğunu söylemeye gerek yok, her şeyi
yapmaya çalışıyorlar.
‘Cemaat örgüt ilan edilecek’ diye bir yazınız var, daha o
noktaya gelmeden çok önce…
17 Aralık Salı günü operasyon oldu, ertesi gün yazdığımız bir
haberdi o. O bilgi çok daha önce bizdeydi aslında ama yazmamıştık.
Sebebi, inanma ihtimali çok zordu. Yani ‘Bu kadarı da olmaz’
dedirtecek bir bilgi idi. Onun için bir-iki tane böyle onu haklı
çıkaracak bir şeyler çıksın istedim. Ama biliyordum ki hükümetin
niyeti bu. Rotahaber hep böyle öngörüleri ile bilindi. Onu o gün
yayımladığımızda hem cemaat hem de hükümet tarafından ciddi
eleştirilere muhatap olduk, ‘ya nasıl böyle bir şey olur’ diye.
Bizi arayan arkadaşlarıma veya bilmeden Rotahaber’i arayanlara
‘Merak etmeyin, hükümet kamuoyunu bir şekilde bir ay içinde
hazırlar’ demiştim, ikinci haftada örgüt demeye başladı. Bütünüyle
bir öngörüydü bu. Dershane tartışmasının başladığı ilk cuma Fox
TV’de bir programa katıldım. Orada da dedim ‘bu, hükümetin cemaatle
kavgayı başlatmak için bulduğu bir araç.’ Oradakiler de itiraz
etmişti.
Mesele ne aslında sizin yorumunuza göre?
Mesele, hükümetin cemaati mutlak bir şekilde kendine tabi kılmak
istemesi. Yani lider benim. Evet, Türkiye’nin siyasi anlamda
lideri, bunu kimse tartışmıyor; ama AK Partililerin sözlerine
baktığımızda Tayyip Bey’i başka bir yere koyuyorlar. İşte “Dokunmak
ibadettir” diyor biri. Öteki “Allah’ın bütün sıfatlarını taşıyan”
diyor. “Tayyip Bey, Türkiye için AK Parti liderinden, başbakandan
öte bir şey” diyenler de var. Şimdi buna baktığımızda başka bir şey
ortaya çıkıyor. Tayyip Bey’in, ‘Bana her şeyiyle tabi olacaksın,
her şeyiyle benim söylediğime boyun eğeceksin’ diyen tavrı. Bunu
gerçekleştirememenin bir sebebi. Bir diğer boyutu da niye
dershaneler üzerinden kavga başlatıldı? O da anlamsız değil.
Açıklamalardan anlıyoruz ki dershanelerden her yıl 1 milyon
dolayında insan geçiyor, yani cemaate yakın dershanelerden. Ve
üniversiteye yerleşemeyenlerden 8-10 bini de dil öğrenimi adı
altında dünyanın farklı bölgelerine gidiyor. Ve bu insanlar aslında
o gittikleri ülkelerde Türkiye’nin manevi elçileri ve gönüllü
diplomatları oluyor. İşte bu AK Parti’yi çok rahatsız ediyor.
Kendine bağlı olmayan, kendinin dışında ve müdahale edemeyeceği bir
yapı olarak görüyor. Bunu da işte bir sürü farklı kulplar takarak
dizginlemek istedi. Dizginleyemeyeceğini anlayınca da artık
bütünüyle bu sistemi, cemaati yok etmeye karar verdi.
'HÜKÜMETİN CEMAAT HAZIRLIĞI, 2007'DE BAŞLADI'
Sizce ne zaman düşünmeye başladı bunu?
Cemaate karşı Erdoğan’ın tavrını fark ettiğimde 2011 seçimlerinin
adaylık belirleme süreci idi. Ama kamuoyuna baktığımızda da bunu
herkes 7 Şubat 2012 olduğunu zanneder. Öyle değil. Oysa
konuşmalara, görüşmelere, yaptığım araştırmalara bakıyorum ki
hükümetin cemaate karşı tavrının 2007’den itibaren ortaya çıktığı
belli oluyor. Yani o dönemde karar verilmiş. Bilgi verilmiş,
oturulmuş, birtakım şeyler pişirilmiş. Bu çok net bir şekilde
ortaya çıkıyor. 2011 öncesine ait şeyler kendi gözlemlerim değil,
aldığım bilgiler. Ama 2011 sonrasına ilişkin söylediklerim kendi
gözlemlerim. ‘Bütünüyle bana tabi olacaksın’ şeyinin artık
olmayacağını, bunu başaramayacağını gördüğünde de bu kez yurt
dışında belli kaynaklar ve belli yapılar oluşturuldu. TİKA eliyle
birtakım açılımlar yapıldı. İşte Yunus Emre Kültür Merkezleri
oluşturulmaya çalışıldı. Dahası, yurt dışındaki Türk okullarından
buralara fahiş rakamlarla öğretmen transferi... Yani öğretmenlere,
‘aldıklarının 10 katı rakamlarla kamuya, bize gel’ anlamında
teklifler yapılıyor. Ve bildiğim kadarı ile de bir-iki örneğin
dışında yaşanan olay da yok. Esas zaten onlardan kimseyi alamamanın
verdiği bir sıkıntı ile daha büyük bir tepkiye yol açıyor bu. Ve
bugüne geliniyor. Bu süreçte değişenin kim olduğunu anlamak için
hükümetin cemaatle ilgili bir dün ne dediğine, bir de bugün ne
dediğine bakmak lazım.
Bu anlattıklarınız içerisinde, Mümtaz’er Türköne de yazdı,
Ali Bulaç da yazdı, bir havuz probleminden bahsediyorlar. İtaat
etme mevzunun neresinde bu konu mesela? Anlaşıldığı kadarı ile pek
çok kuruluş aslında sivil durması gereken kuruluşlar ilanlarla
kamuoyunda gündeme geliyor. Bununla bir ilintisi var
mı?
Var tabii. Yani öyle bir şey yapılıyor ki bir topyekûn savaşa
dönüştürüldü. 11 Eylül sonrasında Başkan Bush’un söylediği bir laf
vardı: “Ya bizdensiniz ya da düşmanımızdan.” Eğer kendinden tarafa
tavır koymuyorsa da bunu düşman olarak ilan edeceğini ifade
etmişti. Bugüne baktığınızda hükümetin yaptığı şey de bundan farklı
değil. Yani bu ilanların nasıl verildiği, kimlerle nasıl diyalog
kurulduğu… Ve artık bir şekilde de bu cemaatin yok olmak üzere
olduğu ve bundan sonra artık hiçbir şekilde ayakta ve hayatta
kalamayacağı anlatılıyor. Argümanlarla ortaya konmaya çalışılıyor
ve sonrasında da doğrudan yana tavır almaları isteniyor. Bir diğer
yapılan şey de işte bu cemaat hakkında kullandıkları ifadeler
yerine göre o kadar farklılık gösteriyor ki şimdilerde örgüt
diyorlar. “Bu örgüt bütün dünyada Türkiye aleyhine çalışıyor,
dolayısıyla sizin Türkiye’nin kurtuluş savaşında yer almanız lazım”
diye bir şekilde ya ikna ediliyor ya ikna edilmek zorunda
bırakılıyor.
Gazetelere verilen o ilanlarda da böyle ikna edilmek
zorunda bırakılanlar oldu mu?
Aynen. Bir kısmı çok seve seve öncülük yaptı, onu biliyorum. Ama
orada olmadığı takdirde zor dönemlere gireceklerini düşünerek imza
atmak durumunda olanlar da vardı.
Hizmetleri ile ortada olan bir yapı bu kadar ağır
ithamlarla karşı karşıya kalıyor. Ve bunu bir siyasetçi çıkıyor bu
şekilde anlatıyor, ‘örgüt’ ilan ediyor. Bu hem kendisi için hem
Türkiye için çok büyük bir risk değil mi? Bunu nasıl yorumlamak
lazım?
İki şekilde yorumlamak lazım. Bir, bu kadar büyük riski alan
insanların ya kendilerini bir hükümet, parti kurmanın, parti
liderliği yapmanın ötesinde bambaşka bir yerde görmeleri lazım.
Yahut, eğer bu iktidarı kaybetmeleri halinde kaybedecekleri şey o
kadar çok ve başlarına gelecek o kadar çok şey var ki bunu bertaraf
etmek için bu kadar büyük risk üstlenmeleri lazım.
'YURT DIŞINDAKİ OKULLARDA TÜRKİYE HAYRANI İNSANLAR
YETİŞTİRİLİYOR'
Çevresinde ne kadar bir kitleyi ikna etmiş olabilir Başbakan?
Bakanlardan Hayati Yazıcı mesela Başbakan’ın tersi açıklamalar
yapıyor. Yakın çevresine anlatamadığı bir şeyi büyükelçiler
vasıtasıyla dünyaya nasıl anlatabilmeyi düşünüyor acaba?
Tabiî büyükelçilere yaptığı çağrı hakikaten Türkiye’nin başına
gelen en büyük talihsizlik. 20’den fazla ülkede bu okulları yolum
düştüğünde ziyaret ettim. Bu okulların Türkiye için ne ifade
ettiğini gözlerimle gören biriyim. O okullarda Türkiye hayranı
insan yetiştiriliyor. Onun için ‘gittiğiniz ülkelerde bunların ne
olduğunu anlatın’ diyebilmek insafa sığmaz. Hükümetin esas niyetini
en açık şekilde ortaya koyduğu çağrı büyükelçilere yönelik o
çağrıdır.
Kamuoyuna ‘7 Şubat MİT Krizi’ diye sunulan bir olay var.
Size göre gerçekten de MİT Müsteşarı tutuklanabilir miydi? Mevcut
yasalar buna izin veriyor muydu?
7 Şubat Olayı ile ilgili yaptığım araştırmalarda benim gördüğüm şu.
Evet, Oslo görüşmeleri gizli kalsa 7 Şubat diye bu süreç başlatılır
ve yürütülür bir şey değildi. Çünkü MİT gibi dünyadaki bütün gizli
örgütler, ülkelerin yasal yollarla yapmayacakları türden işleri de
yürütür. Ama ortaya çıkmışsa da yargının bunu görmezden gelmesi
mümkün değil. O dönemde de bu yapılıyor ve öncesinde bir şekilde
gidiliyor, savcılar görüşme istiyor ve görüşme sağlanıyor. ‘Böyle
bir konu var, bunla ilgili ifadeye buyursunlar ve bunu bir şekilde
aradan çıkarmak lazım’ diye gerekçeleri de izah ediliyor. O
dosyanın bir şekilde kapatılması için. Ve bir gün
kararlaştırılıyor.
Aslında olumlu cevap mı veriliyor?
Evet. Gün kararlaştırılıyor. İşte baştan bu yana, 2007’den
başlayarak bir yere oturtma dediğimiz şey çerçevede birdenbire
gitme gününün akşamında bir bakıyoruz Hürriyet’in internet
sitesinde bu bilgi paylaşılıyor, ‘ Hakan Fidan tutuklanacaktı’
diye. Birdenbire bir senaryo oluşturuluyor ve buna dönüştürülüyor
olay.
Tutuklama imkanı var mıydı?
Tutuklanmasının önünde bir sürü yasal engel var ama bu argüman
işletiliyor ve kullanılıyor.
'TIR OLAY, MİT İÇİNDEKİ 'AYDINLIKÇI' GRUBUN İŞİ'
Mesela TIR olayında da aynı şey söz konusu…
TIR ile ilgili bir şey söyleyeyim. Bu bir bilgi ama bunun belge ve
bulguları da ortaya çıkacak diye düşünüyorum. Özellikle o 7 TIR,
ikinci grup TIR için söylüyorum bunu. Orada bütünüyle MİT içindeki
Aydınlıkçı grubun bir organizasyonu bu. Aydınlıkçı grup hem çıkış
saatini ayarlıyor, hem ihbarını yapıyor, asker içindeki
hareketlenmeyi… Ve orada gidip yakalanmasını sağlıyor.
Bu görülmüyor mu yoksa görülmek mi istenmiyor?
Görülmek istenmiyor.
Mavi Marmara’da da sizin farklı görüşleriniz
vardı.
Kanal 7 grubunda idim o zaman, çok sorun da yaşadım o yazılardan
dolayı. Hep şunu söyledim, daha gemi yola çıkmadan. Mavi Marmara
gemisi ne olduğuna karar vermeli. Yardım gemisi ise niçin savaş
gemisi gibi ortalık vaveylaya veriliyor. Savaş gemisi ise o zaman
donanımı yetersiz diye. Yani yardım gemisi gibi gidiyor ama savaş
gemisi argümanları ile. Yardım gemisinin de bir süreci var. Yani
dünyanın hiçbir ülkesinde yardım gemisi ‘ben şuraya yardım
götürüyorum’ diyerek gitmez. Türkiye’ye gelen herhangi bir yardım
için de geçerli bu, İsrail veya Gazze’ye giden için de.
Niye bizde bunun tersi yapıldı?
Esas sorulması gereken soru bu zaten. Bu soruları sormuyoruz. Bakın
bir grup insan, aralarında parlamenterlerin de AK Partili
milletvekillerinin de olduğu isimler, gazeteciler günlerce medyaya
çıktı ‘biz de katılacağız geziye, biz de varız’ diye bağırdılar.
Ama bir baktık ki yola çıkarken bu isimler, parlamenterler ve
gazeteciler, işleri çıkmıştı. Gitmediler. Meraklıları araştırsın.
Bütünüyle, bu gemi birtakım emellere alet edildi.
Birileri bunu biliyordu yani…
Bunu bilmemek için dünyayı yorumlamaktan âciz olmak lazım. Tavrı
bilinmeyen ve tavrını ilan etmemiş bir ülke olsa ayrı bir şey. Bu
kadar kesin açıklamanın yapıldığı, bu kadar keskin tavrın ortaya
konulduğu bir organizasyonun içinde yer almak, bu iki ülke
ilişkilerini bozmak ve birtakım şeyleri altüst etmek için yola
çıkmış bir şey. Bir diğer konu, ben o dönemde de söyledim. Bu
yardım gemisi gibi hazırlanan geminin yayın odası bölümü vardı.
Yayın odası birtakım saldırılara korunaklı yapılmıştı. O video
görüntülerini izleyin. Yukarıda insanlar patır patır öldürülüyor,
aşağıda Bülent Yıldırım canlı yayın yapıp konuşmaya devam ediyor.
Bunların hepsinin irdelenmesi lazım. Ya o bölüm niye korunaklı
yapıldı? O geminin sorumluluğunu taşıyan insan, Bülent Yıldırım,
niçin o anda, insanlar ölürken orada, insanlarla beraber değil?
Bunları bugün söylemiyorum, o gün söyledim ve o gün çok acı olaylar
yaşadım hem de.
Neler yaşadınız? Açma imkanı varsa…
Tabiî hiçbir sakıncası yok. Hayatım boyunca PKK’lılar, ülkücüler,
birçok kesim tehdit etti beni. DHKP-C’liler tehdit etmişti bir
dönem. Ama o dönemde öyle bir tehdit aldım ki, kendime ne kadar
süre sonra geldiğimi hatırlamıyorum. Tam bu anlattığım ‘gemi yola
çıkmamalıydı’ tarzında yazılar yazdığım dönemde, her zamanki gibi
işe erken gitmiş, maillerimi tarıyordum. Baktım, bir mail. Evimin
adresi, işte kızımın ismi yazıyor. ‘Kızın her gün şu saatte şu
plakalı minibüsle şu adresten servise biniyor. Yarın servise
binecek ve inmeyecek.’ Ben kızımın servis aracının plakasını
bilmiyordum o güne kadar. Bu demek ki rastgele birinin oturup,
kızıp yazdığı bir tehdit değil. Takip etmiş, en azından birkaç
günlük bir çalışma yapılmış. İnsan kendisiyle ilgili tehdidi çok
fazla ciddiye almıyor. Ama evladı ile ilgili bir tehdit varsa
insanı farklı bir yerinden vuruyor.
Tehditle ilgili ne yaptınız?
Kanal yönetimi ile konuştuk, onlar da ‘bu insanların sağı solu
belli olmaz’ demişti. Yazının bir bölümünü çıkarmıştık. Yani
‘Bülent Yıldırım yargılanmalı’ diye orayı anlattığım bir bölüm
vardı. Siz Türkiye’de belli konulara girdiğiniz zaman karşınıza
bazı şeylerin çıktığını görmüş oluyorsunuz.
Bu süreçte aldığınız tehditler nasıl ve neye
dair?
Bu tehditler o yoğunlukta ve kişiselleştirilmiş tehditler değil.
Onları anlık tepkiler olarak görüyorum. Hükümet tarafından
yayınlarla ilgili en son Efkan Ala’nın Erzurum’da ‘Sen kimsin?’
diye yaptığı çıkış vardı. Biz o haberi verirken RTÜK’ün işaretleri
ile verdik. İşte şiddet içerir, korku falan vardır diye.
Bakanlıktan aradılar, ‘Bakan bey kaldırılmasını istiyor’ dediler.
‘Yanlış olan bir şey yok’ deyince ‘Peki, o zaman ben bakan beyin
hukukçularına götüreceğim konuyu. Onlarla hesaplaşırsınız’ dendi.
Ergenekon konusunda da bu Danıştay saldırısında o güvenlik
sistemini işte OYAK’ın yaptığı bir güvenlik şirketi vardı.
Kameraların kapatıldığı veya görüntülerin bazılarının yok edildiği
yolunda iddialar söz konusuydu. O iddialar için bir yeniden
yargılanma süreci gündeme gelince OYAK’ın o şirketinin hukukçuları
aradı. Haberlerin kaldırılması istendi. Suç teşkil eden yayınlar
yoktu onlar arasında. Kullandıkları ifade aynen şöyleydi: ‘Yeniden
yargılama gündemde ve yeniden yargılandığımızda biz beraat
edeceğiz. Beraat ettikten sonra da kaldırmazsanız, bunlar sizin
için iyi olmayacak.’ dendi. Ve öylece kapatıldı telefon.
'PARALEL DEVLETİ GÖRMEK İSTEYEN GÜNEYDOĞU'YA
GİTSİN'
Yeniden yargılanıp beraat edeceğini biliyor.
Tabii, bu tür şeyler daha yaşayacağız hem hükümet tarafından hem
belli odaklar tarafından, öyle görünüyor.
Paralel yapı söylemi ile ilgili ne
düşünüyorsunuz?
Paralel yapı, nasıl dershaneler cemaatle bir kavganın gerekçesi ise
paralel yapı da devlet içindeki kadroların biçilmesi için bulunmuş
bir gerekçe. Ben şunu söylemiştim paralel yapı tartışmalarının
başladığı günlerde. Güneydoğu’ya her ay mutlaka giden biriyim.
“Paralel devlet görmek isteyen Güneydoğu’ya gitsin.” Barış sürecine
destek veren biri olarak söylüyorum. Bugün dünden daha güçlü bir
şekilde var, Güneydoğu’da paralel devlet, paralel yapılanma.
PKK’nın istediği ve bugüne kadar silah zoruyla yaptığını bugün
barış süreci şemsiyesi altında çok rahat yürütebildiği bir dönem
yaşıyoruz."