ÜNLÜ AKTÖR ŞENER ŞEN CEM YILMAZ'A NEDEN TOKAT ATTI?
Usta aktör Şener Şen, komedyen Cem Yılmaz'ı neden tokatladı.. İşte kahkaha dolu o anlar:
Şener Abi, bana çaatt! diye bir tokat indirip, kahkahayı patlatıyorsunuz. Allah Allah diyorum, Şener Abi de filmlerde hiç kötü adam olmazdı, nereden çıktı bu tokat!
Cem Yılmaz: Başlıyorum o zaman… Büyük bir ifşaatla… Ben çocukken Şener Şen’i arkadaşım zannediyordum! Belli ki bir zamanı gelecek ve buluşacağız çünkü beni en iyi o anlar diye bir düşünce… 1979-80’lerde Arzu Film’in filmlerini canlandırmak üzere kostümlerin durduğu bir gardrobum vardı. Tosunpaşa için fes, Davaro için şalvar filan…
Şener Şen: Nereden buluyordun o kostümleri?
CY: Diktiriyordu annem. Sonra eve bütün komşuları çağırır, “Haydi Cem Davaro’yu yapsın” derdi. Ben şalvarı giyer, filmin jeneriğinden itibaren sahne sahne oynardım. Tabii hep Şener Şen olurdum, onun repliklerini ezberlerdim. Sonra 1980’lerin ortasında 15-16 yaşlarındayken bir rüya gördüm.
ŞŞ: Hayırdır inşallah!
CY: Tabii. Rüyamda sizinle bir tiyatro oyunundayız belli ki… Çünkü ikimiz de kostümlüyüz. Sizin kahküllü bir peruğunuz filan var. Geliyorum yanınıza, “Sahneye, şey, ben, acaba, ne taraftan..?” filan diye gevelerken, Çaatt! diye bir tokat indirip, Erol Taş havasında kahkahayı patlatıyorsunuz. Allah Allah diyorum, Şener Abi de filmlerde hiç kötü adam olmazdı, nereden çıktı bu tokat?!
ŞŞ: Rol icabıdır!
CY: Evet abi mutlaka… Sonra sizinle 1995’te karşılaşmıştık, hatırlıyor musunuz? Size bu rüyayı anlatmıştım, bana tokat atıyordunuz demiştim. Siz de “Aaa sana el vermişimdir” demiştiniz.
ŞŞ: Biraz şiddetli vermişim.
CY: Abi eminim sizin filmlerinizi izleyen milyonlarca insanın böyle tuhaf hikayeleri vardır ama sonradan ben komediyle uğraşan birine dönüşünce ayrı bir önemi oluyor bu hatıraların. Mesela Ozan’ın(Güven) da Şener Şen’i canlandırdığı kasetleri varmış çocukluktan kalan.
ŞŞ: Öyleymiş, İkinci Bahar setinde ilk karşılaştığımızda anlatmıştı.
CY: Şener Abi, peki sizin çocukluğunuzda böyle örnek aldığınız biri var mıydı? Sizin için Şener Şen kimdi, babanız Ali Şen mi mesela?
ŞŞ: Babam konusu ilginçtir… Adana’da halkevlerinde oyuncu olarak yetişmiş. İstanbul’a 1950’lerde geldiğimizde babamın çok mesleği vardı. Hem fabrikada ustalık yapıyordu, hem de marangozdu. Ama Adana’dan kalan oyunculuk onu bırakmadı. Şimdi Ferhan Şensoy’un oynadığı Ses Tiyatrosu’nda Vahi Öz’ün grubunda oynarken babamı hatırlıyorum.
CY: Ne oynuyorlardı?
ŞŞ: Yerli vodviller. Danslar filan edilirdi. Hatta bir oyunda parende attığını çok iyi hatırlıyorum. Tiyatroculuktan sinemaya 1959’da Yılanların Öcü’yle geçti babam. Ama beni tiyatro daha çok ilgilendiriyordu biliyor musun. Sinemaya gerçek anlamda merakım Arzu Film’le başladı. Ondan önce bütün hayatım tiyatroydu, büyüleniyordum. Zeytinburnu’nda gecekonduda oturuyorduk. Herkes kahveye giderdi, maça giderdi oralarda. Bense İstanbul’da ne kadar oyun varsa bulup izlemek derdindeyim.
CY: Benim size özenmem gibi sizin Ali Şen’e özenmişliğiniz var mıdır?
ŞŞ: Erkek çocuk-baba ilişkisi başlı başına bir olaydır. Tabii özenirdim ama film oyuncusu olmasına değil, oyuncu olmasına.
CY: Peki komediyle ilgilenmek, komik olmak çocuklukta bir mesele miydi sizin için?
ŞŞ: Komediye yatkınlığım vardı ama karakterim sakin ve durgundur. O yüzden daima komiklik yapmazdım. Sadece keyifli olduğum zamanlarda döktürürdüm. Bilmediğim coşkulu yanlarım ancak öyle çıkardı ortaya. Hala da öyle. Ama ben geleneksel aile yapısında büyüdüğüm için babamın ciddi bir otoritesi vardı evde. Onun yanında espri yapmak bir yana, konuşamazdık bile çoğu kez.
CY: Öyleyse sizin benimki gibi “Cem şalvarı giysin de bize Davaro olsun” gibi anılarınız yok?
ŞŞ: Mümkün mü canım, yok öyle bir şey! Babam bana oyunculukla ilgili ne engel oldu ne de destek. Ben tiyatroyla ilgilendiğim zaman karışmadı, özgür bıraktı.
CY: Ali Şen’i de bir sürü komedi filminde görmemize rağmen oyunculuğa komedi yapmak için başlamamış, siz de öyle?
ŞŞ: Doğru. Oyuncu olmaktı benim meselem ama komediye de yatkındım. O yanım da tiyatro oyunlarında yavaş yavaş öne çıkmaya başladı.
CY: Peki sizin döneminizde komediye bakış nasıldı?
ŞŞ: 1967’de Şehir Tiyatrosu’na girdiğimde tiyatroda çok bilinen komik kişiler vardı: Vasfi Rıza, Gazanfer Özcan… Atacan Arsever jön-komikti.
CY: Jön-komik… Yani hem yakışıklı hem komik. Benim gibi…
ŞŞ: Evet evet!
CY: 60’lar, 70’lerdeki komiklerin itibarını merak ediyorum aslında abi… Ödül ve festival sözkonusu olduğunda komiklerin boynu bükük bir hali vardır ya, hep öyle miydi?
ŞŞ: Eskiden de öyleydi. Komedi hafif bir kategori olarak görülür her zaman. Halbuki komediyi başarmak çok başka yetenek ister, zordur.
CY: Ama dünyanın her yerinde muamele böyle değil mi komik adama karşı. Komik daha underground bir itibara sahip.
ŞŞ: Bu neye benziyor biliyor musun? Edebiyatta çok satan yazarlar bir kesim tarafında küçümsenir, edebi değeriyle ilgili büyük bir soru işaretiyle dolaşır ya… Oyunculukta da komedi böyledir. Kitlesi geniş olanlara soru işareti konur, yapacak bir şey yok.
CY: Rüştünü ispat edene kadar, ki burada rüşt ancak yaşla gelen bir şey, yabancı ülkelerde de komedyenlere şüpheyle bakılır. Örneğin Oskar törenlerinde çoğu zaman bütün töreni bir komedyen sunar, şovun bütün yükünü o sırtlanır. Ama onlar nadir ödül alır. Çok tuhaf.
ŞŞ: Ben mesela hayatım boyunca ödülü kafama takmadım. Bütün içtenliğimle söylüyorum. Önce kendimi mutlu etmem gerekiyordu. Yaptığım işten memnun muyum? Benim için ölçü bu. Memnunsam ödül varmış, yokmuş umurumda olmaz.
CY: Sizi nasıl bir iş memnun ediyor?
ŞŞ: İnan sana bir formül ya da kriter söyleyemem. İşine, zamana, çalıştığım arkadaşlara göre değişir benim bir filmden aldığım tat. O kriteri belirleyen bir de şu var: Sen hayattan ne bekliyorsun? Hayatı nasıl algılıyorsun?
CY: Hayatta ne yapıp yapmayacağıma karar verirken nasıl bir yol izliyorum biliyor musunuz abi? Örneğin, içimden bir ses tiyatro sahnesine uygun olmadığımı söyler hep. O sesi dinlerim ve heves etsem bile bazı şeylere hiç girişmem. Lisede bir vesileyle sahneye çıktığımda öğretmen bana “Sen! Ayrıl.. Çok güldürüyorsun arkadaşlarını, hadi bakiim” demişti. Anladım ki ekip ruhu gerektiren o iş bana olmuyor. Bir gün bile konservatuara gitmeye heves etmedim. Herhalde benim kabiliyetim buna yetmez diye düşünüyordum.
ŞŞ: Kesinlikle katılmıyorum, sende az bulunur bir sahne kabiliyeti var.
CY: Dışarıdan baktığımızda biz sizin kariyerinizle ilgili her şeyin yolunda gittiği gibi bir hisse kapılıyoruz. Öyle miydi gerçekten? En başlarda hevesinizi kıran şeyler var mıydı?
ŞŞ: Hiç başıma gelmedi. Oyunculuk öyle bir meslek ki kendinizle ilgili şüpheye düştüğünüzde seyirciden hemen cevap gelir. Ya o şüpheniz doğrulanır ya da kuru bir vesvese olarak rafa kalkar, tozlanır. 16-17 yaşında İstanbul Erkek Lisesi’ne giderken Cağaloğlu’ndaki Yeşilay Derneği’nin amatör tiyatro derneği vardı. İlk orada sahneye çıktığımda bile o cevapları seyirciden alırdım, hatırlıyorum.
CY: Vay be bir derneğin amatör tiyatro kulubü var. Çok ileri bir ülkede yaşamışsınız abi, hangi ülkeydi o, isim verebilir misiniz?
ŞŞ: Her yerde vardı o kulüplerden ve gençliğin enerjisi böyle tiyatro, müzik, spor kulüplerine giderdi.
CY: Benim hiçbir zaman bir büyük hocam ya da yol gösterenim olmadı. Sizin var mıydı?
ŞŞ: Hayır. Aynı senin gibi yalnızdım mesleki kararlarımda. Ama böyle olduğu daha iyi oldu çünkü oyunculuk tavsiye mektubuyla ilerlemez. Sular İdaresi’nde tanıdığın olur da, orada kadro boşaldığı vakit haber gelir, başvurursun… Öyle değil ki… Seyirci seni onaylar, sana bir tek o yol gösterir.
CY: Şener Abi, ben çocukken sizi arkadaşım zannederek aslında kendi çapımda ustamı yaratmış oldum. Çünkü televizyonda filmlerinizi izlediğimde sizin yeteneğinizden pay biçerek kendimi ölçerdim bir nevi.
ŞŞ: Tek başınasın ama sağduyun var değil mi? O sende çok güçlü çünkü sürekli proje bombardımanı altındasın. Sağduyun olmasa, kendine özgü çizgini iyi belirlememiş olsan, o karmaşa içinde yuvarlanıp gidersin, bir daha da yolunu bulman zor olur. Önce hepimiz taklitle başlamışızdır ama sonra kim olduğumuzu buluruz. Ve ona göre hayatımızı şekillendiririz.
CY: Mesela kimi taklit ederdiniz?
ŞŞ: Mesela okuldaki hocaların aynısını yapardım. Boş derslerde beni çıkarırlardı. Bir gün matematikçi olarak girerdim kapıdan, bir gün coğrafyacı. Bir keresinde nöbetçi hoca dolaşırken bir bakmış ki bizim sınıftan çıt çıkmıyor ama kürsüde ben oturuyorum. Napıyorsun evladım diyor, ders anlatıyorum diye cevap veriyorum gayet doğal bir şekilde.
CY: Abi hiç beden hocasını taklit ettiniz mi? Badi Ekrem’e altlık olarak filan?
ŞŞ: Yok, yalnız geçen gün Hababam Sınıfı’ndaki o halime baktım, şaşırdım. Şimdi olsa o performansı çıkaramam herhalde. O enerji, o ifade yok artık bende. Gitti…
Büyük buluşma
“Nasıl yani” dedi, “Röportajı sen yap, ne demek?”
“Şu demek; soruları sen hazırlayacaksın, sen soracaksın…”
Telefonda bariz bir sessizlik oldu. “Alo?! “
“İyi de Şener Abi kabul eder mi?”
“Etti.”
Bir öğle vakti fotoğrafçı Mehmet Turgut’un Beşiktaş’taki stüdyosunda buluşulacak. Cem, birkaç dakika sonra Şener Şen’i almak için otomobiliyle Cihangir’e sapacaktı. O sırada aradı…
“Bu fikri kafama soktuğundan beri uyuyamıyorum! Şu anda çok heyecanlıyım, sen havanda mısın?”
Gazeteci değildim ben o öğlen. İki büyük oyuncunun mizah, dostluk, yalnızlık, hayatta bir usta aramanın meşakkati üstüne sohbetini onların bir hayranı olarak dinledim. Röportajı Cem yaptı.
Ezgi Başaran / YENİ RADİKAL