UMUR TALU MİLLİYET GAZETESİ GENEL YAYIN YÖNETMENİ İKEN HANGİ KELİMEYİ BİR TÜRLÜ KALDIRTAMADI?TALU'NUN "YAZILARIMI UNUTURUM,AMA BUNU ASLA UNUTMAM" DEDİĞİ HABER NEYDİ?
12 Eylül sayesinde Gazeteci oldum, keşke darbe olmasaydı da bende gazeteci olmasaydım! Gazete Habertürk köşe yazarı Umur Talu'dan çarpıcı açıklamalar...
Gazete Habertürk köşe yazarı Umur Talu TRT2'de yayınlanan Serra Karaçam'ın sunduğu Medya Müfettişi programına konuk oldu.İşte Talu'nun yaptığı ilginç açıklamalar....
12 EYLÜL SAYESİNDE GAZETECİ OLDUM, KEŞKE DARBE OLMASAYDI DA BENDE GAZETECİ OLMASAYDIM...
SERRA KARAÇAM:Önce Günaydın, Güneş sonra Cumhuriyet´le gazeteciliğe başladınız. O zamanın Günaydın´ı Güneş´i nasıldı?
UMUR TALU: 12 Eylül sonrasında aslında üniversitede akademik kariyer yapmak istiyordum. Üniversite öğrenciliğim boyunca da sendikacılık, belediyecilik, sokaklarda çalışarak bir noktaya gelmiştim.
-Belediyede neler yaptınız?
-Marmara Belediyeler birliğinde çalıştım, tanzim satıştan uluslar arası ilişkilere kadar... Demiryolu sendikasında eğitim, araştırma , toplu sözleşme...
-Aktif bir öğrencilik hayatı geçirmişsiniz.
-Çok fazla... Gazeteciliğe de 12 Eylül darbesi sayesinde başladım. "Sayesi"nde kelimesi bir darbe sonrasında söylenmesi zor bir kelime ama...
-Dolayısıyla diyelim...
-Zorunlu olarak başladım ama sonradan mesleğim oldu. Aslında benim ailem gazeteciydi...
-Belki de bir tek o işe yaradı.
-Yine de darbenin bir işe yaradığını iddia edemem.
-Umur Talu´nun gazeteci olmasına sebep olsa da keşke yaramasaydı.
-Günaydın çok popüler bir gazeteydi, biraz bulvar gazetesiydi. Necati Doğru ve Zeynep Atikkan´la birlikte gazetenin içinde 4 sayfalık bir ekonomi ilavesi yaptık. Haldun Simavi´nin yenilikçi bir bakış açısı ve oldukça farklı bir düşüncesiydi. Günaydın o dönemlerde 900 binlerde tirajı olan bir gazeteydi ve bir bulvar gazetesinin içinde çok ciddi 4 sayfalık bir başka gazete çıkıyordu . Sonrasında Güneş kurulurken de Babıali dışında ilk defa farklı bir gelişmeydi bu. Büyük bir sermayenin gelişi, transferler... Ben de çok genç yaşımda o rüzgarın içine girdim. Orada da yönetici oldum.
-O zamanın Güneş´inden bugünlere gelen, köşe yazarlığı yapan birkaç isim var. Esasında o dönemin bulvar gazeteleri çok ciddi gazeteciler yetiştirmiş.
-Güneş'te ama öyle değil, Güneş bu günün Sabah'ı gibiydi çıktığında. Günaydın´da zaten biz ayrıldığımız zaman bugünün merkez gazeteleri gibiydi. Daha küçük ölçeklerde, daha az maliyetle, içlerinde sansasyonel haberi çok olan bir gazeteydi. Ama daha sonra medyada rastladığımız büyük yalanların yanında, o zamanın gazetecilik hataları yada uydurma haberleri oldukça masum kaldı.
-Sonra Cumhuriyet...
''CUMHURİYETİ BEN ELEŞTİRSEM DE SOPALANMAK İSTENDİĞİNDE SAVUNURUM...''
-Cumhuriyet, onlara göre çok daha farklıydı ama Cumhuriyet´inde en iyi dönemiydi. Ben sırf orada çalışabilmek için yarı ücretle orada çalıştım.
-Sizin o zamanki algınıza göre ve belki de şimdi baktığınızda iyi bir gazeteydi. Önemli insanların önemli olayları takip ettiği, fikir edindikleri belli noktalarda da güvendikleri bir gazete . Ben genç bir yayıncıyım ama o günden bugüne baktığımızda Cumhuriyet gazetesi algısında ki değişikliği biraz o günlere göre açmanızı dileyeceğim sizden. Çünkü özellikle Mustafa Balbay´la ilgili son dönemde de ciddi eleştirel yazılar kaleme aldınız. O imaj nasıl bu noktaya geldi? Cumhuriyet okuru nasıl bir değişim gösterdi yada göstermedi mi?
-Cumhuriyet´in benimde olmadığım tarihte böyle ilginç ve radikal anları vardı zaten. 12 Mart sonrası İlhan ağabeylerinde içinde bulunduğu bir grup gazeteci Cumhuriyet´ten uzaklaştırılmıştı. Yunus Nadi´den sonra içeride çok ortaklı bir yapısı vardı. O grup uzaklaştırıldığında Cumhuriyet bir anda "sol" denilen bir gazeteyken "sağ" gazete olmuştu. Cumhuriyetten uzaklaştırılanlarda şunla övünürdü "okuyucu protesto etti, tiraj düştü" Hakikaten tiraj düşmüştü ama 40-50 bin kadar okurda hiçbir yere gitmemişti. Bir gazete soldan sağa nerdeyse 180 derece radikal bir dönüş yapıyor ve okurunun bir bölümü bunun farkında değil. Bu bana hep vahim gelmiştir.
-Peki bugüne kadarda fark etmeden geldi mi o okur, o inanç sürüyor mu?
-Hayır Türkiye´nin koşulları değiştikçe gazetelerin konumlanmaları da değişiyor. Ben öğrenciyken, yani 12 Eylül öncesi Cumhuriyet benim için solda bir gazeteydi ve taşıyanların başına da ölümden yahut başka saldırılardan bir şey gelirdi.
-Bir noktada muhalif aslında...
-Tabi çok felaket geldi... Zaten 12 Eylül karşısında da muhalif, 24 Ocak kararları, Özal´ın liberal politikaları karşısında muhalif ve bugününde aslında baktığınızda liberal demokrat birçok yazarını kadrosunda barındırmış bir gazete. Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Osman Ulagay, Ankara'da; Sedat Ergin Ufuk Güldemir , Yalçın Doğan...
- Ama gazete böyle bir değişim geçirmedi.
- O farklı bir Cumhuriyet, sonrasında gelinen nokta farklı. Özellikle de Ak Parti iktidarıyla birlikte belki de içindeki cuntacı yahut genler dirildi.
-Peki o genler nasıl dönüşüp şuana getirdi Cumhuriyet´i? O döneme tanıklık etmemiş belli bir kesimin Cumhuriyet´i ve aydın bir gazeteci olarak fikir gazetesiyken...
-Ben size çok net kendi tavrımı söyleyeceğim. Güçlü bir yerden Cumhuriyet gazetesi eleştirilip aşağılandığı zaman Cumhuriyet´i savunurum. Dolayısıyla büyük gruplardan sadece Cumhuriyet gazetesi sopalanmak istendiğinde,her şeye rağmen bu gazetenin varlığını, geçmişini Türkiye´de onca yıl bir takım insanlar için bir sığınak oluşunu savunur, teslim ederim. Şuanda bambaşka görüşlerde olsak bile, Türkiye de medya tartışmasında en çok konuşulacak gazete cumhuriyet değildir bence. En günahkarda o değildir.
-Asla onu kastederek söylemedim.
''HİKMET ÇETİNKAYA İLHAN SELÇUK'UN AĞZINDAN '' ARTIK TÜRKİYE'DE DARBE OLMAZ'' SÖZLERİNİ AKTARDI''
-Benim açımdan en son gelinen noktalar vahim ama geçenlerde Hikmet Çetinkaya, İlhan Selçuk´un son konuşmasını oradan aktardı. Tabi onlarda şaşırtıcı ama Türkiye´de artık darbe olmaz, iktidarlar demokratik yoldan gelip gitmeli, şeriat tehlikesi yok... Yani bu tür yorumlar Cumhuriyet´in kendi tarihinin içindeki dalgalanmalardan kaynaklanıyor. Şunu da göz ardı etmemek lazım Cumhuriyet ne bir Hürriyet ne bir Sabah gibi güçlü bir sermaye yapısına sahip değil. Birçok köşe yazarı oradan gitmek zorunda kaldık dolayısıyla başka anlamda da güçlerini kaybetti. Eskiden en azından Ankarası haber çıkartma potansiyeli bakımında çok güçlü bir gazeteydi. Belki de o zamanın haber çeşitliliği, kadro çeşitliliği olabilseydi bugün daha başka bir şey konuşuyor olurduduk ama tekrar söylüyorum bu kadar eleştirmeme rağmen Cumhuriyet´in yeri bugün çalıştığım büyük medya kuruluşları da dahil çok daha üst sıralarda gelir.
-Cumhuriyet okunmadan bir olaya objektif bakılamayacağı fikri okuyuculardaki güvenin sarsılmasından sonra gitti geldi gibi...
-Masanızın üstünde benim yazdığım gazetenin de içinde bulunduğu bir set var... Bu gazetelerin hangi biri tartışılmayacak konumda ki? Hangi birimiz tartışılmayacak konumdayız ki?Bir noktadan sadece tek bir günah keçisi üzerinde durmamak lazım. Merkez medya daha doğru dürüst işler yapmış olsaydı belki diğer gazetelerin konumlanışı farklı olacaktı. Daha düşük tirajlı yahut daha muhalif gözüken ki bu tanımların anlamları da çok karıştı.
''MİLLİYET'TE YÖNETİCİYKEN ''ÖLÜ ELE GEÇİRİLDİ'' SÖZÜNÜ KALDIRTAMADIM''
-Milliyet´te yazı işleri müdürlüğü yaptınız, yöneticilik , köşe yazarlığı... Sizin "ölü ele geçirildi" sözüne tepkiniz olduğunu biliyoruz fakat bu tepkinize rağmen yine de o ifadeniz kullanılıyor. Bu yapıları yöneticisi olduğunuz gazete de dahi değiştirmeniz çok mu zor? Niye değişmedi, teknik bir hata mıydı ? Bir de o kelimeye yönelik hassasiyetinizi açıklar mısınız?
-Ben 34 yaşında genel yayın yönetmeni oldum. 25 yaşında ekonomi şefiydim. İkisinin arasında bir yerde de yazı işleri müdürüydüm. Arkamda yeterince meslek hayatı yoktu ama o mesafeyi kapatacak çaba ve emek vardı.. Bir yandan da sadece medya ya da gazetecilikte değil toplumun yerleşmiş bir dili vardı. Dolayısıyla küçük bir gazete olsaydı belki manevra kabiliyetiniz daha fazla olurdu ama bir kitle gazetesinde bir anda bütün dili değiştiremiyorsunuz ki ben yaşıma başıma rağmen yine epey radikal bir şeyler yapmışım. Bir de şu var; muhabir, editör, yazı işleri müdürü ne konuşulursa konuşulsun gayri ihtiyari olarak alışılmış bir dili kullanıyor. Bir süre sonra bakıyorsunuz ki siz farklı düşünseniz dahi o kelime yapışmış dilinize. "Ölü olarak ele geçirildi" terörist için kullanılır belki savaşta, ama sonuçta bir insan ölmüştür, öldürülmüştür. Kötü bir dil, kim olursa olsun Türkçe açısından da insani açıdan da kötü.
'' EN AZINDAN MADDİ GÜVENCESİ OLAN GÜÇLÜ VE YAŞLI GAZETECİLER GERÇEĞİ SÖYLEYEBİLMELİ''
-Durma tabuta bir çivi de sen çak başlıklı yazınız son haftalarda dikkatimizi çekti. Yazınızda düşene vurmamaya yeminliyim diyorsunuz ve bir taraftan da hep güçlü olandan yana bir gazeteciliğin olduğundan bahsediyorsunuz. Bir yere yaslanmadan durmanın neredeyse imkansız olduğunu mu söylediniz yoksa gazetecilerin bunu tercih ettiğini mi kastettiniz? Hakikaten arkasında bir gücü olmadan ahlaklı ve dürüst gazetecilik yapmak çok mu zor?
-Aslında zor değil... Başka türlü olamaz diye düşünülüyor. Ben olabildiğince böyle durmaya çalışıyorum ve başıma bir iki kez kovulma dışında pekte büyük bir bela gelmedi. Bunun kıymetinin okur tarafından bilinmesi elbette beni mutlu ediyor. Benim kastım özellikle ünlü dediğimiz, güçlü dediğimiz ki maddi açıdan da güvencesi olan bunların bir çoğu torun sahibi yahut o yaşta insanlara. Benim onlardan beklediğim söylenmesi gereken şeyleri zamanında medya konusunda pat diye söylemeleri. Bunu 1-3-5-10-30-50 kişi söylediğinde medyanın kaderi değişebilirdi ki bu çokta zor bir şey değil. Ama insanın tabiatında da medyada da bir virüs gibi var.
-Hangi güç odakları çevresinde dayanak neresi oldu? Devlet mi, sermayeler mi?
-Dediğiniz doğru. Bir kere devletle başlar, ama devlet bir soyut kavram olarak devlettir, her halükarda devlettir. Bazen bu devletten kimileri genel kurmayı , kimileri devletten iktidarı anlar.
-Aslında bu güçlerin hiçbirisi yekpare değil aslında...
-Değil ama işte yaslanma meselesinde bu var. Beni rahatsız edende genelkurmaya yaslanıp iktidar eleştirisi yapmak ,iktidara yaslanıp ordu eleştirisi yapmak, bir partiye yaslanıp öteki partiye bindirmek... Bu haberler içinde de doğrular vardır mutlaka ama bizim gazeteci olarak meselemiz eleştirmek, didiklemek, ortaya çıkarmaksa biri niye muaf? Temel problem budur. Niye birçok iş adamı fırçalanırken, onlar muaf? Ben size eleştiri getiremiyorsam, o zaman diğer televizyonlarda sizinle benzer işi yapan 2 kişiyi harcamam yahut onları yıpratmam adil değil... Bunun önce beni rahatsız etmesi lazım. Ama bunu okuyucu yada izleyici çok fark etmeyebilir. Yazdıkları konuda çok cesur yazarlar vardır ki ben 30 yıl içinde şunu öğrendim bir insanın yazdığı kadar yazmadıkları da önemli. Çok bağırdığı konulara saygı duymayı ama hiç ses etmediği konuları da asla unutmamayı...
-Yazınızı kaleme almanızda neler etken oldu tahmin etmemize rağmen bilemiyoruz . Seçilmişlerin iradesine bir tehdit ya da kurumlar arasında yaşanılabilecek herhangi bir çelişkinin sonucu ülkede yaşanacak bu tip olayların olabileceğini siz gözlemliyor musunuz?
''DARBE OLURSA SİVİLİN YANINDA OLURUM DEMEK MARİFET DEĞİL, OLMADAN ÖNCE GAZETECİNİN NE YAPTIĞI ÖNEMLİ''
-Bir askeri darbe anlamında 12 Eylül modeli ne o zaman ki dünya, ne o zaman ki Türkiye için mevcut değil... Şuan zaten böyle bir olasılık yok ama sonuçta ortada bir dava var ve bu davanın bir kısmı bir takım insanlara haksızlık şeklinde olabilir. Bir kısmı ise hakikaten bir takım hakikatlerin ortaya çıkmasına vesile olabilir. Ben sonucunu tayin edemem ama şunu biliyorum ki yarın Hrant Dink´in ölümünde , 24 Ocak Uğur Mumcu´nun ölüm yıldönümünde, 1 Şubat Abdi İpekçi´nin yıl dönümünde benim meslektaşlarım yayılıyor. Bırakın başka insanları biz böyle bir Türkiye´de yaşadık, yaşıyoruz. Eee bu ülkede hala kan sürüyor, hala tehdit ;savcıya giden mermilerden, başbakan yardımcısının "beni öldürmek istiyorlar" deyişine kadar... Korkuda olabilir, abartma da, hakikatte... Ama bu ülkede bunlar hiç olmamış gibi her gün yaşayıp sonra darbe anında ben sivilin yanında olurum demek bana geç bir tercih gibi geliyor. Belki dürüst bir tarafı var ama geç bir tercih. Birincisi darbe anına kadar olan biten bir sürü olay var zaten, o anlarda ne yapıyordun sorusu. İkincisi aradan birçok olay geçmesine rağmen Menderes´i asan askeri bir darbeyi o haliyle konuşursunuz diğer bir yandan da o güne kadar 10 yıl boyunca insanların başına gelenleri konuşursunuz. Tabi ki o darbeyi haklı çıkarmadığı gibi bir darbe sonunda bir insanın, bir siyasetçinin başına gelebilecek en büyük felaketi, en büyük haksızlığı ki bir insanın öldürülmesiyle hak olayı da ortadan kalkıyor zaten. Ama o noktadan öncesi yada sonrasında sivil iktidarlar ne kadar demokratik? sorusu da gündemde tutulmalıdır. Benim temel sorum Türkiye´de bir takım insanlar cumhuriyetçi olduğunu, bir takım insanlarda demokrat olduğunu iddia ediyor ve bunun üstünden de tartışma sürdürülüyor. Cumhuriyetçi laiklik kavramını, demokrat hukuk devletini ön plana çıkarıyor. Benim için en önemli şey cumhuriyetçilerin demokrat olup olmadığını, demokratların cumhuriyetçi olup olmadığını yargılamak değil. Ben şunu yapmaya çalışıyorum cumhuriyetçi hakikaten cumhuriyetçi mi demokrat hakikaten demokrat mı? Çünkü Türkiye´nin makus tarihini böyle bir şey değiştirebilir. Ben bu konuda iki yüzlülüklerin olduğuna inanıyorum.
'' HAKİKAT DENEN ŞEYİN KAT KAT ALTINA İNMEK LAZIM, TÜRKİYE TARİHİNİ DİDİKLEMEKTEN KAÇIYOR''
-Abdi İpekçi´den sonra gelen yayın yöneticilerindensiniz sizde ve Milliyet gazetesinin de üzerinde durduğu bir konuydu; Ağca nın cinayeti işleyip işlemediği... Mehmet Altan bu kuşkuları Uğur Mumcu´ya dayanarak getirdi ve bu konuda kendisine yaptığı bir açıklamadan bahsetti. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
-Ben Uğur Mumcu´dan ya da başka bir kişiden böyle bir şey duymadım. Ama Türkiye´de daima hakikat denen şeyin kat kat altına inmek lazım. Yüzeyde görünenler yanıltıcı oluyor kaldı ki yüzeyde görünmeyen birçok durumda var . Ben öldürülen gazetecileri yazarken şunu düşündüm. Öldürülen gazetecilerin çoğunun katili belli değil, belli olanlarında katil olduklarının belli değil. Üçüncü bir konuda görünen ve görünmeyen katillerin arkasında ki kişilerin belirsizliği.Türkiye hukuk, gazetecilik yahut parlemento yolunda tarihine bu kadar yabancı ve tarihini bu kadar didiklemekten kaçıyor. Tarihi temizleyemeyiz ama hiç olmazsa kirini tam olarak ortaya çıkarmaktan aciz bir demokratik ülke çok azdır.
''ÖLDÜRÜLEN GAZETECİLER OLAYINDA, BİRGÜN BİR OLAYIN KARŞISINDA OLANLAR BAŞKA BİRGÜN AYNI OLAYI BAŞKASINA YAPANLARIN YANINA DÜŞEBİLİYOR''
-Bunları Ergenekon davasıyla ilişkilendirmemek imkansız.
Bir kısmı ilişkilenir ama baş aşağı bir durum var. Türkiye´de öldürülen gazetecilerin bir bölümüne kendini çok yakın hisseden bazı insanlar bugün gazetecileri ölümle tehdit eden başka insanların yanındadır. Bu Türkiye´nin paradoksudur ve acısıdır... Zanlının, sanığın, tutuklunun suçlu olup olmadığı üstüne spekülasyon yapmanında bir manası yok elbette ama ortada çeşitli dönemlerde öldürülen gazeteciler yada öldürülen insanlar var. Siz bir gün bu olayın karşısında olup bir başka gün nasıl yanına düşersiniz? Bide bunun tersi olaylar var tabi geçmişte katillerin yanında olup bugün özeleştiri yapmadan aşırı derecede demokrat olduğunu iddia edenler . Türkiyede insanlar bir anda ordan oraya saf değiştirebiliyorlar ve arkalarına da dönüp bakmıyorlar.
SERRA KARAÇAM: Gazetelerin TV haberlerine kaynak teşkil ediyor olması, gazeteciliği sorgulayıp eleştirmemize rağmen orada hala sevindirici bir şeyler olduğunu gösteriyor mu?
UMUR TALU: Kesinlikle... Erozyondan, yıpranmadan, ölçü değişmesinden bazen ölçüyü şaşırmaktan ne kadar bahsedersek edelim, ne kadar eleştirirsek eleştirelim sonuçta gazetecilik ve gazeteciler var. Bizim tartıştığımız görünen şeylerin dışında da işini layıkıyla yapmaya çalışan genç yahut kıdemli çok insan var. Yapılabilecek şeylerin manası o kadar önemli ki, Türkiye ve dünyada da yapılabilecek o kadar çok şey var ki... Kendimizi kaybetmeden, kendimizi aşırı önemsemeden çok ciddi bir gazetecilikle ki bunu sadece misyon anlamında söylemiyorum. Bu işte sadece bir şeyler anlatmak önemli değil bu işten çok zevkte alabiliriz, mutluda olabiliriz. Gazeteciliği itibarı da böylece yükselir.Fakat artık gazetecilerin kendilerinin haber olduğu birbirlerini konuştukları bir dönemdeyiz.
- Aşırıya gitmeden gazetecinin kendisini önemsemesi gerekmiyor mu? O misyondan dolayı sizce sapma noktası ya da ego nerede başlıyor?
- Evet bu duygu var. Çünkü sadece gösterdiğiniz bir şey değil, gösterdiğiniz şeyden ayna gibi kendinizi gördüğünüz bir meslektir gazetecilik.Daha çok kağıt üstünden, yazılı basından konuşuyorum ama yaptığınız iş, attığınız manşet, yazdığınız yazı, sizin aynanız olarak egonuzu, gururunuzu, mesleki ihtirasınızı bile tatmin edebilir. Yahut bunları orada izleyebilirsiniz ama birebir kendinizi yazıyorsanız. Kendinizi bir yazıda görmenin biçimi artık kendinizi yazmaya dönüşmüşse bu noktada işer değişiyor. Bir zamanlar "kendini göster evladım" denirdi artık bizatihi kendini gösteriyor; ne yaptığını, neden zevk aldığını, nasıl yaşadığını. Tabi bu arada onun karşıtı da devreye giriyor. Böylece kişi zaaflarıyla, insani karakterleriyle kötülenmeye başlıyor. Bazen dostluklar oluyor, birbirini kayıran, sürekli birbirini yazan insanlar... Oysa Türkiye´de milyonlarca insan, binlerce problem, yüzlerce çıkarılması mümkün hakikat var. Ve bunları bırakmış, kendinizi yazıyorsunuz. Olası bir darbede, kendinizin ne yapacağını, nasıl bir tavır alacağını, kendinizin nerede eğlendiğini, kendinize kazık atmaya çalışanları kısaca kendiniz etrafında dönen şeyleri yazıyorsunuz. Ben mektepte okudum ama alaylılıktan geldim. Gördüğüm yayın yönetmenleri, yazı işleri müdürleri hepsi 2-3 dil bilen, müthiş yazılar yazan (Abdi İpekçi" ayrı) hepsi büyüyen insanlar değildi ama bunlar emekçiydi yazı işleri emekçisiydi. Kendilerini göstermek yerine kendi bakış açılarıyla toplumdaki insanları, onların sorunlarını kısaca hakiki insana gitmeye çalışıyorlardı. Şimdi o insanlar kayboldu. Otobüsteki, sokaktaki, hastane kapısındaki insanlar kayboldu. İşin tuhafı iktidara muhalefet yapan gazetelerde bu insanlara çok rastlayamadım. Toplumda sanki milyonlarca insan yaşamıyor gibi... İktidara yakın gazetecilerde bu gazetecilik türü zaten yapmıyor ama karşı taraf niye yapmıyor? İnsanı kaybedip, kendisini bulan ve kendisini çok abartan bir gazetecilik türü var. Bu bana yadırgatıcı geliyor.
-Abdi İpekçi´ nin kişiliğinden ve birkaç dil bilmesinden bahsetmişken tekrar Mehmet Ali Ağca´ ya gelmek istiyorum. Konjonktör itibariyle konu çok önemli. Dün televizyonlarda pek çok kişide bu konulara değindi ama o dönemde yine Hasan Fehmi Güneş sıkıyönetimin Ağca´ yı ellerinden aldığını söylüyor ve aradaki ifadelerle ilgili bir takım tartışmalar var. Sizce o dönemlere gidilip, konuların aydınlatılması, Türkiye´deki bütün bu kayıtlar ve arşivlerle ortaya çıkarılması mümkün olaylar mıdır? Bunlardan ümitli miyiz? Yarın öbür gün Hrant Dink içinde aynı olayların yaşanması mümkün mü?
-Mümkün olabilir çünkü sonuçta bunları gerçekleştiren robot değil, bunları gerçekleştiren sanal birtakım şeyler değil, Avatar filmindeki yapay insanlar değil. Bunlar iz bırakılmış olaylar. Bir kişi bile olsa onun bildiği, onun anlattığı veya bir başkasıyla paylaştığı, bir yerde parmak izi, anı, belge, hatıra... Bütün bunların ortaya çıkarılması gereken zamanda çıkmaması hem devletin hem gazeteciliğin hem de sivil siyasetin utancıdır.Artık istihbarat örgütleri bunların içinde. Abdi İpekçi olayının etrafında Türkiye´nin bugün bile hala kurtulamadığı bir yumağı anlaşılabilir ve bu hala daha anlaşılabilir. 31 yıl olmuş ama bize hala bir şeyler anlatılabilir. Benim burada şaşırdığım bunu anlamış gözüken, hatta bunu anlamış olarak bize çok şey anlatmış olan insanların, bugün benzer vakalara aynı biçimde bakmayı reddetmeleri.
-Bir noktada susmaları diyebilir miyiz buna?
-Susma da değil bir ret var. Kabaca şöyle; paramilitar örgüt, devletin içinde birimler, bunun birtakım sivil şahısları, bir takım birimler, o zamanın konjöktüründe yabancı istihbarat örgütleri... Yani sahnenin oyuncuları bunlar birde tetikçiler var. Tetikçiler o sırada milliyetçi olabilir başka bir olay anında farklı düşüncede biri olabilir. Tetikçinin kimliği bu olayı anlatmaya tek başına yeterli olamaz. Ama bu model bize kabaca bu ülkeyi anlatır. Soyutlarsanız başka ülkeleri de anlarsınız bu modelden. Dolayısıyla bugün konuştuğumuz bazı konulara, insanların bakış açılarını, yaklaşımlarını görünce şaşırıyorum. "Böyle şey olmaz"mış gibi konuşuyorlar ama "Hocam" sen bana 20-30 yıl önce Abdi İpekçi´yi böyle anlattın. Niye o gün olan şey bugün olmasın?
-Uğur Mumcu´nun o gün anlattığı dosyadaki gibi
-Evet bugünkü siyasi duruşumuzda da geçmişte başkalarının o günkü siyasi duruşuna göre belirlediği gibi kaymalar yapıyoruz . Şahsen kendimi "yapıyoruz"un içine sokmamaya çalışıyorum. Bir şeye karşı olduğunuz için başka rezillikleri, ihanetleri, cinayetleri görmezden gelme eğilimi oluşuyor.
-Gazeteci bunu yapmayı nasıl özümsüyor sizce?
-Bence biz sapıttık. Hakikaten insan olarak ta, mesleki olarak ta sapıttık. Çünkü bunun varacağı yer burasıydı; mesleki olarak çok yamulursanız o mesleği omzunuzda taşıyan insan da yamulur. Belki tam tersidir; önce insan yamulur, sonra mesleği yamultur. Bu evrimin nasıl gerçekleştiğini bilmiyorum. Ben 30 yılda çok insan tanıdım, bunların başka hallerini de biliyorum. Elbet benim için bir başkası da bunları söyleyebilir, isim vermediğim içinde rahatlıkla genelleyerek konuşuyorum. Bazı insanlardaki tekamül bildiğimiz manasındakinin tersine gözünü kulağını kapatmak, dişlerini bilemek, tırnaklarını sivriltmek yani tuhaf canavarlaşan, bir başkasını kolayca harcayan, tabir i caizse mesleki olarak en azından katletmeye hazır manasına geliyor.
-Bunun içinde satın alınabilme var mı?
-Bu bahsettiklerimin bazıları çok dürüst insanlardır. Bazılarını hayatta satın alamazsın ama onların hırsı, bakış açıları yahut körlükleri onları bu hale getirmiştir. Satın alma meselesiyse ayrı bir sorun. O insanoğlunun en zayıf olduğu nokta.
-Bana çok zor ve zayıf olunan değil de çok büyük ve güçlü bir dönüşüm gibi geliyor.
-Bahsettiğim önüne para koyup kişiyi satın almak değil, bir şeye yaslanma... Görmezden gelme, oraya yaslandığınız için gönüllü olarak bir olaya katılma, mesafeyi kaybetme, bağımsızlığını yitirme, sorularını etrafa düşürme...
-Yaslanmanın tamamen destekleme, görmezden gelme şeklini almasındansa objektif olarak iyi ve kötü yanlarının görülmediği olaylarda; iyi tarafı da yazabilmekle sınırlanması belki de yaslanılan merkezlerde sınırı anlayabilecek. Fakat bu birliktelik sağlanamıyor herhalde.
-Gazeteciliği de biz başaşağı koyduk. Genellikle köşe yazarları çok konuştuğu için giderek te bağımsızlaşıyorlar. Ama bağımsızlaşma gazeteci olarak değil de meslekten bağımsızlaşma halini alıyor. Mesela hükümetin bir danışmanı gibi davranıyor, akıl veriyor, çok fazla imza atıyor, sivil toplum örgütü gibi ama kendi örgütüne bile üye olmadan hareket ediyor, başka sivil toplum örgütlerine rapor hazırlıyor... Eee ortada gazetecilikten bağımsızlaşmış ama vicdanları bağımlı sağda solda birbirine karşıt olan çok fazla köşe yazarı oldu.
-Yazarlardan yazılara geçiyoruz. Yayın yönetmenliğiniz döneminde Tansu Çiller'in Amerika´daki servetini ortaya çıkaran başlıklar dikkat çekti. O haberler ilk Milliyet'te yayınlandı. İşadamı olan eşinin 3 milyon dolar değerinde bir alışveriş merkezine, villaya, eve sahip olması etik mi? Bir de bu biliniyor muydu da yazılmadı yoksa siz bunu nasıl öğrendiniz?
-Bunun etik yanı yalan söylendiği beyan edilmediği sürece gayri etiktir. O gün var olan buydu. Bu açıklanmamış bir servetti. Topluma, partiye, meclise bildirilmemiş bir servet. Ve bu haberi ben bu saatten sonra Tansu Çiller´in serveti diye değil de bir başbakanın serveti olarak konuşmak istiyorum. Servetin kocasının olması hiç bir şeyi değiştirmez. Çünkü benim meselem Tansu-Özer Çiller meselesi değil. Bu olayda bana kalan tek onurlu miras o günkü Hürriyet ve Sabah bugün bilinen, tanıdığımız yöneticileriyle bu haberi sansürlerken, Milliyet gazetenin patronu da dahil bütün kadrosuyla böyle bir haberi yapabilmesidir. Ve bir başbakanın servetini ortaya çıkarabilmesidir. Bugünde bir başbakan var yarın da bir başbakan olacak, benim söylemek istediğim; bugünde yarında başbakanın servetini kurcalayabilecek bir gazeteciliktir. Yoksa bu tabi ki sansüre uğrayan bir haberdi.
-Diğer gazetelerde yayınlanmaması özel haber olmasından kaynaklanmadı yani...
-Bir parça bilinen bir mülk vardı ama o günkü gazeteler, şu anda meşhur olan yayın yöneticileri bu bilgiyi çekmeceye koydu.Bu gazeteler bugün bazı insanlar için yandaş medya lafını kullanıyor. O günde onlar öyleydi. Bizim yaptığımızsa bir tek mülkün istihbaratıyla yola çıkıp 4 tane mülkü ortaya çıkarmaktı. Rahmetli Turhan Yavuz Amerika´da uğraştı, kanıtlarıyla birlikte bunu getirdi. Milliyet'te de biz gazetecilik açısından bunu tadını çıkarta çıkarta yayınladık.
-"Neden Amerika" başlığını gördük. Amerika´ya başbakanın eşinin yatırım yapmış olması beyan edilmiş olsaydı ne olurdu?
-Yine tartışılırdı. Öncelikle haber değeri tartışılamaz bir konu zaten. Ondan sonra etik mi değil mi, Türkiye de TBMM de tartışılmaya başlanırdı. O günkü başbakanın istifasını, o günkü hükümetin dağılmasına değecek bir konuydu. DHP SHP koalisyonu vardı, ANAP´ın önergesiyle başbakanın serveti meclis gündemine geldi ve iktidar bu yüzden yıkılıyordu. Yalnızca SHP den Sayın Murat Karayalçın gece 1.30 da fikrini değiştirdi ve sadece başbakan için önerge haline geldi, sulandı. Türkiye bence temiz siyaset açısından bir fırsat daha kaçırdı.
-Belki de ben eş durumuna fazla bireysel bakıyorum. Gerçekçi bir düşünce değil ama...
- O zaman ki olay şuydu. 95 ten itibaren yazı yazıyorum arada 1-2 yıllık yandan çarklı bir yöneticiliğim var. Onca yazı yazdım, ödül aldım ama bana gazetecilik hayatımda en büyük gururumu sorarsanız... O da budur. Bu gazeteyi yönetmektir. O haberde benim imzam yok belki ama gazetede var. Dolayısıyla yazılarımı unuturum ama bunu asla unutmam. Bugün genç gazetecilere gösterilmesi gereken şu ya da bu yazı değil bence bu haberdir. Bu haberlerin yapılabileceğini bu haberleri yapan gazeteciliğin, patronu bile mutlu edebildiğidir. Altını çizerek söylüyorum o günkü Aydın Doğan gazete sahibi olarak bu haberle gurur duydu.
-Aydın Doğan aynı yıl bir başka gazeteyi alıyor.
-Ondan sonra hikaye değişiyor zaten
-Ne oldu peki?
-Sermayenin böyle bir kaderi var. Biz sermayeden olmadığımız için o kısmını pek anlamıyoruz. Büyüttüğünüz zaman düşürmemek için elinizde bir gazete varsa gazeteyi bükmeye ve televizyonun üzerine basmaya başlıyorsunuz. Hem yükselirken hem de yükselmenin verdiği baş dönmesinden düşmemek için.
-Umur Talu´yla olan bir yükseliş bu... Yani sizin idareciliğinizde ve o zamanki ekiple birlikte olan bir yükseliş. Peki sonra ne oluyor da Umur Talu´ya ihtiyaç kalmıyor?
-O milyonluk tiraj sonraki senelerde zaten kalmadı. Türkiye´de krize girmişti ama 2 ayrı modelden söz edebiliriz. Benim modelim biraz kapalı bir model. Ben muhafazakar bir adam değilim ama gazeteci olarak kapalı bir modelim. Ben gazete yapmayı seven bir genel yayın yönetmeniydim. Ankara da başbakan ziyaret etmeyi değil.
-Büyüyünce öyle mi yapmak gerekiyor?
-Büyüyünce tabi iktidarla barışık olmanız gereken bir safhaya giriyorsunuz. Bense bugünde çok açığım. O günden bugüne kimse bana genel yayın yönetmenliği teklif edemez bende yapamam zaten. Sorun şudur doğru gördüğümü yapmamı engeller misiniz? Engellemez misiniz? Dur denilen yerde durmadığım gibi, ondan sonrada bunu yapmadım. Benim diyen genel yayın yönetmeni önce çıkıp şunu söylesin. "Ben şunu kabul etmedim, şunu reddettim" Benim için ölçü budur. Patronlar içinse tabi ki kendi gazetesi ama gazetesonuçta kendi işletmesi değil.
-Taraf gazetesini nasıl bir çizgide görüyorsunuz?
-Bir çok haberi Türkiye´ye damga vurdu. Birçok şeyin konuşulmasına , tartışılmasına vesile oldu. Bu arada tabi vahim hataları da oldu.O hatalarda benim ölçüm şudur; Gazetecilikte cevval bir şekilde çalışırken hepimiz birçok hata yaptık ama teamülden midir, birilerinin hayatını mahvedecek türden midir bilinmez... Bazı ölçüler var bunların bir kısmı belki bu ölçüdeydi belki de bunun dışında... Bilgi ne şekilde gelmiş olursa olsun Türkiye de hiç konuşulmayan bir konuyu ortaya çıkartarak önemli bir iş yaptı. Ama o bağımsızlıkta o gazeteyi ben öyle yapmazdım
-Bağımsız olduğunu düşünüyor musunuz
-Parasızlıktan şikayet eden bir gazetenin arkasında güçler olduğunu iddia edemem. Sabah, Doğan Grubu gibi gücü olmadığı aşikar ama arkasındaki destekçi birileri, bir takım gruplar gözükmediği sürece de üzerine spekülasyon yapamam. Bakış açıları bana bire bir uymuyor. Bütün taktirlerime rağmen ben bile orada sansüre uğradım. Benim adım bile orada bir haberden atıldı. Ben -Sabah gazetesinde grev yapan 10 tane gazeteciyi, gazetenin önünde görüp yazı yazabildim. Basit dediğim olay bu... Yazarsanız yazılır... Birçok meşhur köşe yazarı her gün girip çıktığı kapıdaki grev yapan gazetecileri görmedi. Dünyayı ve Türkiye´yi gördüğünüze inanıp, önünüzde grev yapan 10 tane genç gazeteciyi görmemezlikten geliyorsanız; ister cumhuriyetçi olun, ister demokrat... Ben bunu anlayamıyorum... Bu vesileyle bana dünyanın en garip gazetecilik ödülü verildi. Kendi gazetesinde grev yapanları görüp yazabilen yazar ödülü aldım. Dünyada böyle başka bir gazetecilik ödülü yoktur. Bu haber ilginç bir şekilde benim adım ve bana ödül verilmesinin nedeni sansür edilerek verildi. Genel olarak Metin Göktepe ödülleriydi ama bu önemli değil. Buna rağmen Mehmet Baransu´nun yaptığı haberler ve bu haberlerin üzerinden Türkiye de bir şeyler tartışıldı. Bunların bazılarının da doğru olduğu da ortaya çıktı. NTV olayı faciaydı o ayrı.
-Orada özürle birlikte bir heyecan olduğunu anlıyoruz
-Heyecan başka haberlerde de oluyor. Ama olmuş bitmiş kanıtlanmış gibi atılan başlıklar var onlar vahim geliyor bana.
-Orada haber şu kadar kere arandı diye verildi, ama saat farkından kaynaklanan bir hata yapılmış, detay atlanmış yani...
-Bende yazı yazarken ya da gazeteciyken böyle vahim hatalar yaptım. Ancak vahim hata sonunda birilerini cinayetle suçluyorsanız ki suçlamayı yapmadan önce, bırakın hatayı doğru bile olsa 10 defa düşünmeniz lazım. Orada ciddi bir problem var
-Karşı görüş detayının haberlerde yer almamasından kaynaklanan bir hata bu. Medya Müfettişi yeni başladığında Atv ve Sabah´ta yapılan grevi bizde ele aldık. Her ne kadar sonu beklediğimiz gibi olmasa da değinmek önemliydi.
-Sendika olayları, grev, şu, bu tartışılabilir ama bir şeyi tartışmam, o çocuklar cesurdu. Onların o cesaretini de kimseye yedirmem, kendime bile.
-1998´de Nazlı Ilıcak´ın andıç haberine değinmesinden dolayı itiraz edenleri eleştirdiniz. Onu eleştirenlerin belli dönemlerdeki aidiyetliklerini hatırlattınız. Burada günahsız kimse yok herhalde.
-Tam öyle çıkmıyor. Ben, bana iktidardan yada genel kurmaydan birilerinin elime tutuşturduğu haberi,oradan gelen eğri doğru faksı, araştırmadan, birebir, gazete manşetine koyup üzerine birde yazı döşeseydim ve bu yüzden bir insan vurulmuş veya bazı insanlar hedef haline gelmiş olsaydı yaptığımın hata olduğunu anlasam bile orada durmazdım. O arkadaşların hepsi durduğu yerde. Benim için sonradan dilenen özürler özür değildir. Bir utanmazlık abidesidir. O genel yayın yönetmeleri yerlerinde oturdu. O basın konseyi başkanı konseyinde oturdu ve başyazar olarak devam etti. Bu bir insanın mesleki olarak yapabileceği en kötü olaylardan birisidir. Dolayısıyla sonra ki özürler, özeleştiriler başım üstüne ama o zaman yerinizde neden duruyorsunuz? Ben o dönem Çevik Bir´in kovulmasını istediği gazeteciler arasındaydım Çevik Bir Milliyet´e de geldi. Aydın Doğan beni kovmamak için çok direndi ve o baskıya rağmen kovmadı da . Ama Çevik Bir Milliyet´e geldiğinde bütün yazarlar Cevik Bir´in brifingine çağrıldılar. Ben o katta olmama rağmen gitmedim. Beni ve diğer gazetecileri yanına yada patronun yanına çağırarak kovulacak kişileri bir general, başbakan yahut bakan belirleyemez. Bu tavrı göstermediğiniz taktirde yarın öbür gün başka şeyde de tavırsız kalıyorsunuz. Bu tavırlar bizi olgunlaştırır. Her seferinde bir şey öğretir. Kuvvet olmayı öğretir.
-Ankara'da hakimi özel kuvvetten arayıp, takip eden askeri araçlara ilişkin Genelkurmay açıklamasında araçtakilerin birisinin aşçı, birinin marangoz olduğu belirtilmişti. Siz keyfi kullanımı oradan çıkardınız ve altını çizdiniz. Askerden de buna karşı olumlu tepki gördüğünüzü yazdınız. Orada da adaletli bakış açısıyla vicdanlı bir taraftan yaklaştınız. Nedir bunun püf noktası?
-Bunun püf noktası; ne sağcı, ne solcu, ne cumhuriyetçi ne demokrat... Farklı açılardan, ne orduyu çok sevenler, ne orduyu çok eleştirenler olarak hiç fark etmediğimiz ama gazeteci olarak ta çok büyük bir zaaftır bu. Binlerce insanın görmediği bir olayı gördüm ama geç gördüm 5 sene önce. TSK içinde bir insani problem var. Bunu ben artık adım gibi biliyorum. Çünkü on binlerce tanıdığım var ve bunlar bunu bana birebir anlattılar. Dünya da hiçbir gazeteci bu kadar ekseri tanık bulmamıştır. Ben 5 senede buldum.
-Çıkan sonuç ne peki?
-Yukarıdan aşağıya ezme, haysiyetiyle oynama, hak diye bir şey yok zaten... Konuşmama, itiraz etmeme, boyun eğme hakkı var. Yargısız, savunmasız hapislere mahkum olma hakkı var. Tabi ki asker olarak insanlar gurur duyar. Sonuçta emir komuta tabi ki olmalı ama bunlar çoluğun çocuğun hayatına, haysiyetine kadar baskı şeklinde olmamaıl. Bunun olduğu bir yer Cumhuriyetçi olamaz. Ben bunu çok net anladım ve anlatmaya çalışıyorum. Ve itirazda gelmiyor. Elimdeki şeylerse konuyu az bile yazdığımı gösteriyor. Sizin dediğiniz olayıda, bir gazeteci olarak gazeteye koymazdım. Bunu manşet yapardım. Nitekim haber çıktığında gazetenin sitesinde çok sayıda yorum yapıldı. Çünkü Türkiye de yaşayan 70 milyonun yarısı erkekse yani 35 milyon insanı askerlik yapıyorsa, 35 milyonun bildiği bir şeyi yazmayan bir medyadan söz ediyoruz. 35 milyonun bildiğini ve yaşadığını kendi kendine konuşamayan bir toplumdan söz ediyoruz. Bu sessizlik bu kendini ifade edememenin üzerinde hiçbir demokrasi olmaz bu adaletsizlik üzerinde de cumhuriyet falan olmaz. Benim yazılarımı kimse okumasın ama tüm yazılarımın ana fikri budur.