Uluç İstanbul Valisi'ni bombaladı; Bir ahmak kafa, bir göz, bir kelle...
Yılların gazetecisi Uluç kendisini, Oğuz Aral'ın ölümü ile boş kalan "huysuz ihtiyar" konumuna taşıyacak yazısında Vali Mutlu'yu da, Emniyet Müdürünü de, medyayı da öyle bir eleştirdi ki...
Ben Mekteb-i Mülkiye'de "İdarecilik" okudum.. Rozetimizde bir Türkiye haritası vardır.. V ile İ harflerinden oluşmuş bir çerçeve içinde.. V "Vatan" demektir. İ, "İdaresi!.."
Yani Mekteb-i Mülkiye, 1859 yılında, Osmanlı tarafından Vatan İdaresi öğretmek için kurulmuş, Cumhuriyet devrinde de Ankara'ya taşınarak bu işlevine devam etmiştir.
Yani ben "Vali nedir?. Görevleri nedir?. Yetkileri nedir" iyi bilirim. Hem de çok iyi bilirim..
Bu yüzden bu sütunlarda aylardan beri, bağıra çağıra "Bu şehrin valisi yok" diyorum.. Bilerek, görerek, yaşayarak!..
Eleştiri bombardımanına işte böyle başlıyor Hıncal Uluç.
Yılların gazetecisi Uluç kendisini, Oğuz Aral'ın ölümü ile boş kalan "huysuz ihtiyar" konumuna taşıyacak yazısında, seçimlerden bir gün önceden itibaren İstanbul'da yaşanacak olan trafik sıkışıklığına karşı hiç bir önlem almadığı için İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu'yu deyim yerindeyse yerden yere vuruyor.
"Bir ahmak kafa, bir kör göz, bir dünyayı umursamayan Kelle..." sıfatları ile andığı İstanbul Valisi için "İstanbul'da vali yok.. Geldiğinde var gibi görünen ama kısa zamanda o olmayan valinin gölgesine giren Emniyet Müdürü de yok.. İstanbul dağ başı..." diye yazdı Uluç.
İşte Uluç'un araya bir de babasının askerlik anısını sıkıştırdığı o yazıdan çarpıcı bölümler:
Başbakan en başta, bütün siyasal liderler ve seçime katılan adayların üzerlerinde anlaştıkları tek slogan vardı..
"Seçime katılın. Oyunuzu mutlak verin!.."
Biraz görgüsü, bilgisi, biraz izanı olan, 9 Ağustos Cumartesi gecesi bu ülkenin hemen tüm karayollarının yoğunluk yaşayacağını bilirdi. Valilerin aylar öncesinden, ilgili birimleri toplayıp, 9 Ağustos trafiği konusunda alınacak önlemleri belirlemesi ve gerekenleri duyurması, uyarması gerekirdi..
En yoğun olacak yolların da, bu ülke nüfusunun nerdeyse beşte birini barındıran İstanbul'a giden ve İstanbul'dan gelenler olacağını bilmek için de kahin değil, 10 yaşında bir ilkokul öğrencisi olmak yeterdi. İstanbul'un en bela yerlerinin de, en normal günlerde bile sorun yaratan köprüler olduğunu düşünmek için beş yaş zekası bile yeterdi..
Amma bakın, o gece İstanbul'da ne oldu?.
İnanmazsınız?. Çünkü, sahipsiz İstanbul'umuza sahip bir medya da olmadığı için duymadınız görmediniz de..
Hem de Başbakanı bir ay boyu miting meydanlarına "Oy kullanın" diye bağıran ülkede, hem de sabahın ilk saatlerinde televizyonlar alt yazılarında "Kara yollarında yoğunluk başladı" diye haberler geçerlerken, bir ahmak kafa, bir kör göz, bir dünyayı umursamayan "Kelle" Boğaziçi Köprüsü'nün gidiş ve dönüş istikametlerinde birer şeridin bakım için kapatılmasına karar verdi..
Ben Tuzla'dan çıktım, saat 22.00'de.. Sahil yolunu seçtim.. Dünya güzelidir o yol.. Gündüzü ayrı, gecesi ayrı güzeldir.. Yavaş sürdü Ercan üstelik. 50 dakikada Bostancı'ya geldik..
Dünyanın en güzel yürüyüş yollarından biridir, emsalsiz Bağdat Caddesi.. Şanzelize'ye değişmem.. Onu da 20 dakikada geçtik ve 23.10 da, Fenerbahçe Stadı'nın yanına geldik. Yani otoyol çıkışına.. Ondan sonrası, normal 10 dakikadır benim eve.. "Normal" pek olmaz bu kentte..
Ama 20-25 dakikada gidilir..
Ben eve vardığımda saat 2'ye geliyordu.. Çünkü, Köprüdeki şerit kapamanın yarattığı tıkanıklık geriye doğru uzaya uzaya E-5 bağlantısına kadar varmıştı. E-5 de felaket haldeydi. Gıdım gıdım gitmiyor, resmen duruyorduk..
Bu arada emniyet şeridine dalan uyanıkların da ne kavgalarına şahit olduk. Cinayet çıkmadı şükür.. Bütün o bitmeyen saatler süresince bir, tek bir trafik aracı gördük.. "Emniyet şeridini boşaltın" diye anons yaparak kendine yol açıyordu. O anonsu duyan uyanıklar da arabalarını hızla bizim gibi kendi şeridinde giden uygar hıyarların üzerine sürüyorlardı. Trafik arabası bastı gitti. Biz sahipsizliğimizle kala kaldık..
***
Benim babam, 1952 yılında Hatay Bölgesi Gümrük Tabur Komutanıydı. Gümrükler ve kaçakçılar, askerin işiydi o yıllarda. Hatay Gümrük Taburu, müstakil taburdu. Yani doğrudan Ankara'ya bağlıydı. Yörede babamı denetleyecek tek amir yoktu, kendi görev anlayışı ve görev namusu dışında..
Yılları, Gavur Dağları'nın adına sebep olan kışında, karda, donda kaçakçı peşinde, pusularda, müsademelerde geçti. Aracı İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma, üzeri çadır bezi ile kaplı, her yanından rüzgar ve soğuk giren antika jipti.. Doktorlar derler ki, 58 gibi çok genç yaşta duran kalbi, Gavur Dağları'nın soğuğuna ve yorgunluğuna dayanamamıştı aslında..
***
Oy vermek için 9 Ağustos gecesi İstanbul'a gelen ve İstanbul'dan giden insanlar, bir yuvarlak kafasında sivri zeka taşıyan sorumsuzun verdiği emirle şeritler kapatılınca, oto yollarda sefilleri oynarken, İstanbul Valisi, muhtemelen yatağında horul horul uyuyordu.
Eğer Vatan İdaresi'nin öğrenmiş birisi olsaydı, eğer "Ey vatan gözyaşların bitsin, yetiştik çünkü biz" marşları ile yetişseydi, o gece eskortlarını yanına alır, zırhlı ve klimalı arabasına biner "Yahu Başbakan 'Oy kullanın' diye bin defa haykırdı. İstanbullular kentlerine, İstanbul'a tatile gelenler de kendi memleketlerine dönüyorlar. Bu gece yollar kalabalık olur, hele bir bakalım" derdi.. "Bu geceye trafik polisi yetmez" der, jandarmayı da özellikle otobanlarda görevlendirirdi ki, acil durumlar için emniyet şeritlerinin açık kalması sağlansın..
Vali, "Vali" olsa, bitmez tükenmez yetkileri içinde, o kapanan şeritleri derhal açtırır, öyle bir gecede şerit kapattıranı da "Vatandaşa işkence ve seçimi sabote" suçundan tutuklattırırdı.. İstanbul'da "Vali" olsaydı..
Ama yok.. İstanbul'da vali yok.. Geldiğinde var gibi görünen ama kısa zamanda o olmayan valinin gölgesine giren Emniyet Müdürü de yok.. İstanbul dağ başı... İstanbul Teksas!..
O gece saat ikide başımı yastığa koyarken yüce Tanrım'a şükrettim.
Bu Teksas'ta sağ salim evime varabildiğim için..