ÜLKENİN CHP'YLE BİRLİKTE DÖNÜŞEBİLECEĞİNE İNANMIYORUM!
Ünlü oyuncu Memet Ali Alabora'dan şaşırtan CHP açıklaması!
Birkaç hafta önce Memet Ali Alabora'yı aradım. Hem tiyatroların
kapatılmasıyla ilgili tartışmaları ve dizi setlerindeki sorunları
hem de ateşli politik gündemi konuşalım istedim.
Harbiye'deki Oyuncular Sendikası'nda buluştuk. Girişteki salonun
duvarlarında, yayında olan tüm diziler için birer pano asılı.
Üzerinde rengarenk postitlerle oyuncuların adı yazılmış. Oyuncuları
fişlemişler resmen! Tabi ki iyi manada... Sendikaya üye olanlar,
olmayanlar, çocuk oyuncular...
Bende fazla kontrollü ve düzenli bir adam izlenimi uyandırıyor. Dik
duruşu, tonlamalı konuşması karşısında, insan bir derlenip
toparlanma ihtiyacı duyuyor. Sanki hayatında hiçbir dağınıklığa yer
yokmuş gibi görünüyor...
Uzun uzun konuşuyoruz. Oyuncuları ilgilendiren yasa maddelerini
anayasadan okur gibi ezbere sıralıyor. Dersini iyi çalışmış
öğrencilere has bir ciddiyeti olsa da altında ince bir muzırlık
seziliyor.
Aslında önce tiyatroları konuştuk. Ama şimdi muzırlık yapma sırası
bende. Sondan başlıyorum!
Karşınızda Memet Ali Alabora!
İş Bankası’nın reklam yüzü olmanızla sol duruşunuz arasında çelişki
olduğuna dair birtakım eleştiriler geldi. Ne diyorsunuz bununla
ilgili?
Ne diyeyim yani. İş Bankası’nda yaptığım şey oyunculuk. İş
Bankası’nın ürünlerini oyunculuğumla tanıtıyorum. Bu benim işim.
Profesyonel bir iş. Mesleğimi yaparak para kazanıyorum. Bunun için
de Türkiye’nin bankalarından bir tanesinin reklam yüzü olarak
profesyonel bir ilişki içine giriyorum. Bu banka değil de başka bir
şeyin reklamı da olabilirdi sonuçta...
“DÜNYA DEĞİŞECEK, YENİ BİR ALGIYA GEÇECEĞİZ”
Biraz politik gündeme girersek; Türkiye’nin durumunu nasıl
görüyorsunuz? Muhafazakârlık artıyor mu? Böyle bir baskı hissediyor
musunuz siz sanatçı olarak?
Bu dünya değişecek bence; hem de öyle böyle değil... Yani öyle
Fransız devrimi filan gibi değil. Sümerler’den bu yana yaşadığımız
en büyük değişimlerden birini yaşayacağız. Yeni bir algıya
geçeceğiz.
Meltem Arıkan’ın bir tanımı var: Biz analog bir algıdan, analog bir
dünyadan, dijital bir dünyaya geçiyoruz. Bu, “artık Twitter
kullanıyoruz, Facebook’la yazışıyoruz” manasına gelen bir
dijitallik değil; algımız değişiyor. Eskiden analog bir algımız
vardı, artık dijital bir algımız olacak. Bunun yansımaları nedir,
nasıl olur birebir söylemem çok kolay değil. Yani ben de öyle bir
algıya sıçramış değilim henüz.
Bir sürü şeyimiz analog dünyayla devam ediyor ama en azından şunu
söyleyebilirim. Tunus’ta başlayıp Mısır’da devam eden şey dış
güçlerin manipülasyonuyla filan başlamadı bence. O tamamen kendi
içinden başlayan ve daha önce dünya tarihinde hiç görmediğimiz bir
şeydi. Neydi o görmediğimiz şey; lideri olmayan, ideolojisi
olmayan, söylemi bile olmayan yani net bir söylemi bile olmayan
devrimler. Yani bu devrimleri kutsayarak sonuçlarının da kendileri
kadar acayip şeyler olacağı anlamına gelmiyor ama olan şey çok
acayipti.
Ne zaman başladı bu? 2010 Kasım ayında. Wikileaks belgeleri
yayınladı. Ondan sonra Anonymous Tunus’ta olan olaylara dair açık
desteğini söyledi ve Tunus’ta bir şeyler başladı. O başlayan şeyin
ateşi bütün Arap Yarımadası’nı sardı ve Avrupalılar buna şöyle
baktılar: “Aaa, demokrasi istiyor 'zavallı' Araplar”. Hayır
demokrasi filan istemiyor kimse. Mesele demokrasi meselesi
değildi.
Ne meselesiydi?
Demokrasi meselesi olsaydı dünyanın en gelişmiş demokrasilerinde
parkları işgal etmezdi insanlar. Mayıs 2011’de 300 bin kişi çıktı
İngiltere’de sokağa. Kimse pek bakmadı oraya. Çünkü onu demokrasi
isteyen “zavallı” Arapların yaptığıyla birleştirmediler
kafalarında. Ta ki 2011 Eylül’ünde Occupy Wall Street başlayana
kadar.
Şu anda ne oldu? Bu işler öyle bir senede, iki senede “ne oldu ki?”
ile olmuyor. Yani 1999’da Seattle’da 30 bin kişi toplandığı zaman
küreselleşmeye karşı harekette “ne oldu ki” diyorlardı; şimdi 12-13
yıl geçti. Acayip şeyler oluyor dünyada.. Bence dünya değişeceği
zaman 2011 yılı özel bir yıl olarak yazılacak ve o yazılırken çok
önemli bir şey de vurgulanacak: İnsanların korku sınırını geçmeye
başladıkları yıl. Sonra yazacaklar; ama Türkiye diye bir ülke
vardı, orada kimse korku sınırını geçemedi. Buradaki temel mesele
korku sınırını aşamama meselesi.
“TÜRKLER KORKU SINIRINI AŞAMIYOR”
Neden aşamıyoruz?
Bizim çok korktuğumuzu düşünüyorum. Çok korkmuşuz içten içe.
Darbelerle, bir sürü şeyle korkmuşuz, ama 1980 Darbesiyle birlikte
korku neredeyse genlerimize enjekte edilmiş. Ve bu hiç bitmeden
devam etmiş. Bugün bu korkunun kaldırıldığı iddia edilerek yeni bir
korku inşa ediliyor. Yepyeni bir korku…
Nedir o?
Türkiye’de bugün, 1980 darbesine karşı yapılanların, korkuyu
kaldırmak için yapıldığını ve Türkiye’de artık korkunun olmadığını
söylemek bana çok komik geliyor, “heber” gibi geliyor yani...
Tam tersi, Türkiye’de yeni bir korku inşa ediliyor şimdi.
Tevkifatlarla, başımıza bir şey gelebileceğine olan inancımızla,
1980 darbesi korkusunun üzerine yepyeni bir korku ekleniyor ve 1980
darbesi kurumlarının hepsi de kullanılmaya devam ediliyor.
Bu bir korku dönüşümü. Bu korku dönüşümünün bir kısmı da sanata
dayanıyor. Zaten genel olarak bu tür dönüşümlerde hep iki şey sona
kalır. Biri kürtaj, biri sanat.
Yani bu tür bir dönüşüm söz konusu olduğu iki meselenin
“düzeltilmesi” gerekir. Bir tanesi özgür düşüncenin sanatla devam
edememesi, bir tanesi de -en korkulan şey olan- kadın bedeninin
belli bir sınırın içine alınabilmesi. Çünkü zaten erkek egemen
sistemin tamamı kadın bedeni üzerine işleniyor. Kürtaj da bunun çok
somut örneklerinden bir tanesi. Dolayısıyla bugün benim görüşüm;
Türkiye’nin korku sınırını aşmak için dünyadan çok geride bir yerde
olduğudur. Ben Arap Baharı’nın bize özenilerek yapıldığını falan
düşünmüyorum. Tam tersi biz onlara özenmeliyiz. Yani korku sınırını
aşmak nasıl olabilir diye görebilmek için. Topluca. Ama maalesef
henüz böyle bir şeyin emaresini görebiliyor değilim.
“BU ÜLKENİN CHP’YLE BİRLİKTE DÖNÜŞEBİLECEĞİNE
İNANMIYORUM”
Pek umutlu değilsiniz o zaman?
Türkiye’ye dair benim çok umudum yok. Türkiye’ye dair umudu hep
birlikte kuracağız. Bir umut yok; biz varız. Korku sınırını aşmaya
ne kadar yaklaşırsak öyle bir belki yeniden bir umut kuracağız
kendimize.
CHP’deki dönüşümleri nasıl karşılıyorsunuz?
Dönüşüyor.
Bu dönüşüm umut verici mi?
Hayır. CHP’nin bir umut olabileceğini düşünmüyorum.
Yeni süreçten de memnun değilsiniz yani?
CHP’nin kendini değiştirmesi, düşünce kabuklarını kırabilmesi çok
değerli bir şey bence. Ama ben kişisel olarak CHP’den umutlu
değilim. Bu ülkenin CHP’yle birlikte dönüşebileceğine
inanmıyorum.
Kürt meselesiyle ilgili geldiğimiz nokta hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Kürt meselesinin ancak, şiddetin ve şiddetin dilinin bırakılması
ile çözülebileceğine inanıyorum. Tıpkı "1980 darbesinin etkisinden
kurtuluyoruz" diyerek inşa edilen yeni korku gibi "Kürt meseslesini
çözüyoruz" denerek de aynı süreç işletildi. Bu sürecin şiddetle
karşılık bulması durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale
dönüştürüyor. Bu şiddet ortamı bitmeden söylenecek her söz geçersiz
hale geliyor.
***
Devlet Tiyatroları'nın kapatılmasıyla ilgili söylenenler
hakkında ne düşünüyorsunuz ?
Biz sendika olarak sürecin en başından beri içindeyiz ve en
başından beri aslında aynı şeyi söylüyoruz. Artık bu tiyatroların
özelleştirilemeyeceği ya da kapatılamayacağı çok aşikâr. Bir
revizyon olacak ama bu yeni revizyon, yeni model nasıl olacak esas
tartışmamız gereken konu bu. Şehir tiyatrosu özelini düşünelim.
Şehir tiyatrosu yüz yıllık bir kurum, daha doğrusu şu an 98
yaşında; 2014 yılında 100. yaşına girecek. Darülbedayi ismiyle 1914
yılında kurulmuş.. Bu kurum İstanbul’u Istanbul yapan kurumlardan
bir tanesi.
Neden bu sanat kurumları kamu finansmanlı sanat kurumları olmak
durumundadır? Esas soru burada. Bunun çok net bir cevabı var. Çünkü
eğer siz bir kenti marka kent yapmak istiyorsanız, o kente yaratıcı
zekâyı çekmek zorundasınız. Bunlar da kültür-sanat kurumlarında
üretiliyorlar fakat bunu sadece özel sektöre bırakırsanız; o zaman
buradaki gelir gider dengesi yaratıcılıktan ziyade eğlenceye
kayacaktır. Dolayısıyla bir sanat kurumunda kamu finansmanı
yapıldığında "on lira buradan girmiş, yüz lira buradan çıkmış; aaa
doksan lira zarar edilmiş" gibi de bakamazsınız.
Dünyada da öyle. İngiltere'de de bir kamu finansmanında kesinti
yapıldı ve bunun üzerine İngiltere’deki oyuncular sendikası
Equity'nin "Lost-Arts" kampanyası devam ediyor. Onlar hesaplamışlar
ve şunu görmüşler; sanata yatırılan her bir pound iki pound olarak
geri dönüyor...
"ÖZEL SEKTÖRÜN DE KAMU FİNANSMANIYLA DESTEKLENMEYE İHTİYACI
VAR"
Richard Florida'nın tartışmalı “yaratıcı ekonomi” / “yaratıcı
kentler” tezlerinin temel argümanı da bu...
Aynen öyle. Mesela şimdi televizyon dizilerini düşünün. Şu anda
televizyonun 2.2 milyar dolarlık bir reklam pastası var, bunun
temelini de diziler oluşturuyor. Oysa ki televizyon dizilerinin
maliyeti bir milyar lira civarı. Bakın ürettiği alan ne kadar
büyük. Bir de bu diziler yurt dışına satılıyorlar. Buna sadece
kanalların kasasına giden para olarak bakamazsınız; onun ötesinde
de bir ekonomi yatıyor. Bu aynı zamanda sosyal bir mesele; yani
nasıl ki eğitim, sağlık, spor, vs. sosyal hizmetlerse; sanat da
bunlar gibi bir hizmet. Onun için kamu finansmanıyla yapılıyor.
Yani kâr-zarar dengesi, sanat kurumlarında herhangi bir işletme
gibi algılanabilecek bir şey değil. Meseleye hem ticari hem de
sosyal boyutuyla baktığımız zaman anlıyoruz ki, kamu finansmanı
olan sanat kurumlarına ihtiyacımız var. Sadece kamuya ait olanların
değil; kamuya hizmet eden özel sektörün de kamu finansmanıyla
desteklenmeye ihtiyacı var. Yine Avrupa’da da Amerika’da da
gördüğümüz örneklerde olduğu gibi...
Biz sendika olarak girişimde bulunduk. Şehir Tiyatrosu oyuncular
ile birlikte Meclis'te bütün grup başkan vekillerini ve Meclis
Başkanı'nı ziyaret ettik. Kamu finansmanının yapısıyla ilgili bir
revizyon gerekiyor. Gelin bunun için sivil toplum örgütleri, sanat
kurumları, sanatçılar, akademisyenler ve bürokratlarla bir araya
gelip çalışalım, Türkiye için en doğru kamu finansmanı modelini
uygulayalım; buna da şehir tiyatrosundan başlayalım ve 100. yılında
bu konu için dünyaya örnek olacak güncel bir model ortaya koyalım,
dedik.
Ama tiyatroların kapatılmasıyla ilgili hükümet kanadından gelen
açıklamalarda ekonomik gerekçeler değil de ahlaki gerekçeler öne
çıkarılıyor. Bu tiyatrolarda oynanan oyunların halkın değerlerine
ters düştüğü söyleniyor. Devletin parasıyla bunun yapılmasının
doğru olmadığı öne sürülüyor...
O devletin parası değil; kamunun parası. Zaten kamu finansmanı
sözcüğünü bu yüzden kullanıyoruz. Devlet destekli değil bu
kurumlar. Bizde maalesef bir kurumun kamuya ait olma durumu
algılanamıyor.
Hiçbir dönemde, sanatın nasıl yapılması gerektiği söylenemez.
Ayrıca sanatçılar sanat yapabilmek için kamu finansmanına muhtaç
değiller. Yani kamu finansmanı olmadan sanat yapamıyor muyuz?
Örneğin ben devlet tiyatrosu sanatçısı değilim. Şehir tiyatrosu
sanatçısı da değilim...
SANAT DEĞERLERİ KORUMAK İÇİN DEĞİL AŞMAK İÇİN YAPILIR
Yani "onların bize ihtiyacı var, bizim onlara yok” mu
diyorsunuz?
Kamu finansmanıyla sanat yapılmasına, kamunun ihtiyacı vardır;
yaratıcı zekâyı provoke edebilmek için...
Diyorsanız ki hayır sanatçıların yaptıkları sanat bizim
değerlerimize uymuyor. E, uymaz çünkü zaten sanat o değerleri
aşmak, değiştirmek, dönüştürmek için var. Yani her aşamada sınır
aşmanız lazım. Her film, her oyun, her kitap bir şekilde bize o
sınırları zorlattırır. Yeni bir şey düşündürmeye açar, bize
değerlerimizden başka bir şey gösterir.
Sanatın nasıl yapılacağının bir otorite tarafından söylenmesi
hiçbir dönemde tutmamıştır.
Peki tiyatrocuların bu süreçte hiç mi hatası yok?
Muhafazakar kesim tiyatroya gidemiyor deniyor. Bu süreçte onlar
gerçekten de biraz dışlanmadı mı?
Ben tiyatrocuların içinde büyüdüm, hiç halktan kopuk tiyatrocu
görmedim… Halktan kopuk tiyatrocu imgesi çok komik. Şehir
tiyatrolarının üzerinden bu tartışmanın yapılması daha da komik
çünkü şehir tiyatrosu gerçekten bir halk tiyatrosudur.
Şehir tiyatrosu aktörleri de daha halk tipine yakın bir oyunculuk
sergilerler. Daha az akademik olan bir yerdir, orta oyunu
geleneğinin, geleneksel Türk tiyatrosu geleneklerinin hâlâ devam
ettiği bir yerdir şehir tiyatrosu.
Maalesef Türkiye’de hiçbir şey veri üzerinden konuşulmuyor. Yani
mesela kaç seyirci gidiyor? Hangi kesimden insanlar? Bir araştırma
var mı elimizde? Kendini muhafazakâr olarak tanımlayanların şehir
tiyatrosuna gitme oranlarına dair bir veri var mı elimizde? Yok.
Polemik yaratmak adına spekülasyonlar üzerinden konuşuyoruz. Benim
tanıdığım şehir tiyatrosu, hakikaten tam anlamıyla bir halk
tiyatrosu olan ve repertuarının da genel olarak hep çeşitlilik
gösterdiği bir tiyatrodur. Bu verileri hazırlamaya çalışıyor şimdi
arkadaşlarımız, hazırlanınca bu veriler üzerinden konuşacağız.
Şehir ve devlet tiyatrolarının sistemlerinin mükemmel olmadığı; bu
sistemlerin işleyişinin, modelinin revize edilmesi gerektiği bu
sistemin içinde olan oyuncular da yıllardır söylüyordu.
E o zaman, bunu bir fırsata dönüştürelim herkes için. Sanatçılar,
bürokratlar, özel sektör ve seyircilerle, hep birlikte bu süreci
sahiplenelim.
Bu süreç çok sevindirici bir şey yarattı. İstanbul Şehir
Tiyatroları Seyirci Platformu diye bir platform var artık. Yani
seyirciler kendi tiyatrolarına sahip çıkmak için örgütlendiler.
Onlar da bir şeyler yapmak istiyorlar.
Oyuncuların diğer set çalışanlarına kıyasla daha iyi şartlarda
çalıştığı kastedilerek Oyuncular Sendikası için “tuzu kuruların
sendikası” deniliyor. Bu sendikayı açmaya neden ihtiyaç
duydunuz?
Bu sendikanın adı Sahne, Perde, Ekran ve Mikrofon Oyuncuları
Sendikası; dolayısıyla “oyuncu”dan dramatik aksiyon içinde yer alan
herkesi anlıyoruz. Yani dansçıyı ve operacıyı da bu işin içinde
algılıyoruz. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Dünyanın
bütün gelişmiş ülkelerinde oyuncular sendikası vardır. Oyuncular
ayrı bir sendikayla örgütlenmişlerdir.
Oyuncuların ayrı bir örgütlenmeye ihtiyacı var çünkü hem işi
yaparken hem de işçi-işveren ilişkisi açısından farklı koşullarımız
var. Buradaki mesele oyuncuların kendilerini diğer set
emekçilerinden, diğer çalışanlardan ayırması meselesi değil; tam
tersi büyüme meselesi. Yani biz buna hiçbir zaman ayrılma diye
bakmadık. Biz şimdi SineSen’le ortak projeler yürütüyoruz ve
birlikte hareket ediyoruz. Bu bir genişleme aslında...
Oyuncular sendikaya üyelik konusunda duyarlı mı?
1000 üyemiz var bizim şu anda.
Toplam oyuncu sayısına kıyasla bu yüksek bir rakam mı?
Türkiye’de 10 bin oyuncu olduğunu tahmin ediyoruz. Bu oyuncuların
altı ila yedi bin arasındakinin aktif, televizyon sektöründe
çalışan oyuncular olduğunu düşünüyoruz. Şu anda devam eden
dizilerde toplam yedi yüz yetmiş küsur tane oyuncu var. Bunların
üçte biri sendikalı. Ama bu değişiyor. Mesela geçen yıl yüzde elli
oranındaydı.
Sendikalı olamayanların gerekçesi ne? Yapımcılar mı karşı
çıkıyor?
Hayır, bu örgütlülükle ilgili. Biz çalışmaya devam ediyoruz,
sürekli setleri, sahneleri, stüdyoları ziyaret ediyoruz. Oralarda
üye kayıtlarına devam ediyoruz. Kimi arkadaşımız zamansızlıktan,
kimi arkadaşımız geçiştirmekten, kimileri de çekindiklerinden
sendikalı olmuyor. Ama sayılar artıyor. Yıl sonuna doğru hedefimiz
1.500'ü aşmak.
Setlerdeki sigortalılık durumu nasıl?
Setlerde teknik ekiplerde sigortalılık giderek artıyor fakat
oyuncuların sigortalanması konusunda yapımcılar çok
direniyorlar.
Neden?
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, net
olarak oyuncuların çalıştıkları yerlerde sigortalı olmaları
gerektiğini söylüyor. SGK 24 Temmuz'da “Sanatçıların Sigortalılığı”
başlıklı bir genelge yayımladı. Bu genelge bildiğiniz gibi basında
da tartışmalara yol açtı. Biz de genelgeye itirazlarımızı dile
getirdik ve 8 Ağustos'ta Sosyal Güvenlik Kurumu Primleri Genel
Müdürlüğü 'nde, kurum yetkilileri ve Yapımcılar Derneği'nin
katılımıyla genel yazı ile ilgili bir değerlendirme toplantısı
gerçekleştirdik.
(Detaylar için bkz:
http://www.oyuncularsendikasi.org/index.php?page=mod_manset_goster&mnstID=135
)
Önümüzdeki çok yakın dönemde oyuncuların işverenleri tarafından
sigortalanmaya başladığını göreceğiz. İlk hedefimiz oyuncuların
çalıştıkları tüm alanlarda bağlı çalışan olarak çalışmaları idi.
Dizi sektöründe bunun yolu artık açılmıştır. Dizilerde işvereni
tarafından sigortalanan oyuncu sayısı giderek artacaktır. Bir kez
daha hatırlatmak isterim ki buradaki temel mesele sigorta primini
kimin yatıracağı meselesinden çok oyuncu ile yapımcı arasındaki
ilişkinin işçi-işveren ilişkisi olarak tanımlanabilmesidir.
Bakın bunun başlangıcı 1963 yılıdır. Metin Erksan’ın 1998 yılında
yaptığı bir sunumdan öğreniyoruz,. 1963 yılında Türkiye
Prodüktörler Cemiyeti danıştaya bir dava açar. O zamana kadar
setteki herkes kameramanından, yönetmeninden, yazarından,
oyuncusundan, senaristine kadar hepsi sigortalıdır.
1963 yılında Türkiye Prodüktörler Cemiyeti, açtığı davada
Danıştay'a der ki “bunlar işçi değil, serbest meslek sahibi”.
Maliye Bakanlığı’nın buna itiraz etmesine rağmen, Danıştay bu
kararı onaylar. Tam 49 yıl önce verilmiş bu yanlış karar bakın
nelere neden oldu. Sayalım mı tek tek?
Bir, zamanında ekranda ve perdede görüp sevdiğimiz insanların
soğuktan parklarda, köşelerde, bir yerlerde ölmesine neden
oldu.
İki, binlerce sektör çalışanının, sosyal sigortalar sisteminin
dışında kalmasına neden oldu. Sadece oyuncular değil; sanat
ekiplerinden set ekiplerine varana kadar insanlar serbest meslek
makbuzuyla çalıştırıldılar.
Üç, bırakın SSK’nın dışında kalmayı, binlerce sektör çalışanının
sistemin dışında kalmasına neden oldu. İnsanlar kendi gelirlerini
ispat edemedikleri için vize alamadılar. Yani varlıklarını ispat
edemediler.
Dört, alınamayan ücretlerin, bir işçinin işverenden alacağı ücret
olarak tahsil edilememesine neden oldu. İspatlayamıyorsun…Ya da
Ticaret Mahkemeleri’nde sanki tüccarmış gibi görünüyor. Oysa bu
ücret alacağıdır.
Ve en dramatik olanlardan bir tanesi, bugün televizyon setlerinde
insanlık dışı çalışma koşullarını kimsenin sahiplenmemesine,
sorumluluğu kimsenin almamasına neden oldu.
Biz diyoruz ki gelin bu 49 yıllık hatayı düzeltelim. Ama tabii ki
çok büyük bir direnç oluşuyor.
Sigortalılık dışında set şartlarını iyileştirmek için siz bir adım
atacak mısınız?
Şu anda Sine-Sen’le ortak bir çalışma yapıyoruz. 4857 sayılı İş
Kanunu’nun gereklerinin setlerimizde yerine getirilebilmesi için
bir kampanya başlatıyoruz. Bu kampanyayı da Arka Sıradakiler
setinde, işverenin sorumsuzluğu yüzünden hayatını kaybeden Selim
Erdem’in adıyla yapacağız. Gelecek sezondan itibaren setlerde hem
iş güvenliği, hem de iş kanunu açısından şartların düzeltilebilmesi
için örgütsel ve hukuki süreci başlatıyoruz.
Bunun için en başta dizi sürelerinin kısalması gerekiyor değil
mi?
Bizi ilgilendiren şey çalışma süreleri. İstiyorsanız 200 dakikalık
dizi çekin ama İş Kanunu’nun sınırları içinde 10 haftada
çekersiniz, 1 günde yayınlarsınız yani. Yani önemli olan İş
Kanunu’nun gereklerini uygulayabilmek.
Peki yakın gelecekte bunun yapılabileceğine inanıyor musunuz
?
İnanacak bir şey yok. Kanunda yazıyor zaten. Bu sektörün büyümesini
en çok biz istiyoruz. Yapımcıların büyümesini istiyoruz ama
hakkımızı da istiyoruz. Yani bana hakkımı ver, sen daha çok büyü.
Ama bana hakkımı ver. İki tane yasa var; 5514 ve 4857. İşte bir
yasa diyor ki sigortalı olacak, diğer yasa da diyor ki şöyle şöyle
çalışılması lazım. Kağıt üstünde yazanı istiyoruz yani.
***
Yeni film ya da tiyatro projesi var mı?
Evet, bir oyunun provalarına başladık. Oyunun adı Mi Minör. Meltem
Arıkan yazdı. Ben yönetiyorum. Karım Pınar Öğün de oynuyor. Hem
genç hem de tecrübeli oyunculardan kurulu bir ekibimiz var. Can
Kahraman, Sennur Nogaylar, Fuat Onan, Cem Coşku Akkaya, Gözde Seda
Altuner ve daha birçok oyuncu var. Müziklerini Evrim Demirel
yapacak, görsel-işitsel tasarım Selçuk Artut'a, sahne tasarımı
Kerem Çetinel'e ait. Ekim ayından itibaren oynuyor olacağız.
Nerede oynayacaksınız?
Bu oyunu depo gibi, hangar gibi ya da spor salonu gibi yerlerde
oynayacağız.
Habertürk