29 Eki 2011 13:26
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:57
UĞUR DÜNDAR'DAN SONRA BİRGÜN SIRA HEPİMİZE GELECEK! CAN DÜNDAR'DAN ACI İTİRAF!
Akşam gazetesinden Elif Aktuğ'a konuşan Milliyet yazarı Can Dündar, Uğur Dündar'ın Doğan Grubu'ndan ayrılışını da yorumladı...
Can Dündar haberler dahil artık televizyon izlemiyor. Böylece huzura kavştuğunu söyleyen Dündar, Uğur Dündar’ın Doğan grubundan ayrılmasını da "medyanın merkezinde olacağım diye direnmenin alemi yok" sözleriyle değerlendirdi.
’Canım Erdalım, Sevgili Babacığım-İsmet İnönü-Erdal İnönü Mektuplaşmaları’ bir döneme ışık tutan ve yazışmalardan oluşan bir kitap. Kitap, İnönülerin 1947 ila 1952 yılları arasında birbirlerine yazdıkları mektuplarından oluşmakta.
Akşam gazetesinden Elif Aktuğ Dündar ile yeni kitabını ve medya dünyasındaki son gelişmeleri ele aldı.
İşte o röportaj...
Can Dündar’la yayına hazırladığı ’Canım Erdalım, Sevgili Babacığım-İsmet İnönü-Erdal İnönü Mektuplaşmaları’nı konuşmak üzere bir araya geldik. Kitap, İnönülerin 1947 ila 1952 yılları arasında birbirlerine yazdıkları mektuplarından oluşmakta. Tarihe bir başka açıdan ışık tutan ve baba-oğulu daha iyi tanımaya fırsat veren kitapta çarpıcı fotoğraflar da yer alıyor. Haberciliğe bir müddet ara veren ve ’Huzur buluyorum’ dediği edebiyat dünyasında soluklanan Can Dündar’la kitabını ve medyayı konuştuk...
- Nasıl oluyor da hiç değişmiyorsunuz; ilk tanıdığımız günkü gibisiniz. Değiştiniz mi yıllar içinde, biz mi fark etmedik?
Saçlar beyazladı ama! Doğrusu geçen gün üniversitede söyleşi yaparken birdenbire fark ettim ki, oradaki çocukların yaşından fazlaydı meslekte geçen yıllarım. 1979’da mesleğe başladığımda doğmamışlardı, söylerken tuhaf geliyor gerçekten. Öğrencilere milattan önceden bahsediyormuşum gibi geliyordu. Sanırım üretmek genç tutuyor insanı. Daha doğrusu dinç tutuyor...
- Kitapta yani mektuplarda hiçbir şekilde argo kelime kullanılmadığını görmek, dönem hakkında bir hayli ipucu veriyor...
Unutmamak lazım ki, bir Cumhurbaşkanı ve oğlunun birbirlerine yazdığı mektuplar bunlar. Gerçi diyeceksiniz ki, bu memleket neler neler gördü. Ancak özenli bir dil kullandıkları doğru. Babalarına ’siz’ diye hitap ediyorlar. Ben de en çok buna şaşırıyorum, çok alışık olmadığımız bir şey bu. Aralarında son derece saygılı bir mesafe var bir yandan, bir yandan da arkadaş yazışması gibi. Paşa zaten oğluna ’Arkadaş gibi yaz bana’ diyor. Benim hissettiğim bir araya geldiklerinde, yüz yüzelerken ararlında daha mesafeli bir ilişki var. ’Gel oğlum kucağıma otur, bir makas alayım’ havası yok. Coğrafi mesafe açılınca araya hasret girince duygusal mesafeleri kısalıyor.
- Siz diye başlayan hitaplara rağmen ilişkilerini samimi buluyor musunuz baba-oğulun?
Erdal Bey bana bahsetmişti bu konudan. ’Babamın bizi kucağına aldığını, öpüp kokladığını hiç hatırlamam’ demişti. Mektuplarla yakınlaşan bir baba-oğul.
- İsmet Paşa’nın mektuplarında İngilizce kelimeler kullanması dikkatimi çekti...
O dönemde öğrenmeye başlamış, eve hoca gelirmiş. Fransızca biliyor. Hatta bir süre sonra gayet de iyi konuşmaya başlamış.
- İsmet Paşa ancak taksit zamanı gelince para yollamış çocuklarına.
1947’lerde para yollamak bir dert, mektuplar bile bazen ulaşamıyormuş. Her kuruşun hesabını verme meselesi biraz da kişiliklerini ele veriyor.
- Tam da bu noktada, İsmet İnönü’yü sevmeyenlerin de olduğunu düşünürsek, bu kitapla beraber çok farklı bir ’şef’le tanışmayacaklar mı?
Tarih başka bir odada başka bir bakışla yazılıyor. İç dünyayı mektuplar çok ele verir. Anılarınızı yazdığınızı düşünün, aradan 40 yıl geçmiştir ve artık başka bir insansınızdır. Geçmişe dönünce farklı bir hikaye anlatabilirsiniz. Mektup bambaşka bir şey, o günkü duygunuz neyse onu anlatmışsınızdır. Günlükler ve mektuplar birini anlatırken çok önemli doneler içerir. İsmet Paşa’nın iç dünyası ortaya çıkıyor mektuplarda.
- Yazmaktan o kadar uzaklaşıldı ve insanlar kendi dillerine yabancılaştı ki, yeni nesil için de hayli ilgi çekici olacaktır kitabınız.
Mektup yazan son kuşaktı o yıllarda yaşayanlar. Bugünkü mail’leşme veya mesajlaşma iki satır yazıp hal hatır sorma şeklinde. Mektuplarda ciddi bir emek ve özen var. Mektupla beraber insana kıymet verme ve vakit ayırmak da bitti.
- Dönemle alakalı ilginç ipuçları var mektuplarda.
Haklısınız, Erdal Bey 40 ve 50’lerin Amerika’sını anlatıyor. Bowling’den bahsediyor, duvarda hava püskürten bir cihaz var diyor. Radyoyu anlatıyor. Anneleri oğullarına çeşitli çerezler yolluyor. Bir de bunların Köşk’ten gidiyor olması ilginç.
- Siz en çok hangi mektuptan etkilendiniz?
Yılbaşı gecesi Köşk’te yaşananlar mesela. Yılbaşı o dönem Hz. Muhammed’in doğduğu geceye rastlayınca Mevhibe Hanım içki içirtmiyor. Paşa kızıyla dans ediyor o gece, bezik oynuyorlar. İlginç bir bilgidir bu; bir ailenin iç yüzünü anlatır. Naif bir bilgidir.
İSMET PAŞA OĞLUYLA SON DERECE İLGİLİ BİR BABA
- Erdal Bey veya İsmet İnönü sizi şaşırttı mı mektuplarda?
Paşa istese her iki oğlunu da siyasete sokardı, dışişlerine diplomat olarak yerleştirirdi, partiyi oğullarına devredebilirdi. Böyle bir hanedan geleneğinden geliyoruz. Oysa Paşa, bilime düşkün, bilim adamı olmalarını istiyor. Atatürk’ten sonraki adam oğlunun fizikçi olmasını istiyor.
- Oğluna sürekli öğütler veriyor ve notlarını adım adım takip ediyor. Baskı yapıyor mu sizce?
Keşke her baba bu mektupları okuyup biraz ders alsa. Oğluyla son derece ilgili, takip ediyor, soru soruyor, motive ediyor. Erdal Bey ’c’ aldı diye üzülüp kıvranırken ona destek oluyor, daha iyisini yapabileceğine inandığını söylüyor. Erdal Bey’in ne denli disiplinli olduğunu görüyoruz mektuplarda. Espri yeteneğinin ilk ipuçlarını veriyor. Büyük bir sorumluluk duygusu olan bir adam. Yılbaşı gecesi abisiyle sinemaya gidip, yemek yiyip eve dönüyorlar. Çok özel insanlar.
- Başbakan kitabınızı okur mu acaba, beğenir mi?
Başbakan’dan ziyade Cumhurbaşkanı okusun isterim. Çocuklarıyla ilişkisini çok iyi idare ettiğini düşünüyorum. Basından uzak tutuyor, ’normal’ yetişmelerini sağlamaya çalışıyor. Kendi yerine hazırlamıyor çocuklarını. Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Gül’ün bu kitabı çok daha iyi anlayarak okuyacağını düşünüyorum. O dönem Köşk’te fizik laboratuarı var düşünsenize. İsmet Paşa, oğlundan hidrojen bombasını ayrıntılı anlatmasını istiyor, o da anlatıyor mesela. Anlamıyor, bir daha anlatıyor. Gittiği konserde piyanistin nasıl çaldığını uzun uzun anlatan bir baba! Böyle siyasetçileri özlüyoruz.
- Bugün baba-evlat ilişkileri bambaşka düzeyde!
Biz bu ilişkiyi ’ne var ne yok, derslerin nasıl’ düzeyinde tutuyoruz. Böyle söyleyince kendimizi iyi baba sanıyoruz. Bunun ötesi var, bakın savaştan yeni çıkmış bir ülkenin Cumhurbaşkanısınız, o koşullarda vakit ayırıp çocuğunuzla böyle ilgilenmek bambaşka bir şey. Kütüphanede paltoyla oturarak eli titreyerek yazıyor, ısınmak için yakıt yok. Kolay baba olunmuyor, Cumhurbaşkanı olunuyor ama baba olmak öyle kolay değil.
- Erdal Bey gibi evlat olmak da zor...
Beni çok etkileyen bölümlerden biri de İsmet Paşa devrildiği zaman Erdal bey’in babasını teselli etmesiydi. Ülkenin tek ’şefi’siniz, iktidarı kaybediyorsunuz ama oğlunuz ’Bu aslında en büyük zaferiniz’ diye mektup yazıyor. Çok özel bir şey, o mektubu İsmet Paşa Bakanlar Kurulu’nda okuyor. sonradan.
Sermayesinden endişe eden medyaya girmesin
- NTV’deki format değişimi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu kadar kıstırılmışlıkta başka sektörlerde de yatırımı olan bir işadamının buna dayanabilmesi çok zor. Siz buradan bir ses veriyorsunuz, başka bir yerden sesinizi kısmanın yollarını arıyorlar. Demek ki bu medya düzeninde sakat bir şey var. Medya patronunun iktidarla en ufak bir ilişkisinin, temasının, beklentisinin ya da cezalandırma yönteminin olmaması gerekiyor. Bu olduğu sürece bütün patronlar aynı tehlikeyle karşı karşıya. İktidardan bağımsız iş imkanı zaten sınırlı, dolayısıyla medyada yatırımınız varsa söyleyeceğiniz her söz aleyhinize kullanılabilir. Amerikan dizilerindeki cümleler gibi oldu bu! Bizim için de yazdığımız, söylediğimiz her söz gelip patronunuzu vurabiliyor. O zaman onlar da haklı olarak, ’Bir dakika biz ne yapıyoruz, tüm sermayeyi tehlikeye mi atıyorum’ diye düşünebiliyor. Keşke bu sektörlere girmeseler, sermayemizden madem endişe ediyoruz, madem iktidarla ilişkimizi bozmak istemiyoruz, medyaya neden giriyoruz? Medya muhaliftir, muhalif olmak zorundadır. Başbakan’ı alkışlamak için yeni bir gazeteye yeni bir televizyona ihtiyacımız yok. Olup biteni tüm çıplaklığıyla halka anlatmak için medyaya ihtiyacımız var. Bunu göze alamayacak, bu mücadeleyi veremeyecek olanların medya sektörüne girmemesi lazım.
- Televizyon seyrediyor musunuz?
Bir süredir hiç seyretmiyorum. Ciddi bir güven eksikliği bende de oldu. Eskiden biraz da mecburiyetten seyrederdim, simdi seyretmiyorum.
- Haberler?
Haberler de dahil, seyretmiyorum. Seyretmediğimden bu yana inanılmaz bir huzura kavuştum. Hoşuma giden programları seyredip, sevdiğim yazarları okuyorum, o kadar.
- Uğur Dündar için ne düşündünüz?
Bir gün sıra hepimize gelecek. Durup seyretmeye devam edersek, alkış seslerinden zaten kendi sesimizi duyamaz olduk. Türkiye’de basın özgürlüğü varmış gibi bir illüzyon yaratmaktansa dışarıda kalmak daha iyi. Bir süre taviz verilebiliyor belki, esneme noktanız var belki ama biz kırıldık. Esneyecek bir yer kalmadı. O noktada bırakmak çok daha iyi zaten. Dışarıda da yapılacak işler var, medyanın merkezinde olacağım diye direnmenin alemi yok.
- İçinizde bir ukde kaldı mı, şunu da yapamadım gibi?
Öyle bir doygunluk hissinde değilim. Kendimi belgesel ve kitapta iyi hissederdim zaten. Haberciliğin o toz dumanından sonra kitap bana çok iyi geldi. Belgesel hazırlığım var, ayrıca bir yıldır çalıştığım bir kitap var. Ona hazırlanıyorum.
Medya, feryadı yansıtmakta geç kaldı
- Van depreminin ardından medya dili size tuhaf geldi mi?
Çok, bir defa belki moral olsun diye belki de müjde vermek için ’iyi’ haberler yapıldı. İyimser mesaj vermekte fayda var ama her bir müjdeli haberin yanı sıra onlarca kara haber de var Van’da. Sorunları bu kadar es geçmemeliyiz diye düşünüyorum. Feryadı yansıtmakta geç kaldık.
- Irkçı söylemler için ne diyeceksiniz?
Enkaz altında kalan iki mecra twitter ve facebook’tur. Bir bakıma faydası oldu, insanlar enkaz atkında mesaj atarak yerlerini ve durumlarını bildirdiler. Aynı zamanda faşizan mesajların ne kadar hızla yayılıp bütün ülkeyi konuşturduğunu da gördük. O noktada da bir tehlike sinyali var. Çok küçük bir azınlık hiç hak etmedikleri kadar büyük bir cüsseye sahip oldular. İki-üç kişinin söylediği şeyler bunlar. Belki aklınızdan geçer ama söylemezsiniz. Yazıldığı zaman etkisi katlandı bu sözlerin. Birileri inanıyor, birileri onlara saldırıyor. Polemik büyüyor ve twitter tehlikeli bir mecra haline geldi.
- Müge Anlı’nın söylediklerini seyrettiniz mi?
İnternette seyrettim, söylendikten iki saat sonra bu cümleyi Van’da herkes duymuş ve seferberlik havası dağılmıştı.
- İnsan aklından geçen her şeyi nasıl söyler, niye söyler?
Bir vicdan aşınması oldu. Çok ağır bir şekilde vicdanımız aşındı, küçüldü. Birçok sebebi var, neredeyse bir savaş ortamı var ülkede. Savaş ortamlarında insanlık mevzi kaybeder, daralır. Zannediyorum vicdan körelmesi oldu. Hızla vicdanları inşa etmek lazım. Karamsar değilim, yardım kampanyaları ve seferberlik havası ülkenin vicdanını sanıldığı kadar yitirmediğini gösterdi. Medyada kol kırılır yen içinde kalırdı, bu defa öyle olmadı.
- Habertürk’ün kullandığı malum fotoğraftan sonra ne hissetiniz?
Şiddeti teşhirin kendisi de şiddete dönüşürse bir sonuç alınamaz. Orada öyle bir sorun vardı. O fotoğrafı yayınlamak kendi başına bir şiddetti.
- Bu durumu medyadaki erkek egemenliğine bağladılar, siz katılıyor musunuz bu görüşe?
Böyle bir kategorizasyona inanmıyorum. Kadın gibi düşünen erkekler var. Bir erkekten çok daha vahşi düşünebilen kadınlar var. Fikriyat olarak maço bir medyadan söz edebiliriz. Yöneticilerin hepsi kadın olsa belki bir şey fark eder ama her şey değişmez.
- Medyanın el değiştirmesi mi tüm bunlara sebep oluyor acaba?
Çığ gibi büyüdü, yıllardır değişiyordu zaten. Güven kaybettik seneler içinde. Elime gazete aldığımda hissediyorum, ekran başında da. Artık bir filtre sistemiyle bakıyorum her şeye. Acaba bana ne satmaya çalışıyorlar diye. Son 30-40 yılda büyük bir erozyon yaşadık. Tamiri de vakit alacak, eskisi gibi olmayacak ama. Mesleki açıdan umutsuz olduğum nokta, merkez medyada ağır bir hasar var. Ama alternatif mecralar çıkacak. Hiçbir meslek yere düşmez. Bir yol tıkanırsa başka bir yol açılır. Tam olarak susturmak mümkün değil, insanlık tarihinde böyle bir dönem yok. Hatta tam tersi kıstırıldığınız zaman yaratıcılık patlayabilir. En kötü ihtimal insanlar isyanlarını kamyon arkasına yazıyorlar, duvarlara yazıyorlar. Medyayı teslim aldım diye düşünen varsa yanılıyor.
- Kim teslim alabilir ki medyayı?
Başbakan’ın medya yöneticileri ve patronlarıyla toplantı yaptığı bir ülke bana basın özgürlüğü yönünden bir istikrar vaat etmiyor. Demokratik bir ülkede böyle toplantılar olmamalı. Medyanın suçu yok mu? Var!.. Ama kendi kendini tamir edebilecek güçte olmalı. Talimat alıyorlar görüntüsünün medyada yaratacağı tahribat, medyanın kendi başına yaptığı yayıncılıktan çok daha ağır bence. O toplantının mesleğimize çok ağır bir imza attığını düşünüyorum. Uzun yıllar unutulmayacak bir imza. Bundan sonra her gazete okuyan ve televizyon seyreden herkes acaba o toplantıda ne dendi de bu yayın yapılıyor diye düşünecektir haklı olarak. Keşke o toplantı hiç olmasaydı.
- Diyelim ki ben yöneticiyim ve gitmedim. Benden başka herkes katıldı!
O gitmeyen kimse, onu tarih yazardı, tarih için çok önemli olurdu.
’Canım Erdalım, Sevgili Babacığım-İsmet İnönü-Erdal İnönü Mektuplaşmaları’ bir döneme ışık tutan ve yazışmalardan oluşan bir kitap. Kitap, İnönülerin 1947 ila 1952 yılları arasında birbirlerine yazdıkları mektuplarından oluşmakta.
Akşam gazetesinden Elif Aktuğ Dündar ile yeni kitabını ve medya dünyasındaki son gelişmeleri ele aldı.
İşte o röportaj...
Can Dündar’la yayına hazırladığı ’Canım Erdalım, Sevgili Babacığım-İsmet İnönü-Erdal İnönü Mektuplaşmaları’nı konuşmak üzere bir araya geldik. Kitap, İnönülerin 1947 ila 1952 yılları arasında birbirlerine yazdıkları mektuplarından oluşmakta. Tarihe bir başka açıdan ışık tutan ve baba-oğulu daha iyi tanımaya fırsat veren kitapta çarpıcı fotoğraflar da yer alıyor. Haberciliğe bir müddet ara veren ve ’Huzur buluyorum’ dediği edebiyat dünyasında soluklanan Can Dündar’la kitabını ve medyayı konuştuk...
- Nasıl oluyor da hiç değişmiyorsunuz; ilk tanıdığımız günkü gibisiniz. Değiştiniz mi yıllar içinde, biz mi fark etmedik?
Saçlar beyazladı ama! Doğrusu geçen gün üniversitede söyleşi yaparken birdenbire fark ettim ki, oradaki çocukların yaşından fazlaydı meslekte geçen yıllarım. 1979’da mesleğe başladığımda doğmamışlardı, söylerken tuhaf geliyor gerçekten. Öğrencilere milattan önceden bahsediyormuşum gibi geliyordu. Sanırım üretmek genç tutuyor insanı. Daha doğrusu dinç tutuyor...
- Kitapta yani mektuplarda hiçbir şekilde argo kelime kullanılmadığını görmek, dönem hakkında bir hayli ipucu veriyor...
Unutmamak lazım ki, bir Cumhurbaşkanı ve oğlunun birbirlerine yazdığı mektuplar bunlar. Gerçi diyeceksiniz ki, bu memleket neler neler gördü. Ancak özenli bir dil kullandıkları doğru. Babalarına ’siz’ diye hitap ediyorlar. Ben de en çok buna şaşırıyorum, çok alışık olmadığımız bir şey bu. Aralarında son derece saygılı bir mesafe var bir yandan, bir yandan da arkadaş yazışması gibi. Paşa zaten oğluna ’Arkadaş gibi yaz bana’ diyor. Benim hissettiğim bir araya geldiklerinde, yüz yüzelerken ararlında daha mesafeli bir ilişki var. ’Gel oğlum kucağıma otur, bir makas alayım’ havası yok. Coğrafi mesafe açılınca araya hasret girince duygusal mesafeleri kısalıyor.
- Siz diye başlayan hitaplara rağmen ilişkilerini samimi buluyor musunuz baba-oğulun?
Erdal Bey bana bahsetmişti bu konudan. ’Babamın bizi kucağına aldığını, öpüp kokladığını hiç hatırlamam’ demişti. Mektuplarla yakınlaşan bir baba-oğul.
- İsmet Paşa’nın mektuplarında İngilizce kelimeler kullanması dikkatimi çekti...
O dönemde öğrenmeye başlamış, eve hoca gelirmiş. Fransızca biliyor. Hatta bir süre sonra gayet de iyi konuşmaya başlamış.
- İsmet Paşa ancak taksit zamanı gelince para yollamış çocuklarına.
1947’lerde para yollamak bir dert, mektuplar bile bazen ulaşamıyormuş. Her kuruşun hesabını verme meselesi biraz da kişiliklerini ele veriyor.
- Tam da bu noktada, İsmet İnönü’yü sevmeyenlerin de olduğunu düşünürsek, bu kitapla beraber çok farklı bir ’şef’le tanışmayacaklar mı?
Tarih başka bir odada başka bir bakışla yazılıyor. İç dünyayı mektuplar çok ele verir. Anılarınızı yazdığınızı düşünün, aradan 40 yıl geçmiştir ve artık başka bir insansınızdır. Geçmişe dönünce farklı bir hikaye anlatabilirsiniz. Mektup bambaşka bir şey, o günkü duygunuz neyse onu anlatmışsınızdır. Günlükler ve mektuplar birini anlatırken çok önemli doneler içerir. İsmet Paşa’nın iç dünyası ortaya çıkıyor mektuplarda.
- Yazmaktan o kadar uzaklaşıldı ve insanlar kendi dillerine yabancılaştı ki, yeni nesil için de hayli ilgi çekici olacaktır kitabınız.
Mektup yazan son kuşaktı o yıllarda yaşayanlar. Bugünkü mail’leşme veya mesajlaşma iki satır yazıp hal hatır sorma şeklinde. Mektuplarda ciddi bir emek ve özen var. Mektupla beraber insana kıymet verme ve vakit ayırmak da bitti.
- Dönemle alakalı ilginç ipuçları var mektuplarda.
Haklısınız, Erdal Bey 40 ve 50’lerin Amerika’sını anlatıyor. Bowling’den bahsediyor, duvarda hava püskürten bir cihaz var diyor. Radyoyu anlatıyor. Anneleri oğullarına çeşitli çerezler yolluyor. Bir de bunların Köşk’ten gidiyor olması ilginç.
- Siz en çok hangi mektuptan etkilendiniz?
Yılbaşı gecesi Köşk’te yaşananlar mesela. Yılbaşı o dönem Hz. Muhammed’in doğduğu geceye rastlayınca Mevhibe Hanım içki içirtmiyor. Paşa kızıyla dans ediyor o gece, bezik oynuyorlar. İlginç bir bilgidir bu; bir ailenin iç yüzünü anlatır. Naif bir bilgidir.
İSMET PAŞA OĞLUYLA SON DERECE İLGİLİ BİR BABA
- Erdal Bey veya İsmet İnönü sizi şaşırttı mı mektuplarda?
Paşa istese her iki oğlunu da siyasete sokardı, dışişlerine diplomat olarak yerleştirirdi, partiyi oğullarına devredebilirdi. Böyle bir hanedan geleneğinden geliyoruz. Oysa Paşa, bilime düşkün, bilim adamı olmalarını istiyor. Atatürk’ten sonraki adam oğlunun fizikçi olmasını istiyor.
- Oğluna sürekli öğütler veriyor ve notlarını adım adım takip ediyor. Baskı yapıyor mu sizce?
Keşke her baba bu mektupları okuyup biraz ders alsa. Oğluyla son derece ilgili, takip ediyor, soru soruyor, motive ediyor. Erdal Bey ’c’ aldı diye üzülüp kıvranırken ona destek oluyor, daha iyisini yapabileceğine inandığını söylüyor. Erdal Bey’in ne denli disiplinli olduğunu görüyoruz mektuplarda. Espri yeteneğinin ilk ipuçlarını veriyor. Büyük bir sorumluluk duygusu olan bir adam. Yılbaşı gecesi abisiyle sinemaya gidip, yemek yiyip eve dönüyorlar. Çok özel insanlar.
- Başbakan kitabınızı okur mu acaba, beğenir mi?
Başbakan’dan ziyade Cumhurbaşkanı okusun isterim. Çocuklarıyla ilişkisini çok iyi idare ettiğini düşünüyorum. Basından uzak tutuyor, ’normal’ yetişmelerini sağlamaya çalışıyor. Kendi yerine hazırlamıyor çocuklarını. Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Gül’ün bu kitabı çok daha iyi anlayarak okuyacağını düşünüyorum. O dönem Köşk’te fizik laboratuarı var düşünsenize. İsmet Paşa, oğlundan hidrojen bombasını ayrıntılı anlatmasını istiyor, o da anlatıyor mesela. Anlamıyor, bir daha anlatıyor. Gittiği konserde piyanistin nasıl çaldığını uzun uzun anlatan bir baba! Böyle siyasetçileri özlüyoruz.
- Bugün baba-evlat ilişkileri bambaşka düzeyde!
Biz bu ilişkiyi ’ne var ne yok, derslerin nasıl’ düzeyinde tutuyoruz. Böyle söyleyince kendimizi iyi baba sanıyoruz. Bunun ötesi var, bakın savaştan yeni çıkmış bir ülkenin Cumhurbaşkanısınız, o koşullarda vakit ayırıp çocuğunuzla böyle ilgilenmek bambaşka bir şey. Kütüphanede paltoyla oturarak eli titreyerek yazıyor, ısınmak için yakıt yok. Kolay baba olunmuyor, Cumhurbaşkanı olunuyor ama baba olmak öyle kolay değil.
- Erdal Bey gibi evlat olmak da zor...
Beni çok etkileyen bölümlerden biri de İsmet Paşa devrildiği zaman Erdal bey’in babasını teselli etmesiydi. Ülkenin tek ’şefi’siniz, iktidarı kaybediyorsunuz ama oğlunuz ’Bu aslında en büyük zaferiniz’ diye mektup yazıyor. Çok özel bir şey, o mektubu İsmet Paşa Bakanlar Kurulu’nda okuyor. sonradan.
Sermayesinden endişe eden medyaya girmesin
- NTV’deki format değişimi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu kadar kıstırılmışlıkta başka sektörlerde de yatırımı olan bir işadamının buna dayanabilmesi çok zor. Siz buradan bir ses veriyorsunuz, başka bir yerden sesinizi kısmanın yollarını arıyorlar. Demek ki bu medya düzeninde sakat bir şey var. Medya patronunun iktidarla en ufak bir ilişkisinin, temasının, beklentisinin ya da cezalandırma yönteminin olmaması gerekiyor. Bu olduğu sürece bütün patronlar aynı tehlikeyle karşı karşıya. İktidardan bağımsız iş imkanı zaten sınırlı, dolayısıyla medyada yatırımınız varsa söyleyeceğiniz her söz aleyhinize kullanılabilir. Amerikan dizilerindeki cümleler gibi oldu bu! Bizim için de yazdığımız, söylediğimiz her söz gelip patronunuzu vurabiliyor. O zaman onlar da haklı olarak, ’Bir dakika biz ne yapıyoruz, tüm sermayeyi tehlikeye mi atıyorum’ diye düşünebiliyor. Keşke bu sektörlere girmeseler, sermayemizden madem endişe ediyoruz, madem iktidarla ilişkimizi bozmak istemiyoruz, medyaya neden giriyoruz? Medya muhaliftir, muhalif olmak zorundadır. Başbakan’ı alkışlamak için yeni bir gazeteye yeni bir televizyona ihtiyacımız yok. Olup biteni tüm çıplaklığıyla halka anlatmak için medyaya ihtiyacımız var. Bunu göze alamayacak, bu mücadeleyi veremeyecek olanların medya sektörüne girmemesi lazım.
- Televizyon seyrediyor musunuz?
Bir süredir hiç seyretmiyorum. Ciddi bir güven eksikliği bende de oldu. Eskiden biraz da mecburiyetten seyrederdim, simdi seyretmiyorum.
- Haberler?
Haberler de dahil, seyretmiyorum. Seyretmediğimden bu yana inanılmaz bir huzura kavuştum. Hoşuma giden programları seyredip, sevdiğim yazarları okuyorum, o kadar.
- Uğur Dündar için ne düşündünüz?
Bir gün sıra hepimize gelecek. Durup seyretmeye devam edersek, alkış seslerinden zaten kendi sesimizi duyamaz olduk. Türkiye’de basın özgürlüğü varmış gibi bir illüzyon yaratmaktansa dışarıda kalmak daha iyi. Bir süre taviz verilebiliyor belki, esneme noktanız var belki ama biz kırıldık. Esneyecek bir yer kalmadı. O noktada bırakmak çok daha iyi zaten. Dışarıda da yapılacak işler var, medyanın merkezinde olacağım diye direnmenin alemi yok.
- İçinizde bir ukde kaldı mı, şunu da yapamadım gibi?
Öyle bir doygunluk hissinde değilim. Kendimi belgesel ve kitapta iyi hissederdim zaten. Haberciliğin o toz dumanından sonra kitap bana çok iyi geldi. Belgesel hazırlığım var, ayrıca bir yıldır çalıştığım bir kitap var. Ona hazırlanıyorum.
Medya, feryadı yansıtmakta geç kaldı
- Van depreminin ardından medya dili size tuhaf geldi mi?
Çok, bir defa belki moral olsun diye belki de müjde vermek için ’iyi’ haberler yapıldı. İyimser mesaj vermekte fayda var ama her bir müjdeli haberin yanı sıra onlarca kara haber de var Van’da. Sorunları bu kadar es geçmemeliyiz diye düşünüyorum. Feryadı yansıtmakta geç kaldık.
- Irkçı söylemler için ne diyeceksiniz?
Enkaz altında kalan iki mecra twitter ve facebook’tur. Bir bakıma faydası oldu, insanlar enkaz atkında mesaj atarak yerlerini ve durumlarını bildirdiler. Aynı zamanda faşizan mesajların ne kadar hızla yayılıp bütün ülkeyi konuşturduğunu da gördük. O noktada da bir tehlike sinyali var. Çok küçük bir azınlık hiç hak etmedikleri kadar büyük bir cüsseye sahip oldular. İki-üç kişinin söylediği şeyler bunlar. Belki aklınızdan geçer ama söylemezsiniz. Yazıldığı zaman etkisi katlandı bu sözlerin. Birileri inanıyor, birileri onlara saldırıyor. Polemik büyüyor ve twitter tehlikeli bir mecra haline geldi.
- Müge Anlı’nın söylediklerini seyrettiniz mi?
İnternette seyrettim, söylendikten iki saat sonra bu cümleyi Van’da herkes duymuş ve seferberlik havası dağılmıştı.
- İnsan aklından geçen her şeyi nasıl söyler, niye söyler?
Bir vicdan aşınması oldu. Çok ağır bir şekilde vicdanımız aşındı, küçüldü. Birçok sebebi var, neredeyse bir savaş ortamı var ülkede. Savaş ortamlarında insanlık mevzi kaybeder, daralır. Zannediyorum vicdan körelmesi oldu. Hızla vicdanları inşa etmek lazım. Karamsar değilim, yardım kampanyaları ve seferberlik havası ülkenin vicdanını sanıldığı kadar yitirmediğini gösterdi. Medyada kol kırılır yen içinde kalırdı, bu defa öyle olmadı.
- Habertürk’ün kullandığı malum fotoğraftan sonra ne hissetiniz?
Şiddeti teşhirin kendisi de şiddete dönüşürse bir sonuç alınamaz. Orada öyle bir sorun vardı. O fotoğrafı yayınlamak kendi başına bir şiddetti.
- Bu durumu medyadaki erkek egemenliğine bağladılar, siz katılıyor musunuz bu görüşe?
Böyle bir kategorizasyona inanmıyorum. Kadın gibi düşünen erkekler var. Bir erkekten çok daha vahşi düşünebilen kadınlar var. Fikriyat olarak maço bir medyadan söz edebiliriz. Yöneticilerin hepsi kadın olsa belki bir şey fark eder ama her şey değişmez.
- Medyanın el değiştirmesi mi tüm bunlara sebep oluyor acaba?
Çığ gibi büyüdü, yıllardır değişiyordu zaten. Güven kaybettik seneler içinde. Elime gazete aldığımda hissediyorum, ekran başında da. Artık bir filtre sistemiyle bakıyorum her şeye. Acaba bana ne satmaya çalışıyorlar diye. Son 30-40 yılda büyük bir erozyon yaşadık. Tamiri de vakit alacak, eskisi gibi olmayacak ama. Mesleki açıdan umutsuz olduğum nokta, merkez medyada ağır bir hasar var. Ama alternatif mecralar çıkacak. Hiçbir meslek yere düşmez. Bir yol tıkanırsa başka bir yol açılır. Tam olarak susturmak mümkün değil, insanlık tarihinde böyle bir dönem yok. Hatta tam tersi kıstırıldığınız zaman yaratıcılık patlayabilir. En kötü ihtimal insanlar isyanlarını kamyon arkasına yazıyorlar, duvarlara yazıyorlar. Medyayı teslim aldım diye düşünen varsa yanılıyor.
- Kim teslim alabilir ki medyayı?
Başbakan’ın medya yöneticileri ve patronlarıyla toplantı yaptığı bir ülke bana basın özgürlüğü yönünden bir istikrar vaat etmiyor. Demokratik bir ülkede böyle toplantılar olmamalı. Medyanın suçu yok mu? Var!.. Ama kendi kendini tamir edebilecek güçte olmalı. Talimat alıyorlar görüntüsünün medyada yaratacağı tahribat, medyanın kendi başına yaptığı yayıncılıktan çok daha ağır bence. O toplantının mesleğimize çok ağır bir imza attığını düşünüyorum. Uzun yıllar unutulmayacak bir imza. Bundan sonra her gazete okuyan ve televizyon seyreden herkes acaba o toplantıda ne dendi de bu yayın yapılıyor diye düşünecektir haklı olarak. Keşke o toplantı hiç olmasaydı.
- Diyelim ki ben yöneticiyim ve gitmedim. Benden başka herkes katıldı!
O gitmeyen kimse, onu tarih yazardı, tarih için çok önemli olurdu.