24 Ağu 2012 16:21
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:03
UĞUR DÜNDAR CENAZEDE BİRARAYA GELEN LİDERLERE HANGİ TAVSİYEDE BULUNDU?
Üzülmek, ağlamak, gözyaşı dökmek, şehit düşen Mehmetleri, masum sivilleri geri getirmiyor.
ŞEHİT CENAZELERİNDEKİ
SİYASETÇİLER!..
Hiç unutmuyorum, kasvetli bir gündü.
Sabahtan beri iri çekirdekli, bol şıkırtılı bir yağmur yağıyordu.
Öğlene doğru, haber masasının çevresinde toplanmış, gündemi değerlendiriyorduk.
Yanında staj yaptığım editörüm “Uğur bugün seninle bir cinayeti örten esrar perdesini kaldırmaya çalışacağız. Hemen hazırlan, yaklaşık bir saat uzaklıktaki bir kasabaya gidiyoruz.” dedi.
Ben kameraman ve sesçiyle gerekli malzemeleri çantalara yerleştirirken, o da soruşturmayı yürüten polis şefiyle görüşüp randevu aldı.
Yola çıktığımızda yağmur asfaltı gürültüyle dövmeye devam ediyor, arabanın silecekleri camları temizlemekte zorlanıyordu.
Çiftliklerin, yemyeşil tarlaların arasından geçiyorduk.
Deneyimli editörüm, kafamda dönüp duran soruları okumuş gibi, bazı bilgiler vermeye başladı.
Cinayet yaklaşık altı ay önce işlenmişti.
Hayatını fuhuşla kazandığı bilinen bir kadının cesedi, gideceğimiz kasabanın dışındaki bir çiftliğin çitlerinin dibinde bulunmuştu.
Katil, ya da katiller geride hiçbir ipucu bırakmamışlardı.
Editörüm aradan bunca zaman geçmesine karşın, polisin cinayeti hala aydınlatamamış olmasına kafayı takmıştı.
“Nasıl olur da aydınlatamazlar?” deyip duruyordu.
Kıvrıla kıvrıla uzayan daracık yolu izleyerek, polis merkezine geldik.
Lacivert takım elbiseli, beyaz gömlekli, bordo renk kravat takmış genç bir polis şefi bizi kapıda karşıladı. Son derece nazikti. Kızıl saçların çevrelediği yüzünde mahçup bir ifade vardı..
Hep birlikte ofisine geçtik.
Kamera ve ışıklar çekime hazırlandı.
Dedektif kamera karşısına geçince röportaj başladı.
İlk soru adeta yumruk atar gibiydi:
“Aradan altı ay geçti. Siz hala cinayeti örten esrar perdesini kaldıramadınız. Neden? Kurban fahişe olduğu için mi?”
Genç polis şefinin yüzü, birdenbire kızardı.
“Bu soruyu hiç sorulmamış kabul ediyorum!” diyerek anlatmaya başladı.
Verdiği bilgilere göre, ceset bulunduktan sonra morga kaldırılıp otopsi yapılmış. Karnından kızarmış patates (cips) çıkmış. Patatesin yağı analiz edilerek, kasabadaki patates kızartması satan işyerlerinin çalışanlarından, teşhiste yardımcı olmaları istenmiş. Nitekim bunlardan birinin sahibi, kadının fotoğraflarını görünce tereddüt etmeden “Eevet çok net hatırladım!” demiş.
“Cinayet gecesi iri kıyım, kolları dövmeli, saçları enseden topuzlu bir erkekle gelip, külahta patates kızartması aldılar, sonra da şu istikamette ilerlediler! Çok keyifli görünüyorlardı!”
Genç dedektif bunları anlatırken boncuk boncuk terliyordu.
“Maalesef elimizdeki tek ipucu bu! Ama şimdi sizi bir odaya götürüp, soruşturmanın belgelerini göstereceğim!” dedi.
Hep birlikte odaya geçtik.
Tavana kadar siyah klasörlerle doluydu.
Yüzlerce klasör numaralandırılarak üst üste yığılmıştı.
Kameraya onları göstererek “Cinayeti aydınlatabilmek için 10 bin kişiyle tek tek görüşüp, ifadelerini aldım. Zabıtların hepsi burada. Dosyayı kapatmaya hiç niyetim yok. Çünkü bazı yeni delillere ulaştım. Onları size söyleyemem ama, bu cinayeti faili meçhul bırakmayacağım, mutlaka aydınlatacağım!” dedi.
Hepimizin gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı.
Editörüm “Gerçekten 10 bin kişiyle tek tek görüştünüz mü?..” diye sorunca dedektif “Evet, görüştüm!” dedi. “Gerekirse 10 bin kişiyle daha konuşurum. Çünkü fahişe bile olsa bir insanın hayatı bizim için çok değerlidir. Bir ülkedeki uygarlık düzeyi, insan hayatına verilen değerle ölçülür. Eğer insan hayatı değersiz ise, o ülke ne kadar zengin olursa olsun, uygar değildir!”
Bu kez yüz kızarma sırası editörüme gelmişti!..
X X X
Bu olayı 1971 yılında, yani 41 yıl önce, İngiltere”nin Birmingham kentinde, BBC Televizyonu”nun Haber Merkezinde staj yaparken yaşadım.
Dün tüm gazetelerin birinci sayfaları, Gaziantep şehitlerini uğurlayan siyasetçilerin fotoğraflarıyla doluydu. Cenazelerin önünde saf tutan Başbakan, bakanlar ve muhalefet partilerinin liderleri, derin üzüntü içindeydi.
Aralarında ağlayanlar da vardı.
O fotoğraflara bakarken, artık unuttuğumu sandığım o polis şefinin sözleri
kulaklarımda çınlamaya başladı:
“Bir ülkedeki uygarlık düzeyi, insan hayatına verilen değerle ölçülür!..”
X X X
Üzülmek, ağlamak, gözyaşı dökmek, şehit düşen Mehmetleri, masum sivilleri geri getirmiyor. Teröristlere “Cehennemde yanacaksınız!” demek, terörü önlemiyor.
O fotoğraflar, Türkiye”de insan hayatının değerli olduğunu da göstermiyor.
Tam tersini düşündürüyor.
Ülkeyi yönetenlerin Mehmetlerin yitip gitmelerini önleyecek tedbirleri almaları, yaşam hakkının yüceliğine inanmaları gerekiyor.
Bu da ancak insan hayatını en ucuz şey olmaktan çıkarıp, değerli kılmakla sağlanabiliyor. Uygarlığın ölçüsü budur.
Bunu yaptıklarında ne yuhalanırlar, ne de pet şişe yağmuruna tutulurlar.
Uğur DÜNDAR / SÖZCÜ
Hiç unutmuyorum, kasvetli bir gündü.
Sabahtan beri iri çekirdekli, bol şıkırtılı bir yağmur yağıyordu.
Öğlene doğru, haber masasının çevresinde toplanmış, gündemi değerlendiriyorduk.
Yanında staj yaptığım editörüm “Uğur bugün seninle bir cinayeti örten esrar perdesini kaldırmaya çalışacağız. Hemen hazırlan, yaklaşık bir saat uzaklıktaki bir kasabaya gidiyoruz.” dedi.
Ben kameraman ve sesçiyle gerekli malzemeleri çantalara yerleştirirken, o da soruşturmayı yürüten polis şefiyle görüşüp randevu aldı.
Yola çıktığımızda yağmur asfaltı gürültüyle dövmeye devam ediyor, arabanın silecekleri camları temizlemekte zorlanıyordu.
Çiftliklerin, yemyeşil tarlaların arasından geçiyorduk.
Deneyimli editörüm, kafamda dönüp duran soruları okumuş gibi, bazı bilgiler vermeye başladı.
Cinayet yaklaşık altı ay önce işlenmişti.
Hayatını fuhuşla kazandığı bilinen bir kadının cesedi, gideceğimiz kasabanın dışındaki bir çiftliğin çitlerinin dibinde bulunmuştu.
Katil, ya da katiller geride hiçbir ipucu bırakmamışlardı.
Editörüm aradan bunca zaman geçmesine karşın, polisin cinayeti hala aydınlatamamış olmasına kafayı takmıştı.
“Nasıl olur da aydınlatamazlar?” deyip duruyordu.
Kıvrıla kıvrıla uzayan daracık yolu izleyerek, polis merkezine geldik.
Lacivert takım elbiseli, beyaz gömlekli, bordo renk kravat takmış genç bir polis şefi bizi kapıda karşıladı. Son derece nazikti. Kızıl saçların çevrelediği yüzünde mahçup bir ifade vardı..
Hep birlikte ofisine geçtik.
Kamera ve ışıklar çekime hazırlandı.
Dedektif kamera karşısına geçince röportaj başladı.
İlk soru adeta yumruk atar gibiydi:
“Aradan altı ay geçti. Siz hala cinayeti örten esrar perdesini kaldıramadınız. Neden? Kurban fahişe olduğu için mi?”
Genç polis şefinin yüzü, birdenbire kızardı.
“Bu soruyu hiç sorulmamış kabul ediyorum!” diyerek anlatmaya başladı.
Verdiği bilgilere göre, ceset bulunduktan sonra morga kaldırılıp otopsi yapılmış. Karnından kızarmış patates (cips) çıkmış. Patatesin yağı analiz edilerek, kasabadaki patates kızartması satan işyerlerinin çalışanlarından, teşhiste yardımcı olmaları istenmiş. Nitekim bunlardan birinin sahibi, kadının fotoğraflarını görünce tereddüt etmeden “Eevet çok net hatırladım!” demiş.
“Cinayet gecesi iri kıyım, kolları dövmeli, saçları enseden topuzlu bir erkekle gelip, külahta patates kızartması aldılar, sonra da şu istikamette ilerlediler! Çok keyifli görünüyorlardı!”
Genç dedektif bunları anlatırken boncuk boncuk terliyordu.
“Maalesef elimizdeki tek ipucu bu! Ama şimdi sizi bir odaya götürüp, soruşturmanın belgelerini göstereceğim!” dedi.
Hep birlikte odaya geçtik.
Tavana kadar siyah klasörlerle doluydu.
Yüzlerce klasör numaralandırılarak üst üste yığılmıştı.
Kameraya onları göstererek “Cinayeti aydınlatabilmek için 10 bin kişiyle tek tek görüşüp, ifadelerini aldım. Zabıtların hepsi burada. Dosyayı kapatmaya hiç niyetim yok. Çünkü bazı yeni delillere ulaştım. Onları size söyleyemem ama, bu cinayeti faili meçhul bırakmayacağım, mutlaka aydınlatacağım!” dedi.
Hepimizin gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı.
Editörüm “Gerçekten 10 bin kişiyle tek tek görüştünüz mü?..” diye sorunca dedektif “Evet, görüştüm!” dedi. “Gerekirse 10 bin kişiyle daha konuşurum. Çünkü fahişe bile olsa bir insanın hayatı bizim için çok değerlidir. Bir ülkedeki uygarlık düzeyi, insan hayatına verilen değerle ölçülür. Eğer insan hayatı değersiz ise, o ülke ne kadar zengin olursa olsun, uygar değildir!”
Bu kez yüz kızarma sırası editörüme gelmişti!..
X X X
Bu olayı 1971 yılında, yani 41 yıl önce, İngiltere”nin Birmingham kentinde, BBC Televizyonu”nun Haber Merkezinde staj yaparken yaşadım.
Dün tüm gazetelerin birinci sayfaları, Gaziantep şehitlerini uğurlayan siyasetçilerin fotoğraflarıyla doluydu. Cenazelerin önünde saf tutan Başbakan, bakanlar ve muhalefet partilerinin liderleri, derin üzüntü içindeydi.
Aralarında ağlayanlar da vardı.
O fotoğraflara bakarken, artık unuttuğumu sandığım o polis şefinin sözleri
kulaklarımda çınlamaya başladı:
“Bir ülkedeki uygarlık düzeyi, insan hayatına verilen değerle ölçülür!..”
X X X
Üzülmek, ağlamak, gözyaşı dökmek, şehit düşen Mehmetleri, masum sivilleri geri getirmiyor. Teröristlere “Cehennemde yanacaksınız!” demek, terörü önlemiyor.
O fotoğraflar, Türkiye”de insan hayatının değerli olduğunu da göstermiyor.
Tam tersini düşündürüyor.
Ülkeyi yönetenlerin Mehmetlerin yitip gitmelerini önleyecek tedbirleri almaları, yaşam hakkının yüceliğine inanmaları gerekiyor.
Bu da ancak insan hayatını en ucuz şey olmaktan çıkarıp, değerli kılmakla sağlanabiliyor. Uygarlığın ölçüsü budur.
Bunu yaptıklarında ne yuhalanırlar, ne de pet şişe yağmuruna tutulurlar.
Uğur DÜNDAR / SÖZCÜ