24 Ara 2011 12:35
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:09
TÜRKÖNE VE PALA UZAYDAN MI GELDİ? KİMSİNİZ SİZ?
Ahmet Kekeç, Zaman yazarları İskender Pala ile Mümtaz'er Türköne'nin Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu yönetim kurulu üyeliğine seçilmesini eleştirenleri topa tuttu.
Kimsiniz siz?
Engin Ardıç ne güzel yazdı... “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu ille de Atatürkçü olmak zorunda mı? Bu kuruma Atatürkçü olmayan atanamaz mı?”
Sonra da asıl soruyu sordu: “Bu kuruma gerek var mı?”
Bu kuruma gerek olup olmadığı eskiden pek tartışılmazdı.
Hatta hiç tartışılmazdı.
12 Eylül’den önce iki ayrı kurumdu; TTK ve TDK etiketi altında faaliyet gösteriyordu. Bütün farklılıkları kaynaştıran Kenan Paşa, bu iki kurumu da kaynaştırdı ve tek bir “devlet dairesi” haline getirdi.
TTK emekli tarihçiler kulübü gibiydi.
TDK ise, bağrında topladığı Köy Enstitüsü kökenli yazarlara bol keseden ödüller dağıtıyordu,“devrimcilik” adı altında köylü narodnizimini yüceltiyordu, bazı yeteneksiz yazarlara istihdam sağlıyordu...
Daha da önemlisi, dilimizi bozuyordu.
Bin yıllık Türkçeyi müziğinden koparıp, sert sözcüklerle örülü, tuhaf, kılçıklı, Çağatayca kırması manyak bir dil haline getirmişti... Asıl amaç, Arapça ve Farsça’dan arındırmaktı. Olur olmaz her sözcüğün sonuna “sel” ya da “sal” takısının getirilmesi de TDK’nın marifetidir, pardon kazığıdır.
Başarılı da olmuştur.
Bakın “kelime” demiyorum, “sözcük” diyorum... “Muvaffakiyet” demiyorum, “başarı”diyorum... “Methetmek” demiyorum, “yüceltmek” diyorum.
Kısmen başarılı olmuştur tabii...
Bazı sözcükleri büyük bir rahatlıkla kullanıyoruz, gündelik konuşmalarımız arasında“yanıt”lar, “kanıt”lar, “kurum”lar havada uçuşuyor ama aklımızı peynir ekmekle yemediğimiz için “kamubuyrum tüz bölemi” demiyoruz, “saylav” demiyoruz...
Evde oturup televizyon seyrediyoruz ama “uzgöreç izledim” diyenlere tımarhanelik gözüyle bakıyoruz...
Uzattığımın farkındayım...
Konu şu: “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu”na, Atatürkçülüğü tartışmalı iki ismin, yani Mümtazer Türköne ve İskender Pala’nın atanması Atatürkçülüğe uygun mudur?
Doğan Medya Grubu’nun memurları, bu atamayı, “ilginç atama” başlığıyla duyurdular.
Köşe yazarları da feveran yolunu seçtiler; hiç olur muymuş, bütün kalelerimizi zapteden hükümet (ve tabii Çankaya), bari bu kalemize dokunmasaymış...
Sanki, Türköne ve Pala uzaydan geldiler.
Sanki TTK ve TDK, Emin Özdemir’le Adnan Binyazar’ın tapulu malı...
Sanki “kaleleri” ele geçirenler Fransa hükümeti, Fransa Çankaya’sı...
Meseleye daha serinkanlı bakanlar, yani “kalelerimiz” edebiyatının para etmediğini anlayanlar, Türköne ve Pala’nın tamahkârlığından gidiyorlar...
Hem de “ilke”yi hatırlatıyorlar...
Hiç yakışmamış...
Bu görevi kabul etmeselermiş, daha şahane olurmuş.
Kaldı ki, demokrasimizin geldiği şu noktada, “ilke” olarak böyle bir kuruma gerek var mıymış?
Bana da sorarsanız, böyle bir kuruma gerek yok.
Dün de gerek yoktu, bugün de gerek yok.
Üstelik, ayıp bir kurum.
Memlekette “Kemalizm propagandası” sıkıntısı çekiliyormuş gibi, bunu bir de devlet adıyla kurumsallaştırmak, ayıbın da ötesinde bir duruma, hatta patolojiye işaret ediyor.
İyi de, böyle bir kuruma gerek olmadığı, Türköne ve Pala atanınca mı aklınıza geldi?
Eskiden gerek var mıydı?
Engin Ardıç kaç yıldır yazıp duruyor, ne vatan hainliğini bıraktınız adamın, ne hükümet yandaşlığını, ne Atatürk düşmanlığını...
Emekli tarih öğretmenlerine ve bilimsel yeterliği tartışmalı akademisyenlere iş kapısı olmak dışında ne işe yarıyordu kurum?
Niçin itiraz etmediniz?
Hadi itiraz edemezdiniz, yazdığınız kötü şiirlere ödül gelme ihtimali mevcuttu...
Peki, Türköne ve Pala’nın Atatürkçülüğünü ya da “Kemalizm karşıtlığını” ölçme cüretini nerden alıyorsunuz?
Kimsiniz siz?
Ahmet Kekeç/Star
Engin Ardıç ne güzel yazdı... “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu ille de Atatürkçü olmak zorunda mı? Bu kuruma Atatürkçü olmayan atanamaz mı?”
Sonra da asıl soruyu sordu: “Bu kuruma gerek var mı?”
Bu kuruma gerek olup olmadığı eskiden pek tartışılmazdı.
Hatta hiç tartışılmazdı.
12 Eylül’den önce iki ayrı kurumdu; TTK ve TDK etiketi altında faaliyet gösteriyordu. Bütün farklılıkları kaynaştıran Kenan Paşa, bu iki kurumu da kaynaştırdı ve tek bir “devlet dairesi” haline getirdi.
TTK emekli tarihçiler kulübü gibiydi.
TDK ise, bağrında topladığı Köy Enstitüsü kökenli yazarlara bol keseden ödüller dağıtıyordu,“devrimcilik” adı altında köylü narodnizimini yüceltiyordu, bazı yeteneksiz yazarlara istihdam sağlıyordu...
Daha da önemlisi, dilimizi bozuyordu.
Bin yıllık Türkçeyi müziğinden koparıp, sert sözcüklerle örülü, tuhaf, kılçıklı, Çağatayca kırması manyak bir dil haline getirmişti... Asıl amaç, Arapça ve Farsça’dan arındırmaktı. Olur olmaz her sözcüğün sonuna “sel” ya da “sal” takısının getirilmesi de TDK’nın marifetidir, pardon kazığıdır.
Başarılı da olmuştur.
Bakın “kelime” demiyorum, “sözcük” diyorum... “Muvaffakiyet” demiyorum, “başarı”diyorum... “Methetmek” demiyorum, “yüceltmek” diyorum.
Kısmen başarılı olmuştur tabii...
Bazı sözcükleri büyük bir rahatlıkla kullanıyoruz, gündelik konuşmalarımız arasında“yanıt”lar, “kanıt”lar, “kurum”lar havada uçuşuyor ama aklımızı peynir ekmekle yemediğimiz için “kamubuyrum tüz bölemi” demiyoruz, “saylav” demiyoruz...
Evde oturup televizyon seyrediyoruz ama “uzgöreç izledim” diyenlere tımarhanelik gözüyle bakıyoruz...
Uzattığımın farkındayım...
Konu şu: “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu”na, Atatürkçülüğü tartışmalı iki ismin, yani Mümtazer Türköne ve İskender Pala’nın atanması Atatürkçülüğe uygun mudur?
Doğan Medya Grubu’nun memurları, bu atamayı, “ilginç atama” başlığıyla duyurdular.
Köşe yazarları da feveran yolunu seçtiler; hiç olur muymuş, bütün kalelerimizi zapteden hükümet (ve tabii Çankaya), bari bu kalemize dokunmasaymış...
Sanki, Türköne ve Pala uzaydan geldiler.
Sanki TTK ve TDK, Emin Özdemir’le Adnan Binyazar’ın tapulu malı...
Sanki “kaleleri” ele geçirenler Fransa hükümeti, Fransa Çankaya’sı...
Meseleye daha serinkanlı bakanlar, yani “kalelerimiz” edebiyatının para etmediğini anlayanlar, Türköne ve Pala’nın tamahkârlığından gidiyorlar...
Hem de “ilke”yi hatırlatıyorlar...
Hiç yakışmamış...
Bu görevi kabul etmeselermiş, daha şahane olurmuş.
Kaldı ki, demokrasimizin geldiği şu noktada, “ilke” olarak böyle bir kuruma gerek var mıymış?
Bana da sorarsanız, böyle bir kuruma gerek yok.
Dün de gerek yoktu, bugün de gerek yok.
Üstelik, ayıp bir kurum.
Memlekette “Kemalizm propagandası” sıkıntısı çekiliyormuş gibi, bunu bir de devlet adıyla kurumsallaştırmak, ayıbın da ötesinde bir duruma, hatta patolojiye işaret ediyor.
İyi de, böyle bir kuruma gerek olmadığı, Türköne ve Pala atanınca mı aklınıza geldi?
Eskiden gerek var mıydı?
Engin Ardıç kaç yıldır yazıp duruyor, ne vatan hainliğini bıraktınız adamın, ne hükümet yandaşlığını, ne Atatürk düşmanlığını...
Emekli tarih öğretmenlerine ve bilimsel yeterliği tartışmalı akademisyenlere iş kapısı olmak dışında ne işe yarıyordu kurum?
Niçin itiraz etmediniz?
Hadi itiraz edemezdiniz, yazdığınız kötü şiirlere ödül gelme ihtimali mevcuttu...
Peki, Türköne ve Pala’nın Atatürkçülüğünü ya da “Kemalizm karşıtlığını” ölçme cüretini nerden alıyorsunuz?
Kimsiniz siz?
Ahmet Kekeç/Star