04 Mar 2012 09:19 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:24

TÜRK MEDYASININ NURAY MERT İLE İMTİHANI! MERT'İN SAKINCALI YAZISI NEREDE?

Türk basını Nuray Mert'in önce zorunlu izne çıkarılmasını ardından yazılarına son verilmesini tartışıyor!

Anlaşıldı ki yazıları kesilmişti ama açıkça bunu söyleyen olmadığı için Mert de konuşmamayı tercih ediyordu. Milliyet'ten bir açıklama gelmeyince kendisi yaptı 'zorunlu açıklama'yı...
O açıklamadan öğrendik ki 11 Şubat Cumartesi günü Milliyet yönetiminden telefonla arayarak 'kendisiyle ilgili sıkıntılı' bir durum oluştuğunu, 'izne' çıkmasının mümkün olup olmadığını sormuşlar.

'Böyle başlayan bir sürecin nasıl sonuçlanacağını gayet iyi tahmin ettiğim halde, yönetimi zor durumda bırakmamak, konuyu hafta içinde netleştirmek üzere, daha önce göndermiş olduğum yazımın sonuna 'izne' ilişkin notun konulmasını kabul ettim' diyor. Elbette olaylar, tıpkı tahmin ettiği gibi gelişiyor ve ikinci hafta gazete, suskunluğa bürünüyor... Bu belirsizlik ortaya çıktığında kendisini aradım ve röportaj yapmak istediğimi belirttim...

Açıklamasının ardından 'tepkileri değerlendirmek için' bir hafta daha beklemek istedi. Bu hafta başında buluşmak üzere kendisini tekrar aradığımda, 'söyleşiden vazgeçtiğini' öğrendim. 'Kovuldum diye ahlanıp vahlanacak, feryat edecek değilim' diyordu. 'Neden ben konuşayım ki; ben bu durumu yaşayan ilk kişi değilim. Konuşması gerekenler ülkemizin 'demokrat' yazarları.'

SAKINCALI YAZI NEREDE?
Haklı, bu durumu yaşayan ilk kişi değil Nuray Mert; son kişi de olmayacak belli ki. Ancak Nuray Mert, akademisyen kimliği ve 'arafta' duran yazılarıyla farklı bir durumu temsil ediyor. Sonuçta Mert için 'iktidar yandaşıydı' demek ne kadar anlamsızsa 'iktidar karşıtıydı' demek de o kadar anlamsız. Çünkü önceki gün ikna odalarında türbanı çıkarılmak istenen kızların yanında durmuş, dün doğrudan Başbakan'ın 'azarını' işitmiş bugün de yazı alanı elinden alınmış biri. Nuray Mert, röportaj yapmak istediğim süreçte konuşmaktan vazgeçti ama bir yandan da bu haberin yeni halini biçimlendirmiş oldu.

Tabii, bütün bu süreçte Mert'in 'basılmayacak' kadar sakıncalı yazısı herhangi bir mecrada yayımlanmadı. Gazeteci Cüneyt Özdemir, Radikal'deki köşesinde o yazıyı konuşturdu, ironik bir dille... Nuray Mert, sessiz kaldığı sürece en çok Milliyet'ten gelecek sesi bekledi ama o ses çok 'cılız' çıktı. 'Cılız' derken elbette duygusu güçlü ama sesi kısık bir yazı. Üstelik bu kişisel fikrim değil. BirGün yazarı Doğan Tılıç, bu yazıyı şöyle tarif etti: 'Yalnızca altında imzası olan yazar adına değil, memleketin 'önemli gazeteciler'inin tümü adına zavallı bir yazı.'

AKŞAM Gazetesi yazarı Serdar Akinan, Nuray Mert için en sağlam yazılardan birini kaleme aldı:

'Mesleğimden öksüz, ülkemden yetimim.' Medyanın 'belge ile konuşan' ismi Sedat Ergin'den, AB Başmüzakerecisi Devlet Bakanı Egemen Bağış'ın, Mert ve diğer işsiz kalan gazetecilerle ilgili sorular soran Avrupalı muhataplarına 'Ben nereden bileyim? Ya köşesi okunmadığı için ya da patronlarının beğenmediği birtakım fikirleri içindir. Ama bunun bizimle veya hükümetle bir alakası olamaz. Eğer bunu hükümeti eleştirdiğine bağlarsanız, Mert'ten çok daha şiddetli şekilde eleştiren köşe yazarlarının köşelerine devam etmesi bu argümanı çürütmektedir' dediğini öğrendik.

İşte bundan sonrası da bizim durumu sorduğumuz gazetecilerin yanıtları...

Mesleği savunma görevi gazetecilerindir
İsmet Berkan
Birincisi, ilke olarak köşe yazarlarının hayatlarının sonuna kadar istihdam ve yazdırma garantisine sahip olamayacaklarını düşünenlerdenim. Bazen, gazete yönetimi, o yazarın gazete açısından artık miadını doldurduğunu, temsil ediciliğini yitirdiğini veya o görüşlere artık ihtiyaç olmadığını düşünebilir. Yazarların yazdırılmaz olması acı bir durumdur, her halükarda can sıkıcıdır ama sonuçta bu bir editoryal karardır, genel yayın müdürü tarafından verilir.
Ben de 10 yıllık genel yayın müdürlüğümde kimi yeni yazarların gazetede yazmasına karar verdiğim gibi kimi yazarların da bundan sonra yazmamasına dair kararlar da verdim, vermek zorunda kaldım. Sanırım bir genel yayın müdürünün en zor kararlarının başında bir yazarın veya bir gazetecinin işine son vermek vardır. Nuray Mert'le birlikte çalışma onurunu yaşadım. Radikal'de yazarımızdı. Bir genel yayın müdürü kendi yazarlarını sadece patronuna veya muktedirlere karşı savunmaz, çoğu zaman okuyucunuza karşı da yazarınızı savunmalısınız. Ve bunu yaparken de, yazarınıza bu durumu hiç ama hiç hissettirmemelisiniz.
Nuray'la aşağı yukarı aynı zamanda Hürriyet'e geçtik, sonra da kendi isteğiyle Hürriyet'ten ayrılıp Milliyet'te yazmaya başladı. Onu Milliyet'te işe başlatan genel yayın müdürü Tayfun Devecioğlu idi, bugün de Milliyet'i Tayfun Devecioğlu yönetiyor.
Gazetesinin Nuray'ın yazılarını artık neden yayınlamadığını bilmiyorum. İtiraf edeyim, öğrenmek de istemedim; ne Tayfun'u ne de Nuray'ı arayıp ne olduğunu sordum.

EKSİK HİSSEDİYORUM
Dediğim gibi bu can sıkıcı bir durum. Basın üzerinde bir baskı olduğuna kuşku yok. Bu baskı bu hükümete özgü de değil, hemen hemen her hükümet döneminde baskılar, baskıcı eğilimler oldu, hükümetlerin beğenmediği yazarlar oldu, o yazarların artık yazdırılmamasının istendiği oldu. Bugün de oluyordur. Ancak baskıların olması, o baskılara boyun eğilmesini gerektirmez. Siz gazeteciliğinizi düzgün yaptığınız, sadece haberleriniz değil köşe yazılarınız için de gerçeğe bağlı kalma yükümlülüğünü yerine getirip kendinizi 'hesap verebilir' bir konumda tuttuğunuz sürece, hiçbir baskı sonuç alamaz. Ama gerçeklerden ve gazetecilikten uzaklaştığınız, gazeteciliğinizi başka işlerle karıştırmaya başladığınız zaman, o baskıların sonuç almasının yolu da açılır.
Gazetecilik mesleğini savunma görevi gazetecilerindir, patronların değil. Nuray Mert'in artık yazdırılmamasında gerekçe nedir, gerçekten bilmiyorum. Dediğim gibi öğrenmek de istemiyorum. Bildiğim tek bir şey var, Nuray'ın yazılarını, onun bakış açısını ve onun yazılarında ilettiği bilgileri özlediğim. Kendimi biraz daha eksik hissediyorum Nuray'ın yokluğunda.

Medyanın genel utancı
'Bazen gitmek zorunda kalırsınız, bazen sizi göndermek zorunda kalırlar; anlaşamazsınız... Bu müessesseler bize ait yerler değil ama kelimeler bize ait; kelimeleri utanmayacağınız biçimde dizmekle ve sonra korumakla mükellefiz. Milliyet'ten kovulmama sebep olan her şey, o gazetede yazdığım yazılardır; ben onları kovulduktan sonra yazmadım. Benim bu konularda tek bildiğim, olayları uzun bir süre içinde hatırlamak lazım. Çünkü derdimiz ders çıkarmaksa, ders öyle bir tek sayfayla ya da birkaç kişinin başına gelenle çıkmaz. Ama bugün özel bir durum da var. İşte Nuray Mert'in yazıları bitti. Başkalarının ki de...

Özellikle belli tür yazar grubunun gitmesi daha kolay hale geldi. Baktığınızda ortak özellikleri hükümetle problemleri olan insanlar; o gazetelerin bu insanları koruyabilmesi lazım. Belli ilkeleri çiğniyor olabilirsiniz ama bunların üstüne hiç konuşulmadan pat diye güle güle dendiğinde problemli bir durum çıkıyor ortaya. Benim başıma gelen de benzer bir şeydi. O güne kadar hiçbir yazım sansür edilmemişti, kovulduğum gün de edilmedi. Dolayısıyla bazen müesseselerin sansür etmeden yazıları koyup bir gün bizlere yol vermesi gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bence bu genel olarak medyada bir utançtır. İnsanları, baştan zaten bu kimlikleriyle alıyorsunuz. Nuray Mert'in ne yazdığını bilerek alıyorsunuz. Üç gazete içinde dolaştırıp duruyorsunuz. O zaman, baştan almayabilirsiniz de...'

Nuray Mert'i kendi rızamla okumamak istiyorum
Yıldıray Oğur

Köşe yazarları ellerine megafon verilerek bir kürsüye çıkarılmış insanlara benziyor. Bu anlamda ayrıcalıklılar. Bu ayrıcalığı onlara veren şey gazete yönetimlerinin editoryal tercihleri. Bu yüzden o gazete yönetimleri, günün birinde bu ayrıcalığı o köşe yazarının elinden de alabilir. Ayrıca dünyada sesini duyurmanın, siyaset yapmanın muhalefetin tek yolu köşe yazarlığı değil. Sesini duyurmanın, yazı yazmanın tek mecrası da çok paralar veren, çok satan büyük gazeteler değil. Hele bu çağda. Yani bir insan köşe yazısı yazmadığı zaman susturulmuş olmuyor. Ayrıca doğrusu kendini Kürt meselesinde duyarlı, sosyalist olarak tanımlayan insanlar niye ısrarla büyük sermayenin ya da logosunda 'Türkiye Türklerindir' yazan gazetelerde yazmak isterler anlayamam doğrusu. Eminim görüşlerine daha paralel çizgide yayın yapan gazeteler Nuray Mert'e ya da Ece Temelkuran'a eğer isterlerse seve seve köşelerini açacaktır.
Burada bizi esas ilgilendirense gazete yönetiminin bu editoryal tercihini nasıl, hangi şartlarda ve hangi gerekçeyle kullandığıdır. Eğer Başbakan'ın seçim meydanlarında soyadıyla doğrudan hedef alıp eleştirmesinden aylar sonra, okunup ve tartışılan bir köşe yazarınızın yazılarını, hiçbir açıklama yapmadan basmamaya başlarsanız burada mesele artık bir köşe yazarının susturulması ya da bir gazetenin editoryal tercihi olmaktan çıkar. Burada artık hepimizi ilgilendiren bir ifade özgürlüğü, oto-sansür meselesi vardır.

OKUMUYORUM AMA...
Nuray Mert aslında şanslı bir köşe yazarı. Türk basın tarihinde aynı anda iki gazetede birden kaç kişi köşe yazmıştır? Daha sonra Radikal'i bırakıp, Hürriyet'e geçmişti, galiba sonra da sayfasını beğenmediği için ülkenin en büyük gazetesi Hürriyet'ten ayrılıp, ertesi hafta Milliyet'te kendisine köşe bulmuştu. Bu da her fani köşe yazarına nasip olmayacak bir ayrıcalık.
Umarım Nuray Mert, bu birdenbire susturulmaya bakınca, destek ziyaretleri yaptığı Suriye'deki muhaliflerin niye ayaklandığını daha iyi anlayabilmiştir. Ben 27 Nisan muhtırasının ardından köşesinde 'Şimdi Genelkurmay bildirisini öne çıkarıp, bu fetihçi zihniyetin arkasında durmak istemiyorum' yazdığından beri Nuray Mert okumuyorum. Ama ben Nuray Mert'i kendi rızamla okumama özgürlüğümü geri istiyorum.

Faturayı hükümete kesmek 'kolay kahramanlıktır'
Yavuz Baydar

'Medyamızda çok sesliliğin anlamı o seslerden biri daha eksildikçe daha iyi anlaşılıyor. Ama biz, hoşa gitmese de, aykırı gelse de, düşünce çeşitliliğinin demokrasimiz için bir zenginlik olduğunu hala anlamadık. Bir ses, hele böyle hoyratça susturulduğunda, bizim camia sus pus oluverir.
Bunu, (şimdilerde Ergenekon'da suçlanan) bazı orgenerallerin üstün marifetiyle 2004'te hazırlanan bir düzmece 'haber'i Milliyet ombudsmanı olarak ele alıp ifşa ettiğim ve arkasında sonuna kadar durduğum için Doğan Grubu'nun sahibi tarafından hoyratça kapı önüne konduğumda gayet iyi anlamıştım. On kadar genç muhabir kardeşimi saymazsak, sadece dört (4) kıdemli meslektaşım (Taha Akyol, Sami Kohen, Mehmet Ali Birand ve Hasan Cemal) 'geçmiş olsun'a aramıştı. 'Etik'le iştigal ettiği iddia edilen 'Doğan Yayın Konseyi'nden kimsenin çıtı çıkmamıştı. Başkalarının da.

PATRON TABUSU VAR
Bu hep böyledir. 'Geçmiş olsun'a bile 'meşrebe' göre başvurulur. Başa bir şey gelmesin diye, atılan aynı gazeteden ise 'tavana bakılır'; başka gazetelerden 'meşrebe uygun' biri atılınca da mangalda kül bırakmamaya gayret edilir.
Daha önemlisi, yalanda ve riyada yaşanıyor olmasıdır. Susturulan her meslektaş, siyasi kavgaya alet edilir. Bunu, atılanların kendileri de yaparlar. Ve fatura hep siyasete, hep hükümete çıkartılır. Böyle kahramanlık da ne kolaydır, ne rahattır!
Sanki hükümetlerin ve bürokrasinin bu ülkede basına tahammülsüzlüğü yeni keşfedilmiştir; sanki eskiden beri her başbakan, her genelkurmay davetine koşa koşa gidip hizmet arz edenler, üstelik bunu yanlarında götürdükleri genel yayın yönetmenlerinin tanıklığında, onların meslek onuruna hakaret edercesine yapanlar medyanın sahipleri değildir. İnsanlar da sanki buna inanacak kadar salaktır!
Ama ne susturulanlar ne de onlara (güya) arka çıkanlar, bu ülkede işe son verenin, gazeteciye gelince acımasız, iktidarlara karşı 'bükük' medya patronu olduğunun farkında değilmiş gibidir. Kimsecikler, 'Patronu, bu cesur ve özgür gazeteci-yazarın binde biri kadar medya ve ifade özgürlüğüne niye sahip çıkmıyor, durumdan vazife çıkarıp işine şak diye son verebiliyor, gazeteci milletini iktidarlar karşısında yapayalnız bırakıyor?' diye sormaz.
Çünkü Türkiye'de 'özgürlüğüm gitti gidiyor' diyen 'cesur'(!) basınımızda kapkalın bir 'patron tabusu' vardır. En büyük tabu bu olduğu için, ülkedeki otosansür ve 'korku'nun bir numaralı sebebinin onların olması da normaldir.
Kısacası mesele, medyanın, sahibi ve çalışanıyla, mesleğin onuruna ve varlığına sahip çıkması meselesidir.
Kimse hiç kendisini kandırmasın, riyakarlara kapılmasın: Medyayı ancak ve ancak korkusuz ve dürüst (ikisi birlikte) patronlar özgürleştirebilir veya aynı acı hikayeler bugün orada yarın burada devam edip duracaktır. Saflığın lüzumu yoktur.

Sayfalar yoksa internet var
Fehmi Koru
Türkiye'de yaşanan hızlı değişim ve dönüşüm medyayı da etkiliyor; ne yazık ki, meslektaşlardan cezaevlerine düşenler de sütunlarını kaybedenler de var. Bugünküne benzer dalgalanmalar yakın geçmişin başka dönüşüm dönemlerinde de yaşanmıştı. 28 Şubat sürecinin bir bölümünde Yeni Şafak'ta yazıyordum ve o dönemde kapı önüne konan nice yazarla sütun arkadaşlığı yaptım.
Görüş sahibi herkesin düşüncelerini onlara değer verenlerle paylaşabilmesi sadece yazarların değil onları takip eden okurların da hakkıdır.
Her gazetesiyle ilişkisi kesilen yazar bir boşluk bırakıyor. Tesellim, bugünün teknolojisinin her türlü fikrin muhataplara ulaşmasına imkan sağlamasıdır. Gençlerin çoğu gazeteleri bile internet ortamında okuyor; her görüşe hitap eden ve ilgiyle izlenen pek çok internet sitesi bulunuyor.
Yazarların sütununu kaybetmesiyle görüşlerinin yaygınlaşmasının engelleneceğini düşünen varsa, kendi hayal dünyasında yaşıyor demektir.

AKŞAM