16 Ara 2011 09:27
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:08
TÜM ENERJİYİ HAPİSTEKİ GAZETECİLERİN KURTARILMASINA AYIRMAK AHLAKİ DEĞİL!
Hürriyet yazarı İsmet Berkan, Türkiye'deki asıl sorunun tutuklu gazeteciler sorunu olmadığını söyledi ve...
İşte İsmet Berkan’ın o yazısı...
‘Tutuklu gazeteciler’ sorunu değildir
BU ülkede ifade özgürlüğüne sadece gazetecilerin ihtiyacı yok. Ayrıca, ifade özgürlüğü kısıtlanan yegane insan grubu da gazeteciler değil.
O yüzden, ortadaki sorunu ‘Tutuklu gazeteciler sorunu’ diye isimlendirmek, bütün enerjiyi hapisteki gazetecilerin kurtarılmasına ayırmak bana doğru gelmiyor.
Doğru değil, ayrıca ahlaki de değil.
Çünkü sorun, gazetecilerin tutuklanması sorunu değil. Sorun, Türkiye’de ifade özgürlüğünün kısıtlanması, hâlâ konuşuyor, yazıyor-çiziyor, protesto eylemine katılıyor diye insanların suçlanması ve bu suçlamaların sonunda da hapsedilmesi sorunu.
Yani daha genel bir sorun.
* * *
Terörle Mücadele Yasası’nın sorun yaratan maddeleri belli. Bu maddeleri biz geçmişte birkaç defa değiştirdik. Şimdi bir kez daha değişmesi gerekiyor korkarım. Ama hükümet ve Meclis bu konuda pek bir gönülsüz.
Yarın sabah Türkiye’nin dört bir yanındaki nöbetçi mahkemeler önlerindeki tahliye taleplerini değerlendirirken hapiste olduğu söylenen 70 gazeteciyi serbest bıraksalar sorun bitecek mi?
Hayır bitmeyecek. Çünkü sorun bu insanların hapiste olması değil, onları hapse atan yasal bir düzenin varlığında.
O yasalar ifade özgürlüğünü sağlayacak biçimde değişmedikçe ülkemizde sorunlar yaşanmaya devam edecek, demokrasimiz eksikli kalacak.
Bakın, Taraf gazetesinde her hafta söyleşiler yapan meslektaşımız Neşe Düzel, geçenlerde yargılandığı davada beraat etti.
Neşe Düzel, PKK’nın yurt dışındaki yöneticilerinden Zübeyir Aydar’la söyleşi yaptığı, onun sözlerini yayınladığı için ‘Terör örgütünün propagandasını yapmak’tan yargılanıyordu.
Düzel’in beraat etmesiyle sorun çözülmedi. Sadece biz sorunu halının altına süpürdük bir kez daha. Çünkü sorun, bir söyleşinin örgüt propagandası sayılmasını sağlayan yasada.
* * *
Aynı durum Ahmet Şık için de geçerli. Ahmet Şık bir kitap yazmış. Kitap kitapçı raflarında, satılıyor halen. Ama savcı kitabın ‘Örgüt propagandası’ olduğunu öne sürüyor, bu sebeple meslektaşımız hapiste.
Yarın öbürgün Ahmet Şık tahliye olsa mesele bitecek mi? Hayır, bitmeyecek.
Çünkü mesele ifade özgürlüğünün sağlanmamasında.
Meseleye yanlış isim takmayalım. Sorun, ‘Tutuklu gazeteciler’ sorunu değildir; çünkü ifade özgürlüğündeki engeller nedeniyle tutuklanan, hatta mahkum olan insanlar sadece gazeteciler değil.
Reyting şikesi... Bir o eksikti
BU yılın sonunda Türkiye’de yapılan reklam yatırımlarının yaklaşık 3 milyar liralık kısmı, televizyonlarda yayınlanan reklamlar yoluyla yapılmış olacak.
3 milyar lira büyük bir para. Bu parayı harcayan Türkiye’nin devasa şirketleri, paralarını elbette daha verimli ve daha doğru harcamak istiyorlar.
Bu amaçla oturdular bir dernek çatısı altında birleştiler ve bu dernek yoluyla da televizyonların izlenirliğini araştırmak üzere bir araştırma tasarladılar. Sonra da tasarladıkları bu araştırmayı bir şirkete yaptırıyorlar.
Esasen reyting denen ölçme sistemi biz seyircileri hiç ilgilendirmeyen bir sistem. Çünkü biz önümüzdeki seçeneklere bakarak o an hangi kanalı izleyeceğimizi seçiyoruz, reyting listesine bakmıyoruz.
Ama dediğim gibi reyting, reklamvereni ilgilendiriyor; çünkü parasını öyle yönlendiriyor. Kanalları da ilgilendiriyor; çünkü onlar da başlıca gelirlerini reytinglerine göre elde ediyorlar.
Anlaşılıyor ki, bu reyting ölçümünü yapan şirketin çok gizli olması gereken bilgileri (ki bunların en gizlisi reyting ölçümü için evine alet takılan ailelerin isim ve adres bilgileri) bundan bir süre önce çalınmış.
Şirket bunu farkedip hemen listedeki aileleri değiştirmiş, yerlerine yenisini koymuş ve bu arada önceki gün başlayan soruşturmayı tetikleyen ihbarını da savcılığa yapmış.
Ama bu çalınan aile listesi değişene kadar, artık isimleri öğrenilen ailelere ulaşan bazı yapım şirketleri o ailelerin kendi programlarını izlemeleri için iknaya çalışmış, belki para veya hediyeler vermiş. Anlaşılan temel iddia bu.
Bu, eğer gerçekleştiyse, reyting sistemimizde ilk kez başa gelen bir şey değil. Ama sanırım bu sahtekarlık için ilk kez bu kadar büyük bir polis operasyonu yapılıyor. (Daha öncekiler daha sınırlı operasyonlardı.)
Birkaç gün daha beklersek daha net bilgiler ışığında konuşabileceğiz ama şimdilik söylenmesi gereken şu: Polisin hoyratça tutumu yüzünden, bilgisine başvurulan kişilerle ‘şüpheli’ sayılan kişiler birbirine karışmış durumda. Bu hoyratlık aynı zamanda bir itibarsızlaştırma anlamına da geliyor.
Savcılık ve polis daha düşünceli hareket etmeliydi.
Siyasette bir gün bile çok uzun bir süreyken...
SANIRIM ilk Hürriyet’te Taha Akyol’un yazmasıyla başladı bu konuşmalar. Ardından onlarca köşe yazarı konuyu ele aldı, TV programlarında bu konuda bir sürü laf edildi.
Evet, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2014’te Cumhurbaşkanı olmasından, onun yerine de mevcut Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başbakanlığa gelmesinden söz ediyorum.
Bu senaryoyu ilk okuduğumdan beri aynı şeyi düşünüyorum: Türkiye gibi ülkelerde siyasette bir gün bile çok uzun bir zamanken bugünden hareketle iki yıl sonrasına, üç yıl sonrasına dönük hesaplar yapmak ne kadar geçerlidir acaba?
Elbette her siyasetçinin bir hedefi olur. Başbakan Erdoğan da belki kendine halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olma hedefini koymuştur ama bunu en yakınlarıyla bile paylaştığından şüpheliyim ben.
Çünkü siyasette bir günün bile çok uzun bir süre olduğunu Türkiye’de en iyi başbakanlar, liderler bilir.
‘Tutuklu gazeteciler’ sorunu değildir
BU ülkede ifade özgürlüğüne sadece gazetecilerin ihtiyacı yok. Ayrıca, ifade özgürlüğü kısıtlanan yegane insan grubu da gazeteciler değil.
O yüzden, ortadaki sorunu ‘Tutuklu gazeteciler sorunu’ diye isimlendirmek, bütün enerjiyi hapisteki gazetecilerin kurtarılmasına ayırmak bana doğru gelmiyor.
Doğru değil, ayrıca ahlaki de değil.
Çünkü sorun, gazetecilerin tutuklanması sorunu değil. Sorun, Türkiye’de ifade özgürlüğünün kısıtlanması, hâlâ konuşuyor, yazıyor-çiziyor, protesto eylemine katılıyor diye insanların suçlanması ve bu suçlamaların sonunda da hapsedilmesi sorunu.
Yani daha genel bir sorun.
* * *
Terörle Mücadele Yasası’nın sorun yaratan maddeleri belli. Bu maddeleri biz geçmişte birkaç defa değiştirdik. Şimdi bir kez daha değişmesi gerekiyor korkarım. Ama hükümet ve Meclis bu konuda pek bir gönülsüz.
Yarın sabah Türkiye’nin dört bir yanındaki nöbetçi mahkemeler önlerindeki tahliye taleplerini değerlendirirken hapiste olduğu söylenen 70 gazeteciyi serbest bıraksalar sorun bitecek mi?
Hayır bitmeyecek. Çünkü sorun bu insanların hapiste olması değil, onları hapse atan yasal bir düzenin varlığında.
O yasalar ifade özgürlüğünü sağlayacak biçimde değişmedikçe ülkemizde sorunlar yaşanmaya devam edecek, demokrasimiz eksikli kalacak.
Bakın, Taraf gazetesinde her hafta söyleşiler yapan meslektaşımız Neşe Düzel, geçenlerde yargılandığı davada beraat etti.
Neşe Düzel, PKK’nın yurt dışındaki yöneticilerinden Zübeyir Aydar’la söyleşi yaptığı, onun sözlerini yayınladığı için ‘Terör örgütünün propagandasını yapmak’tan yargılanıyordu.
Düzel’in beraat etmesiyle sorun çözülmedi. Sadece biz sorunu halının altına süpürdük bir kez daha. Çünkü sorun, bir söyleşinin örgüt propagandası sayılmasını sağlayan yasada.
* * *
Aynı durum Ahmet Şık için de geçerli. Ahmet Şık bir kitap yazmış. Kitap kitapçı raflarında, satılıyor halen. Ama savcı kitabın ‘Örgüt propagandası’ olduğunu öne sürüyor, bu sebeple meslektaşımız hapiste.
Yarın öbürgün Ahmet Şık tahliye olsa mesele bitecek mi? Hayır, bitmeyecek.
Çünkü mesele ifade özgürlüğünün sağlanmamasında.
Meseleye yanlış isim takmayalım. Sorun, ‘Tutuklu gazeteciler’ sorunu değildir; çünkü ifade özgürlüğündeki engeller nedeniyle tutuklanan, hatta mahkum olan insanlar sadece gazeteciler değil.
Reyting şikesi... Bir o eksikti
BU yılın sonunda Türkiye’de yapılan reklam yatırımlarının yaklaşık 3 milyar liralık kısmı, televizyonlarda yayınlanan reklamlar yoluyla yapılmış olacak.
3 milyar lira büyük bir para. Bu parayı harcayan Türkiye’nin devasa şirketleri, paralarını elbette daha verimli ve daha doğru harcamak istiyorlar.
Bu amaçla oturdular bir dernek çatısı altında birleştiler ve bu dernek yoluyla da televizyonların izlenirliğini araştırmak üzere bir araştırma tasarladılar. Sonra da tasarladıkları bu araştırmayı bir şirkete yaptırıyorlar.
Esasen reyting denen ölçme sistemi biz seyircileri hiç ilgilendirmeyen bir sistem. Çünkü biz önümüzdeki seçeneklere bakarak o an hangi kanalı izleyeceğimizi seçiyoruz, reyting listesine bakmıyoruz.
Ama dediğim gibi reyting, reklamvereni ilgilendiriyor; çünkü parasını öyle yönlendiriyor. Kanalları da ilgilendiriyor; çünkü onlar da başlıca gelirlerini reytinglerine göre elde ediyorlar.
Anlaşılıyor ki, bu reyting ölçümünü yapan şirketin çok gizli olması gereken bilgileri (ki bunların en gizlisi reyting ölçümü için evine alet takılan ailelerin isim ve adres bilgileri) bundan bir süre önce çalınmış.
Şirket bunu farkedip hemen listedeki aileleri değiştirmiş, yerlerine yenisini koymuş ve bu arada önceki gün başlayan soruşturmayı tetikleyen ihbarını da savcılığa yapmış.
Ama bu çalınan aile listesi değişene kadar, artık isimleri öğrenilen ailelere ulaşan bazı yapım şirketleri o ailelerin kendi programlarını izlemeleri için iknaya çalışmış, belki para veya hediyeler vermiş. Anlaşılan temel iddia bu.
Bu, eğer gerçekleştiyse, reyting sistemimizde ilk kez başa gelen bir şey değil. Ama sanırım bu sahtekarlık için ilk kez bu kadar büyük bir polis operasyonu yapılıyor. (Daha öncekiler daha sınırlı operasyonlardı.)
Birkaç gün daha beklersek daha net bilgiler ışığında konuşabileceğiz ama şimdilik söylenmesi gereken şu: Polisin hoyratça tutumu yüzünden, bilgisine başvurulan kişilerle ‘şüpheli’ sayılan kişiler birbirine karışmış durumda. Bu hoyratlık aynı zamanda bir itibarsızlaştırma anlamına da geliyor.
Savcılık ve polis daha düşünceli hareket etmeliydi.
Siyasette bir gün bile çok uzun bir süreyken...
SANIRIM ilk Hürriyet’te Taha Akyol’un yazmasıyla başladı bu konuşmalar. Ardından onlarca köşe yazarı konuyu ele aldı, TV programlarında bu konuda bir sürü laf edildi.
Evet, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2014’te Cumhurbaşkanı olmasından, onun yerine de mevcut Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başbakanlığa gelmesinden söz ediyorum.
Bu senaryoyu ilk okuduğumdan beri aynı şeyi düşünüyorum: Türkiye gibi ülkelerde siyasette bir gün bile çok uzun bir zamanken bugünden hareketle iki yıl sonrasına, üç yıl sonrasına dönük hesaplar yapmak ne kadar geçerlidir acaba?
Elbette her siyasetçinin bir hedefi olur. Başbakan Erdoğan da belki kendine halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olma hedefini koymuştur ama bunu en yakınlarıyla bile paylaştığından şüpheliyim ben.
Çünkü siyasette bir günün bile çok uzun bir süre olduğunu Türkiye’de en iyi başbakanlar, liderler bilir.