Terörün Oksijenini Keseyim Derken Demokrasiyi Karbondioksite Boğmayalım!
Hiç şüphesiz toplumsal açıdan geçtiğimiz haftanın en önemli olayı “şehitler” meselesi idi. Öte yandan medya açısından baktığımızda ise diğer önemli olay gene aynı duruma istinaden yapılan başbakanlıktaki “medya zirvesi” oldu. Elbette ki bu hadise meslektaşlarımız arasında fikir ayrılıklarına sebep oldu. Kimi toplantıyı “normal” karşılarken kimileri de “basın özgürlüğü”ne müdahale ve iktidar yönlendirmesi riski taşıyabileceğinden dolayı çekinceli yaklaştılar. Fakat kim nasıl yaklaşırsa yaklaşsın sonuçta herkes o toplantıda “tam kadro” yerini aldı (Nedense çağrılmayan Cumhuriyet, Aydınlık, Sözcü ve Yeniçağ hariç.) ve dışa yansıdığı kadarıyla herkes bu noktada fazlasıyla “hevesli” göründü.
Öncelikle şunu belirteyim; anayasal- parlamenter bir rejimde ve demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş olsalar dahi bana göre istisnasız bütün hükümetler/başbakanlar ellerinin altında “emirlerine amade” bir basın olması arzusu ile yanar tutuşurlar. Bunu böyle ifade etmeseler/edemeseler bile “bilinçaltları”nda böylesi bir “hayal” yatar. Mevcut haliyle bastırılmış bir “totaliter özlem”dir bu. Kimi özlemini “makul”de tutar kimi “abartır” hatta şartları zorlar. Ancak bu duygu hepsinde şu veya bu ölçüde vardır. Dolayısıyla söz konusu “eğilim” belli ölçülerde “normal”dir. Zaten bir kişi ya da partinin elinde iktidar varken sırf “demokrasi ideali” adına “pür özgürlükçü” kesilmesini beklemek safdillik olur. Tandansına bağlı olmaksızın iktidar denen olgunun doğası budur!
Zaten böyle olduğu içindir ki, muhtemel riskler gözetilerek demokrasi aynı zamanda “kurum ve kurallar rejimi” olarak da tanımlanmış, bunun hukuki, idari ve etik çerçeveleri çizilmiştir. Sırf iktidarın tabiatındaki bu “kötüye kullanma potansiyeli”nden dolayıdır ki “kuvvetler ayrımı” diye bir ilke vardır. Bu bakış her kurumun kendi işlev ve sorumluluk alanı bulunduğunu, bunları birbirine karıştırmanın bir tür “siyasi tekel” yaratacağını varsayar ve bu endişesinde haklıdır. O yüzden günümüzün liberal/demokratik sistemlerinde iktidarların basına “şekil verme” çabaları reddedilen bir tutumla karşılanmıştır. Bu yönde her tür girişim “baskı” ve “sansür” çabası olarak yorumlanmış, tersi durumlar tepki çekmiştir.
SANSÜRÜN NAZİK DİLİ “OTO-SANSÜR”
Zaten “normal” durumlarda böylesi bir çabaya hiçbir hükümet en azından alenen kalkışmamış ve “sansür” manasına gelebilecek imalardan dahi kaçınmıştır. Fakat günümüzde artık kimse açıktan sansürü savunamadığına/savunamayacağına göre onun yerini “oto-sansür” çağrıları almıştır. Üstelik bu durumda sorumluluk siyasi iktidardan uzak olacağına göre iyi bir “tercih” nedenidir. Tek yapmanız gereken bu konuda medyaya bir “ayar atmak”, nelerin istenmediğini “hissettirmek” ve aksine davranış eğilimine girenlere dolaylı “gözdağı” vermektir. Bu durum bilhassa “milli” ve “hassas” konular söz konusu olduğunda daha bir geçerli hale gelmektedir. Özellikle de terör, milli güvenlik, savaş, afet, kamu düzeni yararı, vb gibi durumlarda daha bir “dikkatli” olunması istenmiş ve bir “otokontrol” uygulaması beklenmiştir. Çoğu kez hükümetler bu gibi durumları “fırsat” belleyip, basını kontrol etmenin yollarını aramışlardır.
İşte son “Medya Zirvesi” ile birlikte aynı tartışma ve kaygılar tekrar gündeme gelmiş görünmektedir. Hiç şüphesiz bazı noktalarda hükümetlerden gelen talepler tümüyle “haksız”, “yanlış” veya “kötü niyetli” olmasa da ilişkinin bu türden bir “resmiyet” kazanması sıkıntı vericidir. Çünkü “halkın bilgilenme hakkı” ile “resmi sınırlayıcılık” arasındaki ince çizginin nerede başlayıp nerede biteceği belirsizdir. Burada “gönüllü hassasiyetler” hangi aşamadan sonra adeta bir “görev”e dönüşecektir? Bu noktada “Kraldan fazla kralcılar” çıkarsa nasıl engellenecektir? Duyulan kaygılar hangi noktadan sonra “sansür”e hangi noktadan sonra “oto-sansür”e dönüşecektir? Bu konuda endişe ve soruları olanlar, çizgi dışına çıkanlar “sorumsuz yayıncılar” olarak mı ilan edileceklerdir? Hiç şüphesiz bunlar cevaplanması kolay olmayan sorulardır…
Burada gerçekte istenen nedir? Bazı haberleri hiç görmemek mi? Atıyorum, 24 olan şehit sayısını dört diye vermek mi? Manşete taşımamak, iç sayfalarda küçük görmek mi? Şehit cenazelerini ekrana taşımamak mı? Süresini kısa tutmak mı? Zaten öfke dolmuş Türkleri kışkırtacak ifadelerden kaçınmak mı? Türk bayrağını hiç göstermemek mi? Örgüt sözcüleriyle röportaj yapmamak mı? (Kaldı ki sen MİT’e görüşme yaptırırken basına nasıl “görüşme” diyeceksin?) Hangisi?.. Yoksa Radikal Gazetesi Yayın Yönetmeni Eyüp Can’ın ifade ettiği kaygılar haklı mıdır? Bunları kimi meslektaşlar başbakana mı soracaklardır?
JANJANLI LAFLAR GÜZELDİR AMA…
Özellikle terör söz konusu olduğunda gelmiş geçmiş bütün yetkililer (Ve dolaysıyla onlara uyan basın) janjanlı ve iddialı laflar etmekten geri kalmamışlardır. Unutmayın düne kadar hemen hepsi “terörle sonuç alınmaz” diyorlardı alındı. “Devlete kafa tutulmaz” deniyordu, tutuldu. “Terör örgütünün son çırpınışları” deniyordu o “son çırpınışlar” bir türlü bitmek bilmedi hatta daha da azdı. “Terör açılımı engellemek için yapılıyor” deniyordu tam tersine açılımı “terör örgütü lehine” zorlamak için yapıldığı anlaşıldı. “Kürt aydınları, vatandaşları sesini yükseltsin” denildi çok cılız sesler hariç yükselmedi. “BDP’liler PKK’ya terörist desinler” denildi demediler. O yüzden bu tip genel geçer ama içi boş lafları etmekten kaçınmak durumunda bence o yetkililer.
Aynı nedenle toplantıda söylenen aslı eski İngiltere Başbakanı Margareth Thatcher’a ait “Propaganda terörün oksijenidir.” lafı da “şık” ama aynı türden bir laf bence. (Hangi “danışman” bulmuşsa iyi benzetme ama bağlamı kopuk.) Elbette ki dünyadaki bütün terör örgütleri medyayı kullanıp propaganda yapmak isterler. Ancak terörün asıl oksijeni zaten terördür. O belayı çözmedikçe, belini kırmadıkça medyanın tutumundaki “revizyonlar”, “sınırlamalar” ya da “gönüllü” düzenlemeler bir yere kadar etkilidir. Bu savaş elbette basınsız kazanılmaz ama basınla da kazanılmaz. Çünkü savaşın yaşandığı asıl mecra basın değildir. Terör medyada da bitirilmeyecektir. Terörün bitirileceği yer başladığı ve sürdüğü yerdir. Bunu başaramayıp basına yüklenmek ya da medet ummak ne kadar doğrudur?
Hiç şüphesiz, terör konusunda basının bazı sorumlulukları olmadığını iddia etmek zor. Bu konuda yer yer abartılı, duygusal, ajitatif yollara sapıldığı da aşikâr. Ancak bununda asıl sorumlusu terördür. Terör olmasaydı bunlarda olmayacaktı. (Hatta 30 yıldır süren ve binlerce vatandaşının, gencinin hayatına mal olan bu durumda basının –her zaman olmasa da- çoğu kez “sorumlu” davrandığını düşünüyorum. Aksi olsaydı bugün halen “terör”ü değil “iç savaş”ı konuşuyor olurduk.) Dolayısıyla zaten azmış terörü “azdıranın” basın olduğunu söylemek ya da düşünmek son derece yanlış olacaktır. Terörü asıl azdıran resmi sorumluların geçmişten bugüne izlediği “terör politikaları”dır.
Dolayısıyla gazetelerin ve gazetecilerin halka ve kamuoyuna karşı sorumluluk ve hassasiyetleri resmi otoritelere olan sorumluluğundan önce gelir ve ağır basar. Gazeteler ve gazeteciler hükümetlerin bu alanda görevlendirdikleri kuruluşların uzantıları, görevli memurları değil habercilik yapmakla yükümlü bağımsız birimlerdir. Gazeteler ve gazeteciler “sosyal sorumlulukları”nın bilincinde hareket ederlerken bunu “resmi sorumluluk”la karıştıramazlar. Gazeteler ve gazeteciler sansürün yerine ikame ettirilmek istenen bir “oto-sansür” uygulamasının savunucusu olamazlar. Gazeteler ve gazeteciler normal faaliyet alanları olan habere ve haberciliğe (Özgür yorum hakkıyla birlikte) “devlet sırrı” muamelesi yapamazlar.
Bu gibi ilkesel noktalar hariç her bilinçli ve düzeyli gazetecinin zaten kendiliğinden “sorumlu” olduğunu varsayıyorum. Eğer değillerse hiçbir hükümet uyarısının onlara bu hassasiyeti veremeyeceğine inanıyorum. Teröre karşı herkesin bildiğini okumasını ya da bu konudaki her hükümet talebinin yanlış olduğunu da iddia edecek değilim. Sadece bütün bunları yaparken bir noktaya dikkat edilmesini tavsiye edebilirim;
Terörün oksijenini keseyim derken demokrasiyi karbondioksite boğmayalım!..
Atilla AKAR
[email protected]