TARIK TOROS MEDYARADAR'A KONUŞTU: “GEZİ'DE BAZILARI GAZETECİ DEĞİL MİLİTAN GİBİYDİ”
Çift şapkalı bir isim. Hem Kanaltürk Haber Dairesi Başkanı, hem de Bugün TV Yayın Yönetmeni. Son yıllarda yıldızı git gide parlayan genç ve başarılı yöneticilerin başında gelen Tarık Toros, Alev Gürsoy Cimin'e samimi açıklamalarda bulundu.
İşte Gezi’den medyaya ve Tarık Toros’un gazetecilik öyküsü’ne kadar dopdolu bir röportaj:
Sanırım hayatımdaki en uzun röportajlardan biriydi. Tarık Toros’u bilmiyorum ne kadar tanıyorsunuz, ama ben size biraz anlatayım. Gördüğüm en samimi insanlardan biriydi. Son derece doğal, olabildiğince açık ve net. Hiçbir sorumu geri çevirmedi. Her soruya yanıt verdi, hem de uzun uzun. Güzel bir oda, arkasında onlarca birbirinden güzel kitap, susmayan telefonlar, yönetici olmak kolay değil vesselam...Tarık Bey’in yöneticiliği öyle bildiğiniz yöneticiliklerden de değil. Çift şapkalı. Hem Kanaltürk Haber Dairesi Başkanı, hem de Bugün TV Genel Yayın Yönetmeni. Bakmayın şimdi zirvelerde oluşuna. Geçmişte yaşadıklarını belki de “Benim” diyen taşıyamaz. Defalarca işinden olmuş, istifa etmiş, 28 Şubat’ta ise olanlar olmuş. Feleğin değil ama askerin sillesini yemiş. Kötü bir şöhret edinmiş, üzerinden bir türlü atamamış o saldığı kötü namı. Çaldığı kapılar bir bir hep yüzüne kapanmış. Siyasilere de gitmiş, paşalara da ama meramını kimselere anlatamamış. Hatta hayatında ilk kez bir siyasi eli öpmüş, Sırf mesleğine yeniden kavuşmak adına. Uzunca bir süre şu cümleyi kurmuş birçok kişiye: “Ben kötü biri değilim, ben vatan hain değilim, Ben asker düşmanı değilim.” Dinletememiş. Kimi “Bırak bu mesleği demiş, kimi başının çaresine bak.” Hiç pes etmemiş ama çok da çekmiş doğrusu. Uzunca bir süre iş bulamamış. Bırakın onu bunu intiharı bile düşünmüş... Neyse ki İstanbul onun yırtış noktası olmuş. Ankara’yı ve muhabirlik macerasını bir kenara bırakıp, tası tarağı toplayıp gelmiş; bu “taşı toprağı altın” denilen memlekete. Ufuk Güldemir ve Mehmet Ali Birand ile çalışmak tek hayaliymiş. Her iki isim de “hoca” olmuş Toros’a. Sonra merdivenleri yavaş yavaş buralara kadar tırmanmış... Yani paraşütle inen gazetecilerden değil. Hayli engebeli yolları aşmış. 4 saate yakın konuştuk. Deşifre canıma okudu. Ama değdi. Gezi Parkı’na bir girdik bir türlü çıkamadık. Medyayı da sordum. Toros’a göre Gezi sadece bir ağaç meselesi değildi, medya ise son derece özgür. Türkiye’de basın özgürlüğü sorunu yok, patronaj sorunu var. Bazı çıkışlarına doğrusu şaşırdım. Katıldığım görüşleri de oldu katılmadığım da. Ama şu var; meslek için verdiği büyük savaş takdire şayan. İşte yer yer şaşıracağınız, zaman zaman duygulanacağınız, bazen de hiç katılmayacağınız kısımlarıyla güzel bir söyleşi.
******************************************************************
RÖPORTAJ: ALEV GÜRSOY CİMİN
Twitter: gazetecialev
Gmail: [email protected]
*************************
Tarık Bey, bu yoğunluk arasında bana vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum. Bugün sizinle konuşacak hayli fazla konu var... Epey vaktinizi alacağım için şimdiden özrü borç biliyorum. Medyanın üzerinde daha çok duracağız, ama önce haftalarca Türkiye gündemini meşgul eden Gezi olaylarını ve sizin bakışınızı sormak istiyorum. Sizce oradaki gerçek mesele neydi, sadece birkaç ağaç mı?
Bana göre Gezi Parkı olayının miladı ya da başlaması 31 Mayıs’tır. Elbette 31 Mayıs’a kadar bir hafta on gün boyunca Gezi Parkı’nda 50 kişilik, 100 kişilik toplanmalar, özellikle akşam mesai çıkışında sanatçıların gidişi vardı. Fakat Sırrı Süreyya Önder’in dozerin önüne çıkmasıyla bir anda popüler oldu. Neticede bir milletvekili ve o milletvekili oldukça popüler bir isim. İkincisi her şeye rağmen orada ağaçların sökülmesi ya da sökülmek istenmesi o işi iyice alevlendirdi, tetikledi. O sabah yapılanlar elbette ki çok yanlıştı. Çadırların yıkılması, yakılmak istenmesi... Ve hala bunu kimlerin yaptığı yüzde yüz bilinmiyor. Zabıta mı, taşeron şirket mi, yoksa emniyete bağlı güçler mi? Gezi Parkı’na destek verenler de bu olayla direnişe geçti. Bir protesto ruhu, bir yeşil çevrecilik ruhu oluştu. 31 Mayıs günü çok gergin geçti. 31 Mayıs akşamı da özellikle Gezi Parkı ve buraya çıkan yollarda büyük olaylar oldu. Ondan sonra ben de dikkatle bu işe yoğunlaştım. 1 Haziran ve 2 Haziran’da da bu iş artık şahika mertebesine ulaştı.
“GEZİ KARŞI OLUNAN HER ŞEYİN PLATFORMU HALİNE DÖNDÜ”
Nasıl bir mertebe bu?
Çevreci Gezi Parkı’nı, park olarak koruyan tarafıyla 31 Mayıs’tan sonra ’Her şeye karşıyız hükümete karşıyız, işte efendim yasaklara karışıyız, seçim barajı düşsün, işte ne bileyim şu olmasın, bu olmasın’ kadro talepleri vs., yani akla gelebilen pek çok şey söyleyebilirim. Gezi Parkı olayı bu tarihten sonra karşı olunan her şeyin platformu haline döndü.
Hükümete yönelik şimdiye kadar toplanan tüm tepkiler ’Gezi’de mi patladı yani?
Açıkçası bir gaz birikmişti, o dışarıya vurdu. Gezi o gazı aldı diyemem. Belki de hala sürüyor. Şunu kabul etmek zorundayız hükümetin yüzde 50 oyu var, ama karşısında da yüzde 50 oy vermeyen var. Hükümetin seveni var, sevmeyeni var. Başbakan’ın seveni var, sevmeyeni var. Sevmeyebilir, hükümeti indirmeyi düşünebilir, hükümeti değiştirmeyi düşünebilir insanlar. İnsanlar hükümet karşıtı bir faaliyet içine girebilirler. Fakat benim orada gördüğüm şey, itiraz ettiğim şey çok farklı konulardı. Yani o bir anlamda bu işin platformu oldu Gezi ruhu. “Mesele Gezi Parkı değil arkadaş sen hala anlamadın mı” tweet’in de yatanda o. Bana göre esasen orada da problem yok. Oraya gelen pek çok insan, tencere kapaklarına vuran, araba kornalarını çalanların bir tepkisi vardı. Benim oturduğum yerde de yığınla insan bu işe katıldı. Yığınla arkadaşım, yığınla akrabam geziye gitti, orada sabahladı. Ama iş bir süre sonra çığrından çıktı. Örgütlerden tut, birçok olay girdi işin içine.
Siz hiç gittiniz mi?
Gittim, hem de defalarca gittim.
“DEFALARCA GEZİ PARKI’NA GİTTİM”
Ne gördünüz orada?
Gezi’de çok farklı şeyler gördüm. Birincisi tepkilerin yavaş yavaş değiştiğini, işin içine örgüt elemanlarının girdiğini gördüm. 15 Haziran’dan 3-5 gün önce yalnız gittim, öğlen saatleriydi ve şunu gördüm; bir kere müthiş gettolaşmıştı Gezi. Giriş çıkışlar serbesti ama nazarlar üzerinizdeydi. Yiyecek, giyecek dağıtılan yerler, revir...Ne bileyim sanki orası kurtarılmış bir bölgeydi. Son Gezi’den bahsediyorum, ilk günlerde böyle değildi. Son günlerdeki Gezi bir tür kurtarılmış bölgeydi ve bir takım görevliler birtakım şeyleri yönetiyordu. Gezi Parkı arındırılmadan birkaç gün evvel eşimle beraber gittik. Eşim merak ediyordu, hiç gitmemişti. Neticede buna tanıklık etmek gerekiyor. Bu önemli bir olay, tarihe geçmiş bir olay. Yani biz 20 sene sonra da Gezi’yi konuşacağız. Dolayısıyla bunu görmem lazım. Gittik orada eşimi kendime çektim, elini tuttum falan... Yani biraz daha sıkı markaj...Çünkü dolaştığımız belli alanlarda pusuya yatmış örgüt mensuplarını gördüm. DHKP-C’lileri gördüm, Kürt örgütlerini, Apo’cuları yani Öcalan sempatizanları gördüm. Değişik yapılanmaları gördüm. Onlar orada sanki bir nöbetteydiler, yani “bir şey olsa da, olay çıkarsak.” Kara kuru 10-20 tane insan parkta kaldırım kenarında yatıyorlar. Hepsi yan yana balık istifi. Niyetleri başka, yani bunu görüyorsunuz. Gittiğimde kurtarılmış bir bölgeydi ve çok kötü kokuyordu, üzüldüm de biraz.
Başbakan da grup toplantısında Gezi kokuyor demişti...
Başbakan’ın ne dediğini bilmiyorum ama ben onu twitter’da da yazdım, “Gezi kokuyor” dedim. Kokar da çünkü on binlerce insan orada üst üsteler. Binlerce çadır, binlerce diyorum abartmıyorum her yer çadır. Şimdi başta 15 tane, 20 tane çadır varken 10 gün sonra, 15 gün sonra tüm park çadır. Bütün park, bir anda direnişin simgesi oldu. Onun için ben o iki Gezi’yi birbirinden ayırıyorum. İkisi arasında farklılıklar var.
Hükümetin Gezi’ye yönelik tepkisi ilk baştan son güne kadar çok sert oldu. Hiç değişmedi o katılık. Biraz daha o tutum yumuşasaydı, her şey bambaşka olabilir miydi?
Şimdi ben Başbakan’dan 1 Haziran Cumartesi günü bir açıklama bekliyordum. O açıklamada Başbakan “Biz Taksim Kışlası projesini rafa kaldırdık ve Gezi Parkı’nı İstanbullulara iade ediyoruz” ya da en azından “Biz projeyi rafa kaldırdık. Burası park olarak kalmaya devam ediyor, herkes evine gitsin. Zaten hali hazırda da mahkemenin bir durdurma kararı da var” deseydi bu iş biterdi.
Gerçekten biter miydi, ne yapmalıydı Başbakan mesela?
Başbakan bunu kent yönetimine bıraksaydı, yani İstanbul Valisi ve Büyükşehir Belediye Başkanı’na. Herhangi bir şey söylemeseydi ya da çıkıp “Bu proje mahkeme kararıyla rafa kalktı ve durduruldu. Biz de buna uyacağız. Hadi evinize dönün, biz sizin duyarlılığınızı anladık, burayı park olarak muhafaza edeceğiz” diye bir şey yeterdi.
Taksim’deki görüntüleri dünya konuştu. Neydi o savaşı andıran görüntüler öyle?
Size şunu söyleyeyim; Gezi Parkı olayları başladıktan ve Taksim işgal altındayken ki bana göre işgal altındaydı. Ben öyle bakıyorum. Nedenini söyleyeceğim. Ben Haziran’ın ilk 15 gününü kriz yönetimi açısından çok sorunlu görüyordum. Bizim de diken üstünde olduğumuz zamanlardı. Baştaki masum 50 kişinin 100 kişinin,15-20 çadırla götürdüğü çevreci eylem bambaşka bir hale döndü.
“TAKSİM İŞGAL ALTINDAYDI”
Taksim işgal altındaydı dediniz, merak etttim. Neden böyle dediniz?
Evet öyleydi. Taksim’e çıkan yollarda eylemciler kimlik kontrolü yapıyordu. Gezi Parkı, anlattım size ne derler reviri, yiyecek içecek dağıtılan yeri, şurası burası ciddi bir tarassut altındaydı. Atatürk Kültür Merkezi adeta legal, illegal örgütlerin ilan panosuna dönmüş. Anıt öyle.. İçerde tam bir asayiş problemi var. Polis yok, zabıta yok, herhangi bir özel güvenlik yok. Bölge esnafı bitmiş, oteller boşalmış durumda. Yani ilk 10 gün boyunca Taksim eylemcilerden arındırılıncaya kadar kurtarılmış bölgeydi, işgal altındaydı. 10 Haziran Salı sabahı biliyorsunuz TOMA’lar girdi, gaz sıkıldı ve Taksim Meydanı eylemcilerden arındırıldı.
“GEZİ’DE BAZILARI GAZETECİ DEĞİL MİLİTAN GİBİYDİ”
Medyanın tutumuna geçeceğim ama dediniz ya “eşimi de aldım gittim” Tarık bey hiç korkmadınız mı, çünkü Gezi ile birlikte adeta bir gazeteci kıyımı yaşandı. Oraya giden, orayla ilgili yazılar yazan herkes işini kaybetti, zılgıtı yedi, eleştirildi. Siz çift şapkalı bir isimsiniz. Hem Kanaltürk hem de Bugün TV gibi iki büyük kurumun başındasınız. İşinizi de kaybedebilirdiniz, kariyerinizi de?
Hayır hayır hiç öyle düşünmedim. Çünkü Taksim’e giden, Gezi Parkı’nı gezen gazetecilerin başına bir şey gelmedi. O dedikleriniz gazetecilik mi yaptı Allah aşkına orada. Başına bir şey gelen gazetecilerin durumu biraz ayrılıyor. Haberci olarak gidersin, gözlemlerini yazarsın. Bunda hiçbir mahsur yok. Ben de öyle yaptım. Gezi’ye gerçek gazeteci gibi gidene, dolaşana, orada oturana bir şey olmadı.
“TÜRKİYE’DE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ FAZLASIYLA VAR”
Korkmadınız yani başıma bir şey gelir diye?
Asla. Gezi Parkı’na girip çıkmakta bir sıkıntı yok. Şimdi ben şu anda bir holding kuruluşuna bağlı çalışıyorum ve holdingin medyadaki yöneticisiyim. Dolayısıyla benim yaptığım gazetecilik biçimini bu şekilde algılamak zorundasınız. Türkiye’de basın özgürlüğü var mı diye sorarsanız, bence Türkiye’de basın özgürlüğü var...
“SORUN BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNDE DEĞİL, MEDYA PATRONAJINDA”
Bunu yürekten inanarak mı söylüyorsunuz?
Elbette. Türkiye’de basın özgürlüğü sorunu yok. Eğer bir yerde sorun aranacaksa, bu medya patronajında veya medyanın sermaye yapısındadır. Sorun burada… Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden biri Sözcü ve iktidara en ağır eleştirileri yöneltiyor. Cumhuriyet gazetesi de yine öyle. İktidara en ağır eleştirileri yöneltiyor ve yığınla yazar orada kendilerine yer buluyor. Sözcü gazetesinde Emin Çölaşan‘ın ya da Uğur Dündar’ın ya da Necati Doğru’nun başına bir iş geliyor mu? Cumhuriyet’te yazan yazarların; Emre Kongar’ın Mümtaz Soysal’ın başına bir iş geliyor mu?
Onlar da olmasa medyada hiç farklı ses kalmaz ki, ayrıca onların başına neden bir şey gelsin. Zaten muhalif gazetelerde çalışıyor bu isimler. Çalıştıkları diğer yerlerden gönderilmedi mi hepsi de?
Oldukça rahat yazıyorlar. Konuşuyorlar. Türkiye’de basın özgürlüğü sorunu varsa, o zaman haber yapma, konuşma, ifade etme sorunu var demektir. Her gazetede konuşan, her TV’de konuşan, her çıkıp da hükümete sert eleştiri de bulunan içeri atılıyor demektir. Ben böyle bir şey görmüyorum. Medyada sadece sermaye, yani sermaye yapısı sorunu ve medya patronajı sorunu var.
“ATEŞE ODUN TAŞIYAN GAZETECİLER OLDU”
Ya Gezi sonrası işinden atılan gazeteciler?
Gezi Parkı’nda ağaçlar kesilmesin, yeşil kalsın, çevre katliamı olmasın gibi bir düşünceyle hareket edip de başına bir şey gelen bir insan olduğunu ben hatırlamıyorum. Ama şu var: Kendi bağlı olduğu yayın kuruluşu ya da gazetesi belli bir açıdan yayın yaparken, belli bir yayın politikasıyla yayın götürürken, o yayın politikasını bir kenara bırakıp eylemci gibi hareket etmek doğru değil. Bu mu gazetecilik, bunlar mı gazeteci? Hepsini twitter’da yazdım, TV’de de söyledim. Kurumu oraya göndermemiş. Ama o gazeteci değil, aktivist olarak işin içinde. Sen gazeteciysen, gazeteciliği bir torbaya koyarsın. Gidersin eyleme katılırsın, kimsenin bir itirazı yok. İhtiyaç listesi belirle, gaz maskesiyle dolaş. Ama kurum adına bunu yapamazsın. Gazeteciler birbirlerine “Devrim sabahı günaydın” diye tweetler atıyorlar. Bir tür halkı meydanlara, sokaklara dökmek. İşte bir tür ayaklanmaya, bir protestoya teşvik içinde olan ve bizzat bu ateşe odun taşıyan gazeteciler gördüm, tespit ettim, isim isim de yazdım…
Mesela kimler?
Ben hepsini söyledim, yazdım. Yeni bir polemiğe gerek yok.
Sabah Gazetesi’nden gönderilen Tûluhan Tekelioğlu, Şirin Sever, vs. mesela ne yaptılar da gönderildi?
Ne söylersen söyle isim vermeyeceğim. Çünkü hepsini anlattım yazılarımda.
“ONLAR GAZETECİYSE BEN DEĞİLİM”
Çok merak ettim, ateşe odun taşıyan bir isim söyleyin bana lütfen bileyim?
Bir gazeteci-yazarımız Londra’da bir kafede oturuyor. Sürekli Türkiye’deymiş gibi tweet atıyor. Ben sonra onun Londra’da olduğunu tespit ettim . Sonradan tweet attığına pişman oldu. İşte “Taksim Harbiye şöyle, bura böyle” diye. Londra’dan nasıl görüyorsa o meydanı.
“ASLA YANDAŞ DEĞİLİM”
Kim bu isim? Olayı söylediniz, artık ismi de verin...
Ece Temelkuran tabii ki... Bir bakıyorum time’larına, bütün olaylarla ilgili tweetleri takip ediyor. Beş dakikada bir retweet yapıyor, fotoğraflar paylaşıyor. İngilizce yazılar vs., şimdi Allah aşkına böyle bir gazetecilik tanımı var mı? Eğer varsa ben gazeteci değilim. Yani ben şimdi yurt dışında bir yerdeyim. Ülkemin birtakım yerlerinde olaylar çıkmış ve olayları körükleyici her şeyi retweet yapıyorum. Olan bitenleri oradaymış gibi yazıyorum. Ve tüm bunları Türkiye’ye uçakla 5 saat mesafeden yapıyorum. Bu nasıl iş? Onun için, ’Siz gazeteciyseniz ben gazeteci değilim’ dedim. Bana kızdılar, demediklerini bırakmadılar. Gazeteci değil, makamzade diyenler de oldu. Yandaş, sahibinin sesi diyenler de…
“KANALTÜRK VE BUGÜN TV YANDAŞ KANALLAR DEĞİL”
Yandaş mısınız peki? Kimdir Tarık Toros nereye yakındır, yanı yönü neresidir?
Yandaş falan değilim. Hiçbir zaman yandaş olmadım. Yandaş nedir, biliyor musunuz? Yandaş; bir siyasi parti, örgüt, iş dünyası ya da sermaye grubunun ya da mafyanın, herhangi bir legal-illegal örgütün organik bağ içerisinde olup onun amaçlarına hizmet etmektir. Yani ben x holdingin burada maaşlı gönüllü ya da ara ara prim alan elemanı olarak burada çalışıyorsam o holdingin yandaşıyım. Bir partide ha keza böyle, STK’larda da böyle. Yani organik bir bağın olacak, onun amaçları ve yararı doğrultusunda çalışacaksın. Peki siyasi açıdan yandaş kuruluşlar var mı? Siyasi açıdan da yandaş değilim. Evet, yandaş TV’ler var. Yanlış mı bu? Hayır, yanlış değil, olabilir. Kanaltürk ve Bugün TV hükümetin yandaş kanalları değiller. İki yayın kuruluşunun da hükümetle hiç bir işi yok. Bugüne kadar herhangi bir hükümet ihalesine girmedi, herhangi bir devlet bankasından kredi almadı. Herhangi bir devlet bankasıyla işi yok. Ankara’yla işimiz yok, ihale pazarlığımız yok. Hiçbir ihaleye girmedik.
Frekans ihalesi :) ?
2-3 ay evvel RTÜK dijital sıralama ihalesi oldu. Biz de Kanaltürk ve Bugün TV olarak girdik. Bugün TV ihalesinde ben vardım, Kanaltürk ihalesinde de başka yönetici arkadaşlarımız vardı. Patronumuz “Esasen rahatsızım ben biliyor musun” diye sordu. “Niye” dedim. “İlk defa devlet ihalesine giriyorum” dedi. Anlatabiliyor muyum? Girdi ve aldı ihaleyi, ama medya kuruluşları için girdi.
“PROGRAMLARIN OBJEKTİF OLMASI GEREKİYOR”
Ama Tarık Bey, ben sizin kanalınızda hiç bir muhalif isim göremiyorum. Hiç bir muhalif söylem duymadım. Şu var dikkatimi çeken, siz Tarık Toros olarak programlarınızda daha bir tarafsız duruyorsunuz?
Programlarda objektif olmayı tercih ediyorum. Program eğer bir görüşe bir açıdan bakıp tümüyle hep “Körler sağırlar birbirini ağırlar” halinde birbirini teyid eden insanlarla yürüyecekse, öyle 3-5 kişiyi çağırmayı program olarak görmem. Ben hiç öyle programlar yapmadım. Hem sol görüşlü, hem sağ görüşlü, hem dindar-islami görüşleri olan başı örtülü-başı açık çağdaş, ateist, değişik dinlere mensup cemaatçi ya da tarikatçı ya da ne sadece dinini yaşayan hemen hemen her şeyden insanlar geldi. Her defasında dengeyi tutmaya çalışmışımdır. Programların objektif olması gerekiyor...
“ADINIZ ÇIKMIŞ DOKUZA İNDİREMİYORSUNUZ SEKİZE”
Hükümete yakın bir yayın organı olarak anılıyor Kanaltürk ve Bugün TV... Ya da neden siz yandaş olarak anılıyorsunuz acaba? Bu yayın politikasından mı kaynaklanıyor ya da sizin göremediğiniz bir şey mi var?
Bu gruplaşmayı biz yapmadık.
Var ama böyle bir gruplaşma ya da medyayı bölen söylemler. Yandaş-candaş-orta yolcu?
Böyle bir gruplaşma maalesef oldu. Adınız çıkmış dokuza, indiremiyorsunuz sekize. Gezi Parkı’yla ilgili bir şey söyleyeyim. Gezi Parkı’nda bütün medya ötekileştirildi ve bütün medya yandaşlaştırıldı. Bilinçli yapıldı tüm bunlar. Çünkü orada çok başka olaylar döndü. Medyada oradaki görüntülere hazırlıksız yakalandı.
“VİCDANIM ÇOK RAHAT, GAZETECİLİK ADINA DOĞRU İŞLER YAPTIM”
Peki sizin vicdanınız rahat mı Gezi konusunda? Yeterince “Yayınımı iyi, güzel, adil, tarafsız yaptım ve bu konuda bana kimse laf söyleyemez” diyebiliyor musunuz?
Yüzde 100 rahat. Bütün argümanlarımı gözünüzün içine bakarak söylüyorum. Niye biliyor musunuz; bizim yaptığımız her şey sicilimize yazılıyor. Medya arşivimizde yer ediyor. Hiç kimse kusura bakmasın. Bana 20 sene sonra oğlum " Baba sen nerde durdun” diye sorduğunda, “Burada durdum oğlum. Görüyorsun durduğum yer haklı bir yer. Biz o gün zorbalığa, vandallığa, gazetecilik ve siyaset kisvesi altında milleti sokağı dökmeye çalışan, birbirlerine kırdırmaya çalışan insanlara karşı mücadele ettik” diyeceğim. Ben CHP’li bir milletvekilinin millet birbirine girmişken ayak ayak üstüne atıp gaz ve su yiyen insanlara böyle keyifle bakıp güldüğünü, çok mutlu olduğunu biliyorum. Bana bunu söyleyen arkadaşım, Gezi Parkı’na gidip gelen, orada vakit geçiren ve eylemcilerin bir bölümüne destek veren arkadaşım “Hayretler içerinde kaldım” dedi. Bu manzaradan mutlu olan bir vekil. Şunu söylemeye çalışıyorum: Bizler hiçbir şeyi aldığımız tavıra bulunduğumuz yere göre yapmıyoruz. Keşke şu apoletlerim olmasaydı da sade vatandaş olarak aynı şeyleri yazıyor olsaydım. Bazen düşünmüyor da değilim. Keşke gazetecilik kartvizitimde yazanlar olmasaydı, ben aynı şeyleri yazardım.
O zaman ben apoletlerinizi alarak soracağım soruyu, hem de vatandaş vicdanınıza yürekten soracağım. Medyanın Allah aşkına o gün hali neydi öyle. İçler acısı değil miydi? Türkiye neden Halk TV’ye mecbur edildi? Halkın olayları diğer mecralarda görme hakkı yok muydu? Tarafsız bir gazeteci olarak soruyorum.
Gezide planlı bir şekilde bütün medya ötekileştirildi. Hem de bütün medya.
“MEDYAYI PROFESYONELLER YAPAR, SOSYAL MEDYA DİYE BİR ŞEY YOK”
Olaylar ekranlarda hiç gösterilmedikleri için olabilir mi?
Vermedikleri için başladı. Fakat Gezi’nin mecrası twitter olarak tescil edilmek istendi. Sosyal medya diye bir şey olduğuna da inanmıyorum. Medyayı profesyoneller yapar. Medyada bilgi alınır, teyid edilir, delillendirilir, belgelendirilir. Argümanları konulur, ondan sonra basılır. Diyelim ki Baroni attığı golde ’t’ işareti yapıyorsa, o işaret Taksim manasına mı geliyor, yoksa arkadaşı Timao’ya “geçmiş olsun” mesajı mı oluyor? Siz twitter’a girerseniz, o Taksim olarak dönüyor. Ama ertesi gün medyaya baktığınızda baş harfi ’t’ olan arkadaşına mesajı olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü profesyonel medya araştırıyor o işi.
GEZİ’Yİ TV KANALLARI VEREMEDİ ÇÜNKÜ “OTOSANSÜR" AĞIR BASTI!
Gezi’de olanları vermek gerekmiyor muydu ama her şeye rağmen?
Gerekiyordu, ama verilemedi.
Neden ama?
Cevabı şu; 31 Mayıs’ta olaylar patladığında medya ne yazık ki gelişmeleri vermedi, veremedi. Çünkü orada maalesef kendince denge kurmaya çalışıldı. Birbirlerine baktılar, olayları veren var mı diye. Belki bundan Ankara’nın rahatsız olacağını düşündüler. Otosansür devreye girdi. Şunu net olarak söylüyorum: 31 Mayıs gecesi siyasi tartışma programında 2 saat bu olayları konuştuk. Sonra saat başı haberlerinde Taksim’i, Gümüşsuyu’nu, Dolmabahçe’yi verdik. Yayını yıkmadık ve yayını yıkacak kimse de olmadı. Yayın yıkılmalı mıydı, evet yıkılmalıydı. Haber kanalları en azından yapmalıydı bunu. NTV’yi bilmiyorum, ama sanırım CNN Türk 23.00’den sonra vermeye başladı. Biz haberleri verdik, tartıştık ama yayını yıkmadık. Saatlerce konuştuk. Herhangi bir telefon gelmedi. Uyarı almadım hiç kimseden. Ve insiyatif aldım, belki de riksti yaptığım. Saat başı bültenlerinde verdim. Sonra ertesi gün sabah saat 10’dan itibaren bütün olayları Bugün TV haber kanalımızda vermeye başladık. Ana haber bültenlerimizde Kanaltürk’e dönmeye başladık 1,2,3, Haziran ful verdik. Hatta Ankara’da belli yerlerde bunun konuşulduğunu biliyorum. Olayları izlemek istiyorsanız Bugün TV, Ulusal Kanal ve Halk TV’den izleyin diye tweet’ler dönmeye başladı. 1 Haziran akşamından itibaren medya vermeye başladı olayları. Ancak ipin ucu kaçmıştı.
“PENGUEN BELGESELİNİ YAYINLAYAN CNN TÜRK, GÜNAH KEÇİSİ İLAN EDİLEN NTV İLE HABERTÜRK’TÜ”
Peki Gezi olaylarında medyayı kimler nasıl ve neden ötekileştirdi? Az önce böyle bir şey demiştiniz?
Gezi ruhu üzerinden bir toplumsal hareket organize etmeye çalışan insanlar, bir anda medyayı dışladılar. Üç maymunu oynuyorlar; görmüyorlar, duymuyorlar, konuşmuyorlar noktasına getirdi. Çünkü hedefleri medyayı da infaz edip alanı sosyal mecraya bırakmaktı. Yani twitter ve oradaki kirli bilgiye.
“24 SAATLİK BİR BOCALAMADAN DOLAYI MEDYAYI İNFAZ ETTİLER”
Medyanın da görmeme, duymama olayı olmadı değil ama Tarık Bey. Orada hiç mi hata yoktu?
Hata yok muydu, vardı. Çünkü siz olayları vermezseniz, meydan twitter’a kalır. Oradaki dezenformasyona kalır. CHP’nin kanalına kalır. Medya 1 Haziran’dan itibaren olayları vermeye başladı. Sadece 24 saatlik bir bocalamadan dolayı medyayı infaz ettiler. Dediler ki “Medya boş sokakları gösteriyor, olayları vermiyor, Başbakan’ın konuşmasını veriyor” Ortada hep bir itibarsızlaştırma vardı. Ama orada da bir bölünme vardı. Mesela NTV vermediyse CNN Türk de Habertürk de vermedi. NTV ile Habertürk günah keçisi ilan edildi. NTV ve Habertürk’ün önüne 1000 kişi gitti, eylem yaptı ama CNN’in önüne kimse gitmedi. Niye gitmediler, demiyorum; ama penguen belgeselini yayınlayan kanal CNN Türk’tü. NTV’nin bütün şirketlerine boykot uygulandı. Öbür kanalların patronlarına boykot uygulanmadı. Orada da böldüler. Sadece NTV için değil benzer şeyler Doğuş Grubu’nun şirketleri için de geçerli. Yani tam bir cadı kazanı gibi. Bunlara gerek yok, karşı olduğumuz şeyler bunlar. Çok açık söyleyeyim; hep faşist diyorlar ya ben faşizmin soğuk nefesini bu Gezi Parkı olaylarından sonra dişlerini çıkaran insanlarda gördüm. Twitter da oranın kurtarılmış bölgesi oldu, platform haline döndü.
“ALABORA’NIN OLAYLARI TERTİP EDEN GRUBUN İÇİNDE OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM”
Mesela Yeni Şafak gazetesi Mehmet Ali Alabora’yı hedef gösterdi, bu doğru muydu?
Mehmet Ali Alabora’nın aktivist olarak bu işi önde götüren insanlardan biri olduğunu düşünüyorum. Ama bir örgüt bağlantısı var mı, onu bilmem. Sanatçı kimliğiyle, çevre gönüllüsü kişiliğiyle oraya gelmiş bir kişi değil. Orası bağımsız bir halk hareketi değil. Olayları tertip eden ekibin içinde olduğunu düşünüyorum. Gezi Parkı olaylarını tertip eden kişilerin içindedir bence. Yeni Şafak gazetesinin yaptığı doğru mu onu bilemiyorum çünkü o tiyatro oyunu konusunda çok fazla bir bilgiye sahip değilim.
GEZİ’NİN PARK OLARAK KALMASINI SAVUNUYORUM
Peki o meydanı dolduran onbinlerin hiç mi haklılık payı yoktu? Boşuna mı doldurdular meydanları, hepsi mi örgüttü, hepsi mi provokatördü ?
Asla hepsi için bu ifadeleri kullanmam. Yığınla insan vardı. Çocuk da, hamile de. Haklılık payları da kesinlikle vardı. Bugün bir referandum olsa Gezi Parkı’nın park olması için oy verirdim. Orada zannederim 60 civarında ağaç vardı şimdi 100’ün üzerinde ağaç vardır. Oranın park olarak kalmasını savunuyorum. Gezi’deki ağaçlar asla kesilmesin. Oradaki eylemlerin yüzde 100 yanındayım. Ama sadece doğa için olan kısmındayım ben.
Siz daha önce Gezi Parkı’na gittiniz mi. Biliyor muydunuz orayı? Bazılarının orada bir kez olsun çay içmişliği bile yok.
Orası çay içilecek bir yer değildi Alev Hanım. Gittim tabii. Kaç defa geçtim içinden, orası bir geçiş parkıydı. Akşam 8’den sonra oradan bırakın kadınları, erkekler bile geçemezdi. Tinerci yuvası olmuştu. Gece geçmedim, gündüz geçtim. Orası bakımsız bir parktı, çimlendirilmiş bahçıvan marifetiyle düzeltilmiş bir yer değildi. Bakımsızdı. Küçük cılız ağaçlar vardı. Öyle gençlerin, ailelerin gittiği bir yer değildi.
“BASIN ÖZGÜR BU ÜLKEDE, HÜKÜMET DEĞİL, MEDYA PATRONLARI SORGULANMALI”
Meydaya büyük bir güvensizlik var sanki, size göre bizim medyamızdaki en büyük sorun nedir?
Türkiye’de bir basın özgürlüğü problemi olduğunu düşünmüyorum. Ama sadece medyanın sermaye yapısının patronajıyla alakalı bir problem olduğunu düşünüyorum. Biri işten atıldığı zaman deniliyor ki “Hükümet attırdı”. Peki o işten atan patrona niye bir şey söylenmiyor? İnsanlar işten atıldığında o çalıştığı medya grubuyla ilgili bir sorgulamaya girmeden direkt bunun faturasını Ankara’daki siyasi iradeye kesiyor.
“MEDYA PATRONAJI ÇALIŞANININ ARKASINDA DURMALI”
Ankara istediği için olabilir mi?
Ankara isteyebilir. Ben yaklaşık 20 yıldır bu camiada çalışıyorum. Asker telkiniyle işten atılmış bir insanım. İş dünyasından, holdinglerden işadamlarının, sivil toplum örgütlerinin telkinleriyle işten atılmış, işe alınmış insanlar biliyorum. Bir muhalefet partisi genel başkan yardımcısı, kendisine Ankara’da ters bir soru sordu diye bir muhabiri işinden attırdı. Mesele, insanlar isterler. Sizin aleyhinizde bir sitede haber çıkar o siteyi kapattırırsınız, kapattırmak istersiniz. Halbuki doğrusu nedir? O haber doğru ise cevap hakkınızı kullanırsınız. Yanlışsa tekzip hakkınızı kullanırsınız. Tekzibiniz girmezse dava açarsınız. O haberi siteden kaldırtmaya çalışırsınız. Ama bugün o medya patronları, gazeteciler kendileri aleyhinde yapılan haberlerden dolayı internet sitelerinin dibine kibrit suyu dökmeye kalktılar. Yığınla örnekleri var. Her türlü telkin olur. Bakan, siyasetçi, asker, işadamı, sanatçı ister. Önemli olan kimin telkinde bulunduğu değil. Önemli olan medya patronajlarının bu işin arkasında durup durmamaları.
PATRONUMUZ ASLA İŞİMİZE MÜDAHALE ETMEZ
Sizin patronunuz dik durabiliyor mu? Hiç “Şunu şöyle yapın” şeklinde bir telkin aldınız mı?
Hayır. Haberlerle ilgili olarak birkaç ayda bir konuşuruz, görüşünü beyan eder. 5 senedir burada görev yapıyorum. Bugüne kadar ne yayın politikasıyla alakalı ne de farklı bir konuda en ufak bir uyuşmazlığımız olmadı. Bazen birkaç ay görüşmediğimiz, konuşmadığımız olur. Bu bize güvendiği anlamına geliyor. Patronuma çalışma kolaylığı açısından çok şey borçluyum. Bizim medya grubumuzda çalışan ya da yorum yapan meslektaşlarıma telkinler, istekler gelmiş olabilir, ama bunlar uygulanmadı.
“CEMAATÇİ DEĞİLİM, BUGÜNE KADAR KENDİMİ HİÇBİR YERE AİT HİSSETMEDİM”
Kanaltürk ve Bugün TV için cemaate yakın deniliyor. Yandaş değilim demiştiniz. Bu arada sizin için de “cemaatçi gazetecilerden” deniyor. Aslı var mı?
(Gülüyor) Hayır cemaatçi değilim. Bugüne kadar kendimi hiçbir yere ait hissetmedim. Kendini tanımla derseniz nasıl tanımlarım; özgürlükçü bir insanım. Demokrat bir insanım. Demokrasi yüzde yüz ideal bir yönetim biçimi midir? Zannetmiyorum. Fakat şu anda yönetim biçimleri içerisinde de elimizde bu var. Bunu da iyi bir şekilde uygulamak zorundayız. Serbest piyasayı kabul ediyorum ve ona göre bir yaşam sürüyoruz. Peki, serbest piyasa doğru bir ekonomi modeli mi hayır? Değil ama şu anda ortadaki bu ve bununla yürümek zorundayız. Bu bizim genlerimizde var. Haber toplantılarında konuşuyoruz. Bir Yüksek Askeri Şura toplantısında “Susuz yaş” diye bir şey, ya da çalıştığınız bir yerde mescit olması birilerinin orada namaz kılması aa diye karşılanıyor. Şunu söylemeye çalışıyorum. Bu bir laik genetik altyapı anlatabiliyor muyum. Halbuki islamiyetin 5 şartından biri de namaz.Benim bugüne kadar çalıştığım medya kuruluşlarının hiçbirinde namaz kılan insanlar için mescit yoktu. Ama şunu da söyleyeyim; cemaate gönül vermiş gazeteciler, siyasetçiler var. Bizim medya grubu cemaatle neden ilişkilendiriliyor? Bir şeye yüklenmiyor, bir şeyin aleyhinde haber yapmıyorsanız siz “Ondansınız” oluyor. Şimdi siz yarımşar saat arayla 2 soru sordunuz. Peki ben hem yandaş hem cemaatçi olabilir miyim?
Olamaz mısınız? :)
Cevabı sizde işte.
Olunabilir de olunmayabilir de. Biraz politik oldum ama :) Soruları sormaya alışkın olunca...
Hükümete çakmazsanız, ya da cemaati eleştirmeyen haberler yapmazsanız “Onlardan” deniliyor size. Bugünkü ortamda hem hükümet yandaşı hem cemaatçi olabilir miyim, işte bizim medya grubumuz belki cemaate ve hükümete çakmadığı, geçirmediği, sert eleştiriler yöneltmediği için yaftalanıyor. Biz muhalefetin haberlerine de ağırlık veriyoruz. Yanlışlık olursa onu da görüyoruz.
Ama sanki iktidarı daha bir çok seviyorsunuz?
Dediğim gibi, çakmadığınız, sert çıkmadığınız için sevenler kulübündesiniz. Şimdi ben size bir soru sorayım. Başbakan kürsüye çıktığında konuşurken onu yayınlayan ve o konuşmayı konuştuğu sürece veren 16 tane kanal var. Siz bunların hepsini aynı kategoriye koyabilir misiniz?
Koyamayız elbet. Ayrıca bana kalırsa ülkenin Başbakan’ı konuşuyorsa verilmeli. Ama muhalefet de yok sayılmamalı değil mi?
İşte adınız çıkmış dokuza inmez sekize. Ben televizyonda Gezi Parkı olayları ile ilgili olarak defalarca “Biz bu yayınları verdik. Vermezsek ortalık twittera kalıyor, ve orda da yığınla doğruluğu teyid edilmemiş olaylar oluyor.” Dedim. “Hadi canım siz hiç vermediniz ki” deniliyor. “18 saattir kesintisiz yayındayız” diyorum. “Hadi canım” deniliyor. Yani kabuller var ve o kabulleri aşamıyoruz.
Size zor bir soru: AK Parti iktidarının medya üzerinde bir baskısını görebiliyor musunuz ? Ya da görmezden gelebilir misiniz?
Her iktidar medyayı kontrol etmek ister. Doğal olarak AK Parti iktidarı da gazetelerde televizyonlarda kendisini güçlendirecek haberleri görmek ister. Kim eleştiriyi sever ki? Medya ile ilişkilerini götüren departmanı da bu konuda bir özen gösterir. Ben size bir örnek vereyim. Yeni Asya Gazetesi öteden beri Nur Cemaati’nin gazetesidir ve Demirel’e destek verir. Demirel’in siyasetinin aktif olduğu dönemlerde sürekli baş sayfada yer veriyorlar, Demirel’e. Birgün Yeni Asya’nın sorumlularından biri Demirel’le görüşmeye gidiyor ve diyor ki; “Hergün sayfanın dörtte biri kadar size yer ayırıyoruz. Memnun musunuz?” O da “Hayır tamamını ayıracaksın” diyor. Yani o ayrılan yeri de beğenmiyor. Anlayacağınız siyasetçiler ister. Doyuramazsınız. “Geniş görülsün, hep biz olalım” derler. Mesela ben haber yaparım. Bazı bakanlar arar. Televizyona 10 dk. çıkarmak istersin 20 dk. konuşmak isterler. Bizim medya grubumuzda zaman zaman iyi görülmediği, yeterince süre verilmediğine dair şikayetler alıyoruz. Ama dedim ya hiçbir zaman şu şu kadar girecek diye oturup da gazeteyi televizyonu çizen bir parti üyesi ile muhatap olmadım.
“CAN DÜNDAR NEDEN KOVULDU SORUSUNU DEMİRÖREN’E SORUN”
En son Can Dündar kovuldu mesela. Yandaş-candaş hiç farketmez. Bütün meslektaşlarımızın bu durumuna üzülüyorum sürekli bir kıyım var. Ne oluyor Allah aşkına, bu gazeteciler bu muameleden ne zaman kurtulacak?
Patronuna sordunuz mu bunu. Bence bu sorunun bir numaralı yanıtı da çözümü de patronunda. İşlerine son verilen gazetecileri çalıştıkları yerden bağımsız düşünemeyiz. Niçin Emin Çölaşan’ın, Uğur Dündar’ın başına bir iş gelmiyor?
Neden gelsin? Başlarına gelen gelmiş zaten. Biri Star’dan olmuş, diğeri Hürriyet’ten. Sözcü’de yer bulmuşlar ve patronları sadece gazeteci olduğu içinde rahat yazıyorlar. Ben yazdıkları doğrudur ya da yanlıştır diye söylemiyorum bunu. Ama işin doğrusu bu.
Bak ne güzel söylüyorsun patronları gazeteci diye. Bu en büyük sorunlardan biri ancak Türkiye’nin genel medya yapısında sorun var. Gazeteler 50,60,70,80 kuruşa satılıyor. Bir gazetenin maliyeti bundan daha fazla. İkincisi bir gazete promosyon olmadan satamaz, ilan almadan da hayatını sürdüremez. Hatta bazı gazetelerde tiraj artmasın istenir, çünkü tiraj arttıkça zarar da artacak. Maliyeti çok yüksek, şunu söylemeye çalışıyorum: Türkiye’de gazeteci patron olmayışı belki en büyük sorunların başında geliyor ama medyadaki dağılım sadece medya gelirleriyle yürüyecek bir sistem değil ki topyekün bir sorun bu. Çünkü vatandaşımız gazete okumuyor, televizyondaki haberleri izliyor. Bedava film, konser seyrediyor. Para vermiyor. Medyada genel bir sorun var. Yığınla TV ve gazete açılıyor. Maaşları veremiyor, kendini çeviremiyor ve sonra kapanıyor. Yani medya para kazanmıyor.
CAN DÜNDAR’IN MESLEĞE BAKIŞINI ELEŞTİRİYORUM
Farkında mısınız muhalif ses kalmadı neredeyse. Hasan Cemal, Ahmet Altan, işte son örneği Can Dündar hiçkimse kalmadı.
Ben Can Dündar’ı bir gazeteci olarak mesleğe bakış açısından eleştiriyorum. Dündar Mısır’da darbe olduğunda hemen birkaç gün içinde bu ülkeye gitti. Kahire’de Tahrir Meydanı’nda darbeyi alkışlayan gruplarla gülerek neşeli bir fotoğraf çektirdi ve birkaç günde bu Milliyet’de haber olarak girdi. Sonra da hatta şunu yazdı ’Gezi direnişinden Tahrir’e, Mısır darbesine’ diye bir başlık attı. Ben bunu şiddetle eleştiriyorum. Darbeyi havai fişekler, şenlik şamata şeklinde karşılamak, yüzlerce insan öldürülürken, bir sabah namazında elliden fazla insan katledilirken siz buna bu şekilde alkış tutuyorsanız ben Can Dündar’ın gazeteciliğini biraz ayrıştırırım. Can Dündar’ı şurda da eleştirdim. Divan Oteli’ne sığınan gruplar içerisindeydi ve “Burada katliam oluyor” diye bir televizyon kanalına bağlantı yaptı. Orada katliam olsaydı Divan Oteli’nden sedyelerle cesetlerin çıkması gerekirdi. Bu da sorumlu bir gazetecilik değildi. Onbeş günde Taksim’de oteller boşalmış. Otellerin müdürleri zarar ettikleri için çalışanlarını çıkartmaya başlamışlar. Full çeken restaurantlarda 3-5 masa ya var ya yok. Esnaf gaz yemekten kan ağlıyor. Başbakan platformlarla görüşmüş “Boşaltın” çağrısı yapılmış. Cumartesi günü Taksim Platformu “Sonuna kadar buradayız” demiş. Başbakan öğleden sonra yaptığı açıklamada “Yarına kadar süre veriyorum” demiş. Peki siz hamile olsanız ya da ufak çocuğunuz olsa o gün Gezi Parkı’na gider misiniz ya da Divan Otel’e gider misiniz? Müdahale geliyor o çoluk çocuğun orada ne işi var?
Gitmezdim. Bebeğimin sağlığını düşünürdüm. Annelik her şeyden ağır basar.
Ama işte gittiler.
Şu ana kadar söylediklerinizden anladığım kadarıyla iktidarın medya üzerinde çok da büyük bir baskısının olmadığını düşünüyorsunuz galiba.
Böyle bir şey söylemedim. Neticede Türkiye’deki medya yapısı genel konvansiyonel, patronların Ankara ile işleri var. İhale alıyorlar, arazi tahsisleri söz konusu ya da devletin bir takım projelerinde havalimanı ihalesi, köprü ihalesi gibi projelere talip oluyorlar. Dolayısıyla Ankara’daki siyasi iradeyle de ilişkilerini bozmak istemiyorlar. Doğru bir zeminde ilişkileri götürmek istiyorlar, bunu isteyince de medyalarındaki muhalif sesleri yavaş yavaş ayıklıyorlar ve barındırmıyorlar. Sorun bu.
“BAŞBAKANLIK GAZETELERE AYNI MANŞETİ ATTIRACAK KADAR BASİRETSİZ DEĞİL”
Aynı gün yedi 7 ayrı gazetenin tek manşetle çıkması tesadüf mü peki?
O gazetenin yayın yönetmenleri Başbakan’ın kahvaltılı toplantısındaydılar. Gezi olayları gündemdeydi. Zannediyorum Tunus’daki bir kahvaltıda Başbakan bir demeç verdi. Yayın yönetmenleri ve yazarlar vardı. Bizim Bugün Gazetesi’nin yazarı Ahmet Taşgetiren de oradaydı. Giden bu gazeteciler Başbakan’ın, Cumhurbaşkanı’nın toplantılarında not tutarlar ve sonra o notlar birleştirilir. Herkes onu birbiriyle paylaşır ve gazetesine geçer. Gazetelerin yazı işleri de onu başlıklandırır. Oradaki başlık telkininin hükümetten geldiğini düşünmüyorum. Ve ayrıca o gün Başbakan’ın söylediği söz çarpıcı bir başlıktı. Aynı başlığı kullanmaları da çok da sorunlu değil. Bunlar hep öteden beri vardır. Yani orda takip eden yedi yazarın attığı haber ortak bir haberdi. Gazetelerdeki yazı işleri de ordaki en çarpıcı cümle olarak onu koyup başa çektiler. Başbakan’ın basın müşaviri, başbakanlık, bütün gazetelere ortak başlık attıracak kadar basiretsiz değil bunu yapmazlar. Bunun kendilerine yanlış döneceğini düşünürler. Bazen oluyor dört beş gazete aynı başlıkla çıkıyor. Yani bu normaldir. Başbakan’ın gezisinden gelen bir metnin de aynı başlıkta çıkmasını o çerçevede değerlendiriyorum.
“ASKER TELKİNİYLE İŞİMDEN OLDUM, YAŞAMADIĞIM ZORLUK KALMADI”
Hani deniliyor ya gazeteciler hükümet talimatıyla işinden oluyor. Ya da patronlar dik duramıyor. Netice olarak birçok isim gitti. Siz de böyle bir talimatla işinizden oldunuz geçmişte ve sizi inanılmaz etkiledi. Neredeyse mesleğinizden oluyordunuz. Asker talimatıydı değil mi? Ankara’da o gün yaşadıklarınızı belkide birçok kişi bilmiyor. Biraz anlatır mısınız, sizi tekrar üzmeyecekse?
O benim kişisel hicretime yol açtı, 28 şubat sürecinin buram buram yaşandığı yıllardı. Ben TGRT’de muhabirdim, o gün Pazar günüydü ve savunma muhabiri izin yaptığı için beni gönderdiler. Ankara’da sancak devir teslim törenini takip etmek için gönderildim. Kameraman arkadaşımla beraber basına ayrılan tribünde oturuyorum. Yanımda Nermin Yurteri var hiç unutmam. O da NTV’yi temsilen gelmişti. Elime Akşam Gazetesi geçmiş okuyorum. Sıcak bir hava, son derece sembolik rutin bir tören sabahın saat 10’u. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit, kuvvet komutanları ve bütün devlet zirvesi orada. Bizde basın tribünündeyiz. Bende “Bitse de gitsek” diyorum yarım saat sürecek. Sancak tören alanına getirilecek sonra bir sancak andı okunacak. Cumhurbaşkanı öpecek sancağı, teslim alacak sonra herkes dağılacak. Televizyonlarda en fazla 30 saniye girecek bir haber. Sonra kulağıma bir ses geldi. Sancak tören alanına getiriliyor diye meğer ayağa kalkmak gerekiyormuş. O sırada sancak muhafaza halinde asker ekibiyle getiriliyor. Bizim basın tribünü ayağa kalktı ben hala gazete okuyorum ama gazete okurken bir kulağım da tribün alanında. İstiklal Marşı diye bir anons geldi, gazeteyi kapattım kalktım. İstiklal Marşı okundu. Bitti oturdum. Sonradan yarbay olduğunu öğrendiğim biri geldi yanıma “Bir dakika dışarı gelir misin?” dedi. Beni basın tribününde herkesin ortasında aldı. Bir de 28 şubat dönemi. Askerin son derece belirleyici olduğu, medyada atamalar yaptığı, haberler soktuğu, hükümetler kurup devirdiği, siyasetin kaderine yön verdiği, mahkemeye, yürütmeye yargıya her şeye yön verdiği bir dönem. Dedim ki “Efendim ne yaptım ne oldu”. “Alın bunu” dedi. “Nizamiye’ye götürün, üst taramasını yapın, Kimlik bilgilerini alın.” Dedim ki “Efendim bir kusurum mu oldu özür dilerim.” Döndü sert bir şekilde; “Hiçbir Türk vatandaşı sancak tören alanına getirilirken oturup gazete okumaz.” Özür diledim ama olmadı. Dinletemedim kendimi. Bir jeepe bindirdiler iki yanımda asker silahlı, Nizamiye’ye kadar götürdüler. Nizamiye’de basın kartını verdim. Bilgileri aldılar. Burada bekleyebilir miyim araç gelip alacak. “Hayır dediler alan dışına, E-5’e kadar çıkacaksın” dediler. Aradım haber müdürünü, istihbarat şefini. Böyle bir durum oldu dedim. Beni alandan çıkarttılar. Neyse ben Anap muhabiriydim. O günü biz anlı şanlı yaptık tabi. 30 saniyelik haber oldu 2 dk. canlı bağlantılar falan köpürterek verdik haberi ama iş işten geçmiş hakkımızdaki hüküm kesilmiş. Ertesi gün Anap Genel Merkezi’ndeyim Mesut Yılmaz’ı takip ediyorum. Öğlene doğru telefonum çaldı. “Ofise gelsene” dediler. Gittim. Bir şey olduğunun farkındayım. Ankara temsilcimiz, “Tarık bir savunma yazsan iyi olur” dedi. Ben savunmamı yazıyorum, 17. maddeden çıkışımız verilmiş. Sonra savunma muhabirimizi gördüm. Dedi ki “Tarık Genelkurmay özel kalemden aranmış genel müdürlük. Ve senin çıkışın istenmiş geçmiş olsun kardeşim” dedi. Sonra işte muhasebeye gittik çıkışımızı aldık döndük eve. Böylelikle sonra 18 ay süren bir mücadelem başladı.
“MÜTHİŞ BİR KÖTÜ ŞÖHRETİM OLDU, BİR TÜRLÜ KURTULAMADIM”
Neler yaşadınız, nasıl bir mücadele verdiniz?
18 ay boyunca 2000 yılının sonuna kadar Ankara’da mücadele ettim. “Ben yanlış bir şey yapmadım. Bilmiyorum. Ben asker düşmanı değilim. Saygısız bir adam değilim.” deyip durdum. Bir anda kötü bir şöhretiniz oluyor, kurtulamıyorsunuz. Askere gittim geldim ama hala bitmedi. Genelkurmay’a yazılar yazıyorum, paşa tanıdığı olanları devreye sokuyorum. gazetecilere, Köşk’e, siyasi partilere, bakanlara fakslar çekiyorum. Ama nafile !
“İNTİHARI BİLE DÜŞÜNDÜM, AFOROZ EDİLDİM RESMEN”
Meslekten hiç vazgeçmeyi düşünmüyor musunuz o an ?
Hayır hayır hiç düşünmüyorum. Hatta o aralar ordu komutanı olan bir paşaya ulaştım bir tanıdık vasıtasıyla. Demiş ki “Bundan sonra bu işi düşünmesin, başka bir iş yapsın” İntiharı bile düşündüğünüz oluyor. O darece yani, aforoz edildiğinizi düşünüyorsunuz. Müthiş bir kötü şöhret. Yığınla muhabir aranıyor o zaman Ankara bürolarında. Müracaat ediyorum. Nezaketen görüşüyorlar. İyi de bir muhabirim yani rahatlıkla başbakanlık muhabirliği, parlamento muhabirliği yaparım. Ama işte yüzüne gülüyorlar. Gönderiyorlar sonra bakıyorsunuz sizden çok daha vasıfsız bir adam işe başlıyor. Üzülüyorsunuz bugünkü aklım olsa o kadar mücadele etmezdim. Neyse Süleyman Demirel köşkten inmişti işte. Güniz sokakta Salı günleri halk kabul günleri vardı. Randevu aldık, ona da gittik. Herkes derdini anlatıyor, elini öpüyor. Sıra bana geldi eline eğildim öptüm mü öpmedim mi hatırlamıyorum. Belki de ilk defa bir siyasetçinin elini öptüm. Dedim ki “Sayın Cumhurbaşkanı’m geçen sene sizinde sahipliğinizde gerçekleşen sancak devir teslim töreninde böyle böyle bir durum oldu. “Haa o meşhur hadise” dedi. Bazen şöhret olmak çok tercih edilen bir şey olmuyor. “Efendim o günden beri son derece mağdurum. İşimi kaybettiğim gibi hiçbir medya ofisinde çalışamıyorum. Mesleğimi yapamıyorum. Ne olur bana destek olun, ben kötü niyetli bir insan ve provakatör değilim” dedim. Dinledi ve sonra. “Başının çaresine bakacaksın” dedi kendi şivesiyle. Peki dedik çıktık. Başımızın çaresine bakmaya devam ve sonra orada bir çözüm olmayacağını gördüm. Ankara hayatının bittiğini anladım ve 18 ay sonra bavulumu toplayıp İstanbul’a geldim. Arkadaşımın yanına yerleştim 2000 yılı Aralık ayıydı, burada bir internet sitesine müracaat ettim aldılar. 1 yıl kadar editörlük yaptım ama kimseye nerede çalıştığımı söylemedim. Çünkü kötü şöhretimiz arkamızdan gelir de çalıştığımız patronumuz arkamızdan bir şeyler düşünür diye korktum. Sonra 2001 sonunda Habertürk com’da gece editörü olarak başladım. Sağolsun orda da Can Ataklı bana refere olmuştur. Sonra bütün çevreme, aileme Habertürk’de gece editörü olarak işe başladığımı söyledim. “Aman gözünüzü seveyim kimseye söylemeyin” dedim. Birkaç ay geçsin patronlarım beni tanımış olurlar ondan sonra söyleriz diye düşündüm. Çünkü 28 şubat süreci devam ediyor, bitmedi ve hala korkuyorum. Bilmiyorum ki o zaman Ufuk Güldemir gibi bir patronum var. Boşuna bu eziyeti çekiyormuşum meğer ! Sonra 5-6 ay sonra yemek yemeye gittiğimiz bir yerde aynı size anlatır gibi orada da anlattım. Ufuk Güldemir öğrendi. “Bunu niye daha önce anlatmadın dediler. Güldüler, çok çekmişsin” dediler kucakladılar falan. Tabii biz o zaman çok genciz, tecrübesiziz. 27 yaşındayım.
“İYİ Kİ ASKER TELKİNİYLE KOVULMUŞUM”
Peki bu olaylardan sonra askere karşı var mı bir kin, hayatınızı karartmış o dönem farkında olmadığınız minicik bir olay?
Kesinlikle yok. Hatta Ergenekon’daki tutumumu buna bağlayanlar oldu. Asla kabul etmiyorum. Ne geriye doğru yaşanmışlıkların intikamını taşıyorum. Ne de şu anda çalıştığım yerin yayın politikası böyle. Ben bu bütün elbiselerimi çıkartayım, çantamı alıp evime gideyim, yine aynı şeyi yazar, aynı şeyi çizer, aynı şeyi oturur akşam dost meclislerinde konuşurum. Ağır bir travmaydı hayatımda, fakat benim için çok hayırlı oldu. Çok güzel bir tecrübe oldu. Hayatımda yeni kapılar açtı. Ankara’dan İstanbul’a göçtüm bu sayede. Belki hala Ankara da olacaktım. Hiç üzgün, hiç pişman değilim. İyi ki de başıma gelmiş. İyi ki kovulmuşum.
“UFUK GÜLDEMİR VE BİRAND GİTTİ, MEDYADA ARTIK BİR USTA ÖĞRETİCİ YOK”
Ufuk Güldemir’i hiç özlüyor musunuz?
Çok özlüyorum. Ufuk Güldemir, Mehmet Ali Birand’dan önceki son öğreticiydi. Her iki isimle de çalışmak muhabirliğimin ilk yıllarında hayalimdi, ikisini de başardım. Ufuk Güldemir ile 5 yıla yakın bir süre çalıştık. Çok usta bir öğreticidir. Ben Habertürk’den kendi isteğimle ayrıldım. “Ufuk Bey ben gidiyorum” dedim. “Niye” dedi “Ben burada daha fazla yararlı olacağımı düşünmüyorum zarar vermeye başlayacağım bir süre sonra. Benim burada miyadım doldu ama izin verirseniz sizin usta öğreticiliğiniz, sizden aldığım mesleki terbiye, edep, ahlak, bilgi, bunu hayat boyu göğsümde taşımak istiyorum” dedim. “Ne demek tabii ki” dedi. Kanal D’de 6 aylık tecrübem oldu, kanaldhabercom.tr sitesinin kuruluşunda Birand’la aynı haber merkezinde, aynı havayı soluyabilme şansını yakaladım. O da sağolsun ben ordan ayrılıp buraya gelirken beni hiç tanımıyordu ama “Senin gitmemen için ne yapmam lazım” diye sordu. “Bu sorunuz benim için tek başına yeterli” dedim. Buruk bir ayrılıktı. Birand’ın vefatı benim için gerçekten hicrandır. Son usta ögretici de gitti. Medyada artık bir usta öğretici yok. Belki kendi jenerasyonum için böyle düşünüyorum ama yeni jenerasyonunda çok şanslı olduğunu görmüyorum. Ufuk Güldemir ve Birand’dan sonra aynı kalibrede bir usta öğretici maalesef yok.
Tarık Bey, çok güzeldi. Anlattıklarınızı yaşarken sanki yaşadıklarınızı yaşamış gibi hissettim. Ne zor günlermiş. Neyse ki şimdi hak ettiğiniz yerdesiniz çok teşekkür ediyorum.