28 Mar 2011 11:33 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:10

TARİHİN ARKA ODASI'NDAN NEDEN AYRILDI? PELİN BATU RADİKAL'E AÇIKLADI

Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu'yla sunduğu 'Tarihin Arka Odası' programından olaylı şekilde ayrılan Pelin Batu, programdan ayrılma nedenini ve yeni projelerini anlattı.

İki yıla yakındır sunuculuğunu üstlendiğiniz devam ettiğiniz programdaki görevinizden ‘faşizm’ tartışmalarıyla ayrıldınız. Neler söyleyeceksiniz?
Seyredenler neyin ne olduğunu görmüştür, fazla konuşmaya gerek yok. Herkesin kendi dilinde eğitim alma hakkını savundum, ama karşımdakilerden böyle bir tepki alacağımı düşünmüyor ve hiç beklemiyordum. Sonrasında Murat Bardakçı’nın yaptığı “Yerine hoş bir hanım geliyor” açıklamasına da kayıtsızım. Benim için bir şey bitince biter.

Yerinize gelecek sunucunun en büyük özelliğinin ‘hoşluk’ mu olması gerekiyor?
Tarih programından bahsediyoruz, değil mi? Açıkçası bu aşamada kimin ne söylediği de beni pek ilgilendirmiyor.Hayatı planlı programlı yaşayan bir insanım. Pek çok şeyi aynı zamanda yaptığım için ‘Şunu şu zamanda yapacağım, bunu bu zamanda’ diye planlarım. Benim için ayrılmaya karar verdiğim anda bitti. Onun için ‘Birisi geliyormuş, Aysun Kayacı’mıymış, neymiş’ gibi iddiaların bir anlamı yok. Onlara şans dilerim, umarım programları güzel geçer.

Yine de apar topar ayrılmanız biraz fevri bir davranış değil mi?
Dışarıdan bakınca öyle görünebilir ama hakikaten her şeyin bir yeri ve zamanı var. Benim için bitmesinin zamanı gelmişti. Gerçekten de, bir senedir tezimi bitirmediğim için suçluluk duygusu yaşıyorum. Program haftada bir gün gibi görünebilir, ama kütüphaneye gidiyorum, araştırma yapıyorum. Uykusuzluğu, ertesi güne sarkmasıyla en az üç gün sürüyor. Başlangıçta programı aslında ‘Kısa Devre’nin devamı olarak düşünmüştüm. Cem Mumcu ve Harun Tekin’le kendi aramızda muhabbet ediyor gibiydik. Söyleşi programıydı, zaten arkadaşlarımız katılıyordu, muhabbet ediyorduk. Ancak bu program öyle değil; örneğin Kuran’ın hatmi, okunuş biçiminden bahsedebiliriyoruz. Tabii ki her konuda bilgim yok, çalışmam gerekiyor. Bir de Türkiye’de en son yaptığınız işle anılırsınız. İnsanlar bana neredeyse oyuncu değil, tarihçi gözüyle bakıyorlar artık. Ama benim asıl mesleğim oyunculuk.

Stüdyoya at getirme fikri nereden çıktı?
İtiraf edeyim, at benim projemdi. Dışarıdan biraz sirk gibi görünebilir ama ben geçen yaz boyunca ata binmiş, at meselesine kafayı takmıştım. Bununla ilgili araştırmalar yapmaya başladım ve atın Türk kültüründe önemli bir yeri olduğunu gördüm. Çünkü Türkler göçebe bir toplum; savaşlarında, yemeklerinde, yaşamlarında hep at karşımıza çıkıyor. Bu konuda program yapmak çok güzel olur diye fikir önermiştim. Ama sürekli ertelendi. Amerika’dan dönüşümde stüdyoyu ayarladık, atı getirdik. Benim için bir renkti; tarih hep çok didaktik, öğretici olarak algılanır. Bu programın belki bir işe yaradıysa iyi tarafı insanlara tarihin sıkıcı olmadığını, eğlenerek de bir şeylerin öğrenilebileceğini gösterdi. At olsun, ok olsun bir renkti. Biz toplum olarak çok okumaktan hoşlanmayız, özellikle de tarih okumaktan nefret ederiz. Ailem tarih okumaktan nefret ederdi, benim okuduğum üniversitede bile hâlâ durum böyle.

‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisi yüzünden kıyametler kopuyor. Sizce tarihe ne zaman objektif yaklaşabiliriz?
Kendimizle barışık olduğumuz zaman bu gerçekleşir ama bu nasıl olur tam bilemiyorum. Bakacak olursak bu ülke çok büyük bir devrim yaşamış. Devrimlerde radikal seçimler yapılmak zorundadır. Dilin değişmesinden tutun, Atatürk inkılaplarına radikal hareketler var. Yeni cumhuriyet doğarken Osmanlı’nın küllerinden doğdu. Ama o küller tamamen yanmamıştı. Bu insanlar aslında Osmanlıydı. Yıllar boyunca sırtınızı dönüp, son on yılda ‘şanlı tarihimiz’ diye ballandıra ballandıra anlatır, peygamberlerden bahsediyor gibi davranırsanız ortaya şizofrenik bir durum çıkar. Tarihe bakış açımızda ya kahramanlıkları ballandırarak anlatmak, ya da hoşumuza gitmeyen ve paspas altı yapmak, suçu birkaç kişinin üzerine atıp sanki olmamış gibi davranmak var. 1915 meselesi olsun, Dersim olayları olsun böyle. Hatta bunu bir yana koyun Madımak olayıyla bile yeni yeni yüzleşiyoruz. Tarih açısından tam eleştirisel bakış açısı kırılıyor derken, sansür kunsunda 20 sene öncesine gittiğimiz bir dönem yaşıyoruz. Onun için ben optimizm ve pesimizm arasında gelip gidiyorum.

Rembetiko grubuyla sahne aldınız. Bir röportajınızda “Benim tek sahnem duş” demiştiniz, bu durum değişiyor mu?.
(Gülüyor) Çıktı mı o, inanamıyorum. Evet gerçekten bağırarark şarkı söylerim. Müzik beş yaşımdan beri hayatımı renklendiren bir şey. 19 yaşına kadar piyanist olmayı düşündüm, sonra tiyatro sahnesi, oyunculuk çok ağır bastı. Hem terapi hem de eğlencelik olarak bir kenarda kaldı. Ama profesyonele dökmeyi hiç düşünmüyorum; 30 işi de birden yapamam. Arada sırada rembetikoyu da, grup üyelerini de çok sevdiğim için sahne alabilirim. (Cafe Aman ekibinden bahsederek) O kadar haz alarak müzik yapıyorlar ki, onlarla söylemek bir zevk. İşin arşivlerine bakıp, araştırıyorlar.

Albüm yapmayı düşünür müsünüz?
Olabilir, rembetiko konusunda mesela. Bir de diller bana çok cazip geliyor. Özellikle Yunanca, üniversitede okumuş, sonra pratik yapmadığım için unutmuştum. Bu benim için bazı şeyleri tazelemek açısından fırsat oldu.

Kaç dil biliyorsunuz?
Urduca, Fransızca, İngilizce. Yunancayı saymayalım utanç verici olur.

İçeri girdiğimde bir deftere notlar aldığınızı gördüm. Yeni kitap yolda mı?
Bu defterlerden belki 100 tane var. Üçüncü şiir kitabı bitti gibi. Şu an en zevkli aşamasına geldim. Ben genelde yazar, biriktirir, sonra demlenmesini beklerim. Son yazdığım bana çok güzel gibi gelir ama aradan zaman geçince anlarım ki bazı şeyleri çıkarıp eklemem lazım. Son kitap iki yıl önce çıktı, çok şey biriktirdim. Şimdi temizlik aşamasındayım. Geçen sene yazdıklarıma bile yabancılaşıyorum. Tabii bazı şeylerde hangi halet-i ruhiyeyle yazdığımı net bir biçimde hatırlıyorum. Olabildiğince sadeleştirmeye çalışıyorum. Hiç demiyorum, bazen bir şey yaşarken bundan ‘şiir çıkar mı’ diye düşünüyorum, oportinistim biraz bu konuda.

“Mesleğim oyunculuk” dediniz ama şairlik ağır basıyor galiba…
Aslında kendimi şair olarak tanımlarım ama ondan para kazanmıyorum. Aslında benim için hayattaki en önemli şey şiir. Şairliği meslek olarak değil, ruh hali ve kişilik olarak yorumluyorum. Meslek kelimesini yapıştırmak istemem yanına asla. Bazı kişiler şairdir, bazıları da değildir. Meslek dünyanın empoze ettiği bir şey. Ama yirmi yaşında âşık bir çocuk değilseniz, lise yıllarında kız arkadaşınıza şiir yazmaktan bahsetmiyorum. Romantik şairlik değil, hayat boyu şair olanlardan. Şairliği aldığınız eğitimle okuduğunuz kitaplarla beslersiniz belki, ama temelini oluşturmaz.

Cam fanusta yaşıyorum

Yeni projeleriniz neler?
Önümüzdeki ay bir filmde oynayacağım ama kontratında konuşmamam gerektiği yazıyor.Yaz ayında da potansiyel bir proje var ama emin değilim.Birkaç ay yurt dışına kaçıp, kitap olayını toplamak istiyorum. İstanbul insanı dağıtan bir şehir, bende hayır diyemiyorum. Önümüzdeki hafta İz TV’yle Datça’da belgesel çekeceğiz. Geçen hafta nükleer protestolar vardı. Yarın da nükleer enerjiyle ilgili bir panele katılıyorum. Bunlar önemli şeyler ama takdir edersiniz ki tüm bu olaylar varken oturup da şiir kitabına yoğunlaşmak zor oluyor.

İnternette hakkınızda yazılanları okuyor musunuz?
O kadar az bakıyorum ki. Bilgisayarı daktilo gibi kullanıyorum, baktığım siteler de haber siteleri. Ama mesela biri arıyor, hakkımda bir haber çıkmış, yorum istiyor. İster istemez merak ediyorum. Kendimi koruma altına aldığımı zannediyordum ama bazen iğne batıyor. Genelde bir cam fanusun içinde yaşıyorum. Sokakta bile kulağımda müziğimle yürürüm, çevredekileri incelemem. Ama bazen benim duvarlarım da yıkılıyor.

“Barda gördüm, sarhoştu” türü rahatsız edici ve gereksiz sözler de var. Hiç etkilenmiyor musunuz?
Bazı zamanlarda duygusallaşıyorum, biyonik kadın değilim. Mesela geçenlerde arkadaşımla Babylon’da içkimi yudumlarken “Çok kötü oyuncusunuz” dedi gitti. Sonra öğrendim, oyuncu olmak isteyen biriymiş. O anda ne tepki vereceğimi bilemedim ve sinirlendim. Ama o kadar rahatsız adamlar var ki çevrede. Bir tomar sözlük var internette, bir sürü insan nefretlerini arızalarını kusuyor, dilediği gibi saldırıyorlar size. Bunları kafaya takıp ararştırırsanız sinir hastası olursunuz; en dokunmuyor denen adamın bile midesi kalkar. Onun için olabileceğince minimalize ettim, gerektiği zaman bakıyorum. Çok sinir bozucu, saldırgan, kırıcı bir şey deniyorsa da ‘Herkes beni sevmek zorunda değil’ diye düşünüyorum. Ama bunu bu kadar kaba biçimde ifade ediyorsa ona yazıktır. Mesela Russell Crowe bana çok antipatik geliyor, seyredince tüylerim diken diken olur. Ama bir sözlüğe girip hakkında ileri geri yazmayı aklıma bile getirmem. Beni sevmeyen ‘zengin büyükelçi kızı’ yaftasını yapıştırıp, beni fildişi kulede hayal edip, beyazın beyazı Türk olarak gören onca insan var. Ama bu onların sorunu, benim değil

Aslı Barış/Radikal