01 Kas 2012 08:58 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:19

TARAF YAZARI YILDIRAY OĞUR EZBER BOZDU; ''BIRAKIN ÖCALAN KONUŞSUN''

Taraf yazarı Yıldıray Oğur, cezaevlerinde süren açlık grevlerinin bitmesi için sıradışı bir yol önerdi..

Bırakın, Öcalan konuşsun

Ömer Seyfettin’in hikâyelerinden biridir. İlkokuldayken sınıf kitaplığından bulup okumuştum. Muhtemelen hâlâ okullarda çocuklara bir kulaç uzaklıkta bir yerlerdedir.

Unutmak çok zor. Küçük Ali, Çanakkale Savaşı sırasında Gelibolu’da yaşayan bir Türk çocuğudur. Vatanseverdir. Bir Türk komutanı ikna eder ve İngiliz askerleri arasına sızar. Tabii “Aleko” adında bir Rum çocuğu olarak. Köylüleri onu hain diye dışlarlar ama dişini sıkar ve düşmanın güvenini kazanır. Ve hikâyenin sonu; İngiliz cephaneliğinde büyük bir patlama olur. Ali de o tarafa doğru giderken görülmüştür.

O zamanlar tüylerimizi diken diken eden bu kahraman çocuk hikâyesinin şimdi okul kütüphanesine girmiş olması bile korkutucu geliyor.

Galiba Kürtlerin de böyle hikâyeleri olacak. Ve maalesef bu kez kurmaca da değil.

Şakran Çocuk Cezaevi’nde yatmakta olan H.D. ve U.T. 15 ekimden beri o bilinen üç siyasi talep için açlık grevinde. Adları iniselle yazılacak kadar küçük iki çocuk. B-1 vitamini takviyesi almayı bile reddediyorlar. Durumları kötüleşiyor. Baş dönmesi, burun kanaması, mide ağrısı, hâlsizlik..

İki seçenek var. Tüm bunları düşünürken ya halkı için kendini yok eden kahraman Kürt çocukları görüyorsunuz. Ya da dava için ölümcül fedakârlığı motive eden, teşvik eden vicdansızca bir siyaset.

Yazılıp çizilenlerden anlaşılıyor ki Ömer Seyfettin’in de büyük katkısı olan binlerce insanı feda etmiş Türk milliyetçiğini eleştirenler, bu ölüm oruçları hakkında “bedenini ölüme yatırmak” gibi romantik bir dil üzerinden konuşmaktan, dava için yapılan bu “fedakârlığı” övmekten kendini alamıyor, içinden ölüm geçen bir eylemi “demokratik” ilan edip, ifade edilmesi için bin bir yolu olan siyasi taleplerin karşılanması için hükümete çağrı yaparak açlık grevinin sürmesini motive etmekten çekinmiyor.

Günlerdir sorulan “peki bu siyasi talepler için neden cezaevinde zaten zor şartlarda ve gözden ırak yaşamlarını sürdüren insanlar yerine en az onlar kadar bu taleplerin doğrudan temsilcisi olan ve dünyanın gözlerinin üzerine çevrildiği dışarıdaki siyasiler yapmıyor bu fedakârlığı” sorusunun demagojiden başka hâlâ bir cevabı yok.

Gülay Göktürk’ün “Peki bir grup mahkûm da yüzde 10 seçim barajı düşsün diye açlık grevine başlasa, haklı talep, devlet karşılasın mı diyeceğiz, siyaset böyle mi yapılacak” eleştirisinin de hâlâ bir cevabı yok. Yarın İslamcı mahkûmlar “Müslümanlar şeriat mahkemelerinde yargılansın” diye ölüm orucuna başlarsa, bugün hükümete çağrı yapanlar, “şeriat mahkemesi talebi” karşılansın diye hükümete çağrı yapacak mı? Eğer siyasi meseleler böyle çözülecekse bir grup demokrat Anayasa, bir grup liberal da AB üyeliği için ölüm orucu yapsın, meseleler kökünden çözülsün. Parlamentoya, seçimlere, siyasete ne gerek var?

Kimse kusura bakmasın ama eğer Allah korusun bu eylemde insanlar sakat kalır, hayatlarını kaybetmeye başlarsa o vebal en çok bu eylemi başlatanların, sürdürülmesi için teşvik edenlerin üzerinedir.

Özellikle de son bir haftadır Taraf’ın ısrarlı yayınlarıyla deşifre etiği açlık grevinin en kritik talebi İmralı görüşmesini engelleyenlerin üzerinedir.

Açlık grevi yapanları ziyaret eden Adalet Bakanı, Başbakan’ınki gibi kötücül bir “yiyip içiyorlar işte” diliyle değil, gayet yapıcı bir dille “sesiniz duyuldu” mesajı vermiş, anadilde savunma hakkını sağlayan yasayı Bakanlar Kurulu’na gönderdiklerini ilan etmiş, daha yapılacak çok şey var deyip, Öcalan’la görüşmeye de açık kapı bırakmıştı.

Bu önemliydi. Çünkü geçen yıl yine aynı mahkûmların, aynı taleplerle başlattığı açlık grevini Öcalan birlikte kaldığı mahkûmlardan biri üzerinden faksla gönderdiği “böyle şeylere gerek yok” diyen bir mesajla bitirmişti.

Peki, ne oldu da gazetelere bile olacak diye bakanlık kaynaklarınca duyurulan o İmralı görüşmesi olmadı? Olan şu: Öcalan’ın o cümleyi ya da aylardır kuramadığı herhangi başka bir cümleyi kurmaması için hem devlet hem de PKK içindeki müzakere karşıtları seferberlik ilan ettiler.

Müzakere karşıtı devlet cephesi “işte gizlenen görüşme kayıtları” diye bilgiler sızdırarak zaten Öcalan’ın bu açlık grevlerini istediğini söylüyor.

Müzakere karşıtı PKK cephesine göre Öcalan, avukatlarıyla ancak devlet kayıt almazsa görüşmek istemekte. Aylardır tek kelime etmemiş Öcalan herhâlde bu talebi, denize bir şişe içinde bıraktığı notla ulaştırdı avukatlarına.

Öcalan’ın kardeşiyle görüşmesini PKK veto ediyor. Kardeş Öcalan, bir süre önce Kandil’i eleştiren açıklamalar yapmıştı. Herhâlde onun Öcalan’dan gelecek mesajı bütün çıplaklığıyla dillendirmesinden korkuluyor. Dünkü Radikal’in manşetine göre bakanlık Diyarbakır Baro Başkanı’na görüşme için haber göndermiş. O da “tek başıma olmaz, biri daha gelsin” diye bir talepte bulunmuş. Böyle hayati bir anda ne kadar garip bir bahane. Dün Demirtaş ise bahane bayrağını zirveye dikti: “Biz Öcalan’la gidip görüşelim istemiyoruz, Öcalan buraya gelsin istiyoruz.”

Anlaşılan ne devlet içindeki ne de PKK içindeki müzakere karşıtları Öcalan’ın konuşmasını istiyor. Devlet içindekilerin derdi belli. PKK içindekilerin derdi ise bir yıl önce tarihî bir kazık attıkları Öcalan konuşursa başlarına gelecekleri kestirememek. Kayıt istememelerinin sebebi de herhâlde Öcalan’ın sözlerini sansürleme hakkına sahip olmak.

Herhâlde bu yüzden Öcalan’a bağlılıklarını İmralı Tapınağı’na sunak sunar gibi ölüm orucuna yatmış fedakâr insanları sunarak göstermeye çalışmaktalar. Görüşme olursa da “bu bizim zaferimiz” diyecekler. Siyasi olarak akıllıca ama ahlaken vicdansızca.

Hükümet, bu iki taraflı baskıya karşı acilen Öcalan’la görüşmeyi sağlamalıdır.

İki seçenek var. Ya bütün bunlara bakınca halkı için kendini yok eden kahraman Kürt çocukları görüyorsunuz. Ya da dava için bu ölümcül fedakârlığı motive eden, teşvik eden vicdansızca bir siyaset.

Oysa birincisinin üzerine kurulacak hiçbir gelecekten kimseye bir hayır gelmeyeceğinin en iyi örneği o Ömer Seyfettin hikâyelerinin gölgesinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti olsa gerek...

Yıldıray OĞUR / TARAF