Suriye'ye Girer Miyiz? Yakında Bir ’’komplo’’ Tertiplenirse Hiç Şaşırmam!

Tarihte tüm savaşlar, askeri harekâtlar çoğunlukla bir “gerekçe”ye ihtiyaç duymuştur. Bu kimi kez hakikaten reel bir soruna bağlanmış, kimi kez de “gözünün üstünde kaşın var “ misali “eften püften” bahanelere dayandırılmıştır. Hatta daha da ötesi bu gerekçeler bizzat yoktan icat edilmiş, muhtelif kışkırtma argümanları geliştirilmiş ve bunlar hayata geçirilmiştir. Bu sayede hedefteki ülkeye saldırmanın, işgal etmenin koşulları oluşturulmuş, kendi kamuoylarını ikna etmenin, desteğini almalarının psikolojik şartlarını yaratmışlardır. Bunun için insan hayatları hiçe sayılarak gerçek veya sahte saldırılar düzenlenmiş, oldubittiye getirilen “savaş bahaneleri” oluşturulmuştur. Özellikle göstermelik de olsa bir “uluslar arası hukuk” oyununun döndüğü “Günümüz Dünyası”nda bu tarz vakalar daha bir ehemmiyet kazanmıştır!

MAZİYE DÖN BİR BAK NELER GÖRECEKSİN!..
Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Geçtiğimiz yüzyıl sürecinden bazı olayları hatırlamak bile yetecektir. Örneğin 1898’de o esnalar İspanyol sömürgesi olan Küba limanına demirlemiş ABD’nin “Maine” zırhlısı gece vakti ani bir patlama ile batıverir. 260 denizci ölür. Olayı İspanyolların yaptığına dair en ufak bir kanıt olmadığı halde suç onların üzerine atılır. Bunun üzerine çok geçmeden ABD-İspanya savaşı başlar. ABD İspanyolları önce Küba’dan sonra Filipinler’den atar ve buralara el koyar. Bu olay ABD’nin “emperyal vizyonu”nun başladığı ilk olaydır.

Aynı olay medya açısından da ilginç “dersler”le doludur. Dönemin basın tröstü sahibi William Randolph Hearst doğrudan ve inanılmaz biçimlerde sahte haberlerle savaş kışkırtıcılığı yapmıştır. (Orson Welles ünlü filmi “Yurttaş Kane”nde aslında Hearst’ün hayatını anlatmıştır.) O kadar ki Küba’ya yolladığı ve ortalığın sakin olduğunu gördüğünde geri dönmek isteyen muhabirine “Kalmanı istiyorum. İşin savaş kısmını ben hazırlayacağım” diye telgraf çekerek basın tarihine geçmiştir.

İkinci örnek vakamız doğrudan bizi ilgilendirmektedir. 1915 yılında Avustralya’nın Broken Hill Kasabası’nda bir piknik trenine saldırı olur ve bunu Türklerin yaptığı ileri sürülür. Bunun üzerine Avustralya savaşa asker toplamakta zorlanırken binlerce kişi “gönüllü” olarak askere yazılır. İşte binlerce Anzak’ı Çanakkale’ye getiren olay budur. İşin komiği söz konusu olayın Türklerle hiçbir ilişkisi yoktur. (Saldırgan olduğu söylenenler iki Afgan’dı.) Hatta ortada Türk bile yoktur!

Diğer bir olay ise ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine sebep olan “Lucitania Komplosu”dur. Amerikalıların Avrupa’da sürüp giden savaşa oldukça “isteksiz” olmalarının bir sonucudur. 1915 yılında Alman Genelkurmayı İngiltere’ye silah sevkiyatı yapan tüm gemileri batıracağını açıklaması üzerine tertiplenmiştir. İngiliz bandıralı bir Transatlantik olan Lucitania 1159 yolcusuyla Alman U-Boat’larının saldırısı sonucu batar. İçindeki 128 ABD vatandaşının ölmesi Amerikan kamuoyunu biranda Almanlar aleyhine çevirir. Almanlar böylesi bir gemiyi batıracaklarını önceden ilan ettikleri halde İngilizler hem gemiyi askeri amaçlı kullanmışlar hem de sivilleri yolcu olarak alarak çoğu kendi vatandaşı olan insanların hayatlarını da tehlikeye atmışlardır. Bunun tek nedeni ise İngilizlerin savaşta sıkışması ve kendilerini kurtaracak tek çareyi ABD’nin savaşa girmesinde görmeleridir. Bu amaçla kendi gemilerinin batırılmasına, vatandaşlarının ölümüne adeta çanak tutmuşlardır.

Devam edelim; 1 Eylül 1939 tarihi Polonya’nın işgali ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması da bir komplo neticesidir. Almanlar Polonya sınırında “mizansen” bir saldırı düzenlerler. Bunun için morglardan kimsesiz cesetler toplanır ve Alman askeri üniforması giydirilir. Sınırda senaryo dahilinde bir “çatışma” düzenlenir. Polonya üniforması giyen Almanlar ateş açmış ve Polonyalılar Almanları öldürmüş gibi gösterilir. Cesetlerin fotoğrafları hemen servis edilir. Artık savaşın “bahanesi” hazırdır. Zaten tetikte bekleyen Alman orduları Polonya’ya adeta dalarlar. Japonların 1931’de Mançurya’yı işgali de aynıdır. Bizzat Japon subayları tarafından demiryollarına sabotaj tertiplenmiş ve bu işgal gerekçesi sayılmıştır. Aynı şekilde ABD’nin İkinci Dünya Savaşına girmesine yol açan 7 Aralık 1941’deki Pearl Harbour saldırısının istihbaratı ve işaretleri önceden alındığı halde önlem alınmamış, çoğu artık işe yaramayan, eskimiş Pasifik deniz filosunun batırılmasına adeta göz yumulmuştur. Bunun nedeni ise Amerikan halkının savaşa girmedeki isteksizliğidir. Ertesi sabah Askerlik şubelerinin önü gönüllü kalabalıklarla doludur ve ABD resmen savaşa girmiştir!

ABD’nin Vietnam Savaşı’na dahil oluşu da “uyduruk” ve “olmayan” bir saldırı sonucudur. 1964 Ağustos’unda Tonkin Körfezi’nde devriye gezen Maddox destroyeri sözüm ona Vietkong hücumbotlarınca saldırıya uğramıştır. Gerçekte ise böyle bir saldırı yoktur. Amerikalılar boşluğa ateş açmışlar ve bunu herkese “saldırıya uğradık” diye yutturmuşlardır. O kadar ki Başkan Johnson’ın “Ulusa Sesleniş” konuşması bile çoktan hazırdır. Gerçekte ise bu hadise CİA’nın “34 Alpha Planı” dahilindeki bir olaydı. Aynı şekilde ABD’nin Küba’ya yönelik “Domuzlar Körfezi” bozgunundan sonra Genelkurmay Başkanı General Lemnitzer “Northwoods Planı”nı hazırlar. Söz konusu planda Guantanamo’daki ABD üssüne “sahte saldırılar”, bir ABD uçağının Küba MİG’i süsü verilmiş uçaklarca düşürülmesi gibi maddeleri vardır. Amaç Küba’ya saldırı gerekçesi hazırlamaktır. Ancak Başkan Kennedy’den onay alamazlar. 11 Eylül’ün üzerindeki –çoğu madden kanıtlanan- soru işaretlerini ise hatırlatmaya bile gerek yoktur herhalde!

ABD İCAZETLİ “FAHRİ EMPERYALİSTÇİLİK” VE “DEMOKRASİ İHRAÇÇILIĞI” OYNAMAK!
Tabii şu sıralarda da garip şeyler oluyor. “Komşularla sıfır sorun” politikası izleyeceğini söyleyenler şimdi tam tersi bir noktaya savrulmuş görünüyorlar. “Sıfır sorun” neredeyse “yüzde yüz sorun”a, “kesin soruna” hızla evrilmiş bulunuyor. Tabii “Bu kadar kısa sürede ne değişti de böyle oldu?” derseniz cevabı çok basit; Büyük ağabeyimiz, sevgili “stratejik partnerimiz” ABD öyle istiyor da ondan. Hatta bunun için Türkiye’nin kontrollü bir şekilde “emperyal” bir rol oynamasına izin vermiş gibi görünüyor. Yoksa birdenbire “demokrasi” ve “insan hakları” sevgimiz ile “diktatörlere nefret” duygumuzun böylesi kabarması başka nasıl açıklanabilir ki?

O kadar ki bu yaklaşım güçlü bir “Neo-Osmanlıcı” retorikle beraber destekleniyor ve o yüzden de başbakan çıkıp “Suriye bizim iç sorumuzdur” diyebiliyor. (Eski “Şam vilayeti” olarak yani!) BOP planları ve “eş başkanlık” misyonu gereği “demokrasi ihracı”ndan, “insan hakları”ndan dem vurabiliyor. Ucu askeri müdahaleye kadar varabilecek bu anlayış ABD ordusu yerine Türk ordusunu “demokrasi getirici” (!) bir buldozer gibi kullanmayı amaçlıyor. (Hatta son general istifaları ve tartışmalarının pek su yüzüne çıkmasa da biraz da bu yüzden yaşandığını varsayabiliriz!) ABD’nin eskiyen, tepki çeken “müdahaleleri” karşısında bu kez “Müslüman” bir ülkenin ordusu kullanılarak, Obamacı tarzda bir yeni “statüko” oluşturulmak isteniyor. Uluslar arası para spekülatörü George Soros’un deyimiyle “Türkiye’nin en iyi ihraç malı askeridir” sözü şimdi fiiliyata kavuşturulmak isteniyor.

Öyle anlaşılıyor ki kimi batılı merkezler Türkiye’nin sınır ötesi bir askeri operasyonla Suriye’de “rejim değişikliği”ni gerçekleştirmesini görmek istiyor. Bu amaçla “gaz vermeye” devam ediyorlar. Bunun için Türkiye’ye belli vaatler, “iştah açıcı” kimi önerilerde getirilmiş olabilir. Ancak İslamcı çevreler ve AKP’de bile bunu istemeyen ya da çekince gösterenler var. O yüzden bu güçler hızla bir “oldu bitti” durumu yaratacak komplolar ve benzeri durumlar tezgâhlayabilirler. Bu artık Suriye’den Türkiye’ye atılan bir bomba mı, roket mi olur, Suriye askeri üniforması giymiş birilerinin Türk askerini taraması şeklinde mi olur bilinmez. Bir şekilde bunun “mizansen”i hazırlanır ve bir sabah uyandığımızda gazete manşetlerinin “Savaş istiyoruz ”, “Sabrımızı taşırdılar”, “İntikam”, “Esad’a hak ettiği cevabı vermeliyiz” şeklinde manşetlerine rastlayabiliriz. (Zaten ilginçtir şu an “Yandaş”ı, “Candaş”ı tüm medya benzeri bir “koro”yu tekrarlayıp duruyorlar!) Ortalık bir anda savaş isteyen, savaşı kışkırtan söylemlerle dolabilir. Zaten Liberal/İslamcı kesimde ciddi bir “savaş yanlısı lobi” oluşmuş durumda. Bunları bıraksanız mehter marşları eşliğinde harala gürele Suriye sınırından içeri dalacaklar!

Dolayısıyla “Suriye’de demokrasi yok”, “İnsan hakları ihlalleri var”, “Şam dediklerimizi dinlemiyor” gibi lafların hiçbiri gerçekte “savaş nedeni” değildir ve bir savaş ilanı için yetersizdir. O halde daha “somut” bir şeyler gerekmektedir. İşte tam da bu noktada birileri kolları sıvayabilir ve sözüm ona “barışçıl çabalar”ın, “diplomatik görüşmeler”in bittiği veya kesildiği noktada benzeri “mizansenler” yaratmaya kalkışabilirler. Türkiye’yi Suriye’nin üzerine sürmek isteyen kimi uluslar arası odaklar –kendilerine yerli partnerlerde bularak- böylesi “kurgusal” ve “fiili” bir durum yaratabilirler.

“Yürü be koçum kim tutar seni” anlayışı ve dikte edilmiş metinler üzerinden “emperyal rol kesme”, “bölgesel lidercilik” oynanmasına şartlı icazet vermenin maliyetleri bellidir.

Önümüzdeki günlerde savaş tamtamları daha hızlı ve sert çalmaya başlayabilir!...

Atilla AKAR

[email protected]