STAR YAZARI AHMET KEKEÇ'TEN '12 EYLÜL'DE NERDEYDİN?' YANITI!
Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç, kendisine son zamanlarda sosyal medyada sorulan "12 Eylül'de neredeydin" şeklindeki soruya yanıt verdi.
"İnternetteki yarı aydın güruhu, ’Ergenekon, Balyoz diye sallamak kolay... 12 Eylül’de neredeydin, sen onun hesabını ver!’ dediği için yazdım bu satırları" diyen Star yazarı Ahmet Kekeç bakın o soruya nasıl yanıt verdi...
İşte Ahmet Kekeç’in o yazısı...
12 Eylül’de neredeydin?
İnternette“eğleşen” yarı aydınların zannettiği gibi, hiçbir zaman kendime “sol bir geçmiş” uydurma hevesine kapılmadım.
Sonradan sola intisap ederek, bir aidiyet kazanma ve “sosyeteye duhul etme çabası” içinde de olmadım.
Böyle bir kompleks, heves, ihtiyaç, zaruret, ne derseniz deyin, çok şükür bende bir karşılık bulmadı.
Sağcı mıydım?
Değildim ama “sağcılığı” dünyanın en aşağılık siyasal kavrayışı gibi sunan sosyal içerikli arkadaşlar gibi de düşünmüyordum.
Kendilerinin “solcu” olma hakkı vardı, “solculuklarını” bir üstünlük, bir meziyet, bir marifet gibi taşıyabiliyorlardı, icabında bir “statü göstergesi” gibi sunabiliyorlardı ama ötekinin sağcı olma hakkı yoktu... “Sağcı” olduğu an, dünyanın en ilkel varlığı sayılıyordu.
12 Eylül öncesinde (ve sonrasında), rahmetli Sait Çekmegil ve çevresiyle beraberdim.
Daha çok kitaplarla, dergilerle ve “yazabilme” çabasıyla geçen yıllar...
Nuri Pakdil’in “Edebiyat”, Sezai Karakoç’un “Diriliş”, Rasim Özdenören ve rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun “Mavera” dergisini (ve bilumum sanat edebiyat dergilerini) izliyordum.
Dışarıda amansız bir savaş sürüyordu.
Her gün gazetelerde ve televizyonlarda, öldürülen gençlerle ilgili haberler. İlaveten, sıkıyönetim uygulamaları, sokaklarda tedhiş görüntüleri, patlayan bombalar, kurtarılmış bölgeler, silahla taranan kahvehaneler...
Oğuz Atay’ı, Tanpınar’ı, Faulkner’i, Camus’yü, Joyce’u bu talihsiz dönemde keşfetmiştim.
İlk yazı denemelerimi bu dönemde yapmıştım.
İlk öykülerimi bu dönemde yayınlanmıştım.
Bir taraftan da, Gani Şavata ve Hadi Aksüt’le birlikte, Malatya Halk Eğitim Merkezi’nde, Halkevi Müdürü’nün tahsis ettiği salonda, tiyatro yapmaya uğraşıyorduk.
Sabahatin Engin’in bir oyununu sahnelemiştik. Selahattin Turgay Daloğlu’nun “Hamalın Dramı” adlı oyununa hazırlanıyorduk.
Darbe oldu, dağıldık.
Hadi Aksüt vilayette bir “kalem işi” buldu; Gani oyuncu, yazar, yönetmen oldu; ben de Babıali’ye sürüklendim.
İdeolojik bir yönelim içinde değildim ama herkes gibi ben de 12 Eylül’ün gadrine uğradım.
Herkese değen bir darbeydi çünkü bu. Hiç “boş” • yoktu.
İki kez gözaltına alındım.
İlkinde, rahmetli babam ve benden küçük üç kardeşim vardı. Suçumuz, duvarlara “12 Eylül karşıtı yazılar” yazmakmış.
İki günlük sıkı bir sorgulamadan sonra, sırtımızda “cop izleri”, serbest bırakıldık.
İkincisinde yalnızdım ve “suç aleti” kitaplarla birlikte İkinci Şube’ye götürülüp üç gün üç gece dayaktan geçirildim.
Benden iki yaş büyük ağabeyim “sağcı eylemci” olduğu için, evimizden polis eksik olmazdı.
Sürekli tarassut altındaydık ve bir “hayatımız” yoktu.
Hep, “Hepimizi derdest edip götürecekler” korkusuyla yaşadık.
Yıllarca bu travmayı atamadık.
Yıllarca, yakalanıp ağır işkencelerden geçen ve mahkûm edilen ağabeyimin peşinden, ziyaret günlerini kollayarak, il il, ilçe ilçe dolaştık.
Yıllarca, “bir hakkın iadesi” için çırpınıp durduk.
Bugün, 12 Eylül darbesinin 31. sene-i devriyesi...
İnternetteki yarı aydın güruhu, “Ergenekon, Balyoz diye sallamak kolay... 12 Eylül’de neredeydin, sen onun hesabını ver!” dediği için yazdım bu satırları.
12 Eylül’de, ailemizin sair fertleriyle birlikte “içerideydik” yavrular...
Siz de darbeleri yalnızca Kenan Evren’e fatura etmeyi bırakıp, biraz Ergenekon ve Balyoz’la ilgilenseniz diyorum...