SON KALE'DE MEVZİLENMEYE GELDİM! CAN DÜNDAR CUMHURİYET'TE İŞBAŞI YAPTI!
Ağustos ayında Milliyet gazetesindeki işine son verilen Can Dündar, Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladı.
Milliyet Gazetesi’nden kovulmasının ardından Cumhuriyet Gazetesi
ile anlaşan Can Dündar’ın ilk yazısı bugün yayınlandı. Dündar
yazısında; “Gerçek anlamda ömrümün geri kalanının ilk günü bugün...
Üniversitede, suç delili niyetine ve inadına logosu görünecek
şekilde cebimde taşıdığım gazetede, ‘ustalar meclisi’nde ilk
günüm...” dedi.
“Çıkan Kısmın Özeti” başlığıyla Cumhuriyet’teki ilk yazısını kaleme
alan Can Dündar, Cumhuriyet Gazetesi’nin hayatındaki öneminden ve
yerinden bahsederek, işten kovulmasına şu ifadelerle gönderme
yaptı:
“İşimi hakkıyla yapmamak değildi suçum, namusuyla yapmaya
çalışmaktı. Muhasarayı yarmak, susturulmuşu yazmaktı. Süngülerin
parıldadığı o gaddar eylül, bu kez sivillerini çekip gelmişti
sanki; gazeteler esas duruşa geçmiş, güvendiğimiz kaleler
devrilmişti”.
İşte, Can Dündar’ın Cumhuriyet Gazetesi’ndeki ilk yazısı:
“İnsan yaşadığı yere benzer...” der, Edip Cansever;
“... o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer.”
Ben Ankaralıyım.
Suyuma, toprağıma, Başkent’in coşkun devirlerinin ıtrı
karışmıştır.
Ülkenin gördüğü en özgürlükçü anayasayla aynı günlerde doğdum.
Memur bir ana babanın, istikbal ümidini bağladığı tek çocuğu olarak
büyüdüm.
O kıraç bozkırda, bereketli bir vaha yeşerten Cumhuriyeti
sevdim.
Rejimin gaddar yüzüyle tanıştığımda, üniversitedeydim.
Süngülerin parıldadığı bir eylül sabahı, arkadaşlarım işkenceye
götürülürken öğrendim, demokrasi ve özgürlük olmadan Cumhuriyetin
bize yetmeyeceğini...
***
Cumhuriyet okuyorduk üniversitede...
O günlerde eve “bir ekmek-bir Cumhuriyet” almak, ceket cebinde
logosu görünecek şekilde Cumhuriyet taşımak, biraz “Ben aydınım”
demekti, biraz da 12 Eylül baskısına efelenmek...
Cebimde taşıdığım resti, Diyarbakır’da gördüler.
Staj yaptığım dönemde, “Cumhuriyet okumak suçu”yla içeri alındım.
En berbat döneminde Diyarbakır Emniyeti’yle tanıştım.
Cumhuriyet’i sordular.
“Okurum” dedim. Bu cevaptan sonra biraz örselendim.
Sonraki yıllarımı, o gazeteye adını veren Cumhuriyetle ilgili
belgesellere harcadım.
***
Ömrümün 32 senesi gazetecilikle geçti.
Şanslıydım; iyi hocaların eline düştüm. Kolay adam harcayan bir
değirmende, onların öğütleriyle öğütüldüm.
Hep kalemimden kazandım ekmeğimi...
Alkışlayan da oldu, kızan da...
Ödülü de gördüm, cezayı da...
İtibarı da tattım, belayı da...
Yine de her daim, doğru bildiğimi söyledim.
***
Zorlu bir yaz geçirdim bu yıl...
İşimi soranlara, biraz da yeni madalya almışlara mahsus bir
gururla, “İşsizim” dedim.
İşimi hakkıyla yapmamak değildi suçum, namusuyla yapmaya
çalışmaktı. Muhasarayı yarmak, susturulmuşu yazmaktı.
Süngülerin parıldadığı o gaddar eylül, bu kez sivillerini çekip
gelmişti sanki; gazeteler esas duruşa geçmiş, güvendiğimiz kaleler
devrilmişti.
Bizi yeşerten o bereketli bozkır, eskisinden de beter bir kıraçlığa
teslim olmuştu. Öfkeden başka dil, ranttan başka din bilmeyen bir
hoyratlık, kapımıza dayanmıştı.
Gülemiyorduk artık...
Nedenini, tanıdık bir şiirde bulduk:
“Gülemiyorsun ya, gülmek/
Bir halk gülüyorsa gülmektir.”
***
Ana babalarımızın aksine biz, istikbal ümidiyle büyüttüğümüz
fidanı, bu kıraçlıktan kollamak için gurbete yolladık.
Onun ardından da, bir zamanlar suyuna, toprağına benzediğimiz,
lakin nicedir kendimize benzetemediğimiz “yaşadığımız yer”i terk
ettik.
Yıkılmış sinemalar, kapatılmış tiyatrolar, tükürülmüş heykeller
bıraktık geride; bir dönem sohbetleriyle şairler, yazarlar
yetiştirmiş, sonra yasakların cenderesine terk edilmiş güzelim
lokantalar, talan edilmiş ormanlar, şehri boğa yılanları gibi boğan
yollar, zevksizlik abidesi “battıçıktılar”...
O eski halinden eser kalmamış bir Başkent...
Ve o Başkent’te gözü yaşlı iki ana bıraktık.
***
Sevdiklerimize veda ettik, bir oğlu gurbete verdik, yolda bir
kediyi kaybettik. Çok sevdiğimiz bir evi, semti, kenti terk
ettik.
Belki bir ömür gördüğümüze yakın ayrılık, sığıştı birkaç aya...
Eşyalar kolay taşınıyor; anılar zor...
Binalar çabuk terk ediliyor, alışkanlıklar zor.
Şimdi yeni bir şehirde, yeni bir evde, yeni bir gazetede, yeni bir
hayata başlıyorum.
Gerçek anlamda ömrümün geri kalanının ilk günü bugün...
Üniversitede, suç delili niyetine ve inadına logosu görünecek
şekilde cebimde taşıdığım gazetede, “ustalar meclisi”nde ilk
günüm...
Nemrutlar yine Cumhuriyet’i soracak, bu kez “Yazarım”
diyeceğim.
Bağımsızlığıyla, patronsuzluğuyla övüneceğim.
“İnsan yaşadığı yere mi benzer, yoksa kendine mi benzetir yaşadığı
yeri” bilmiyorum.
Öfkesinde boğulmaya namzet bir despotluk devrinde, devrilen korkak
kaleler şehrinde, cesaretin “son kale”lerinden birinde mevzilenmeye
geliyorum.
Mevzilenelim ki, bir halk gülebilsin diye...
Merhaba!...