21 Mayıs 2014 08:09
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 16:11
Soma’da madenden başka çare yok mu?
Bu kadar az para için neden madene iner insanlar, neden kömürden mezarlara gömülürler? Murat Tolga Şen yazıyor.
Oğlum sordu; “Günde 1200 lira kazanıyorlar, di mi baba?” “Hayır oğlum, bir ay boyunca kazıyorlar o para için” dedim ama yüzünden anladım ki, onun saf kalbi kabul etmedi böyle zalim bir gerçeği…
Peki, neden madene iner bir adam? İnsanlar doğdukları, büyüdükleri, yaşadıkları şehirlere benzer. O şehrin umutlarını ya da umutsuzluklarını taşırlar yüzlerinde… Yürekleri o şehrin günü kadar aydınlık olabilir ancak ve “umut” hiç geçmeyen bir katardır artık Anadolu'nun içinden.
Bu yüzden belki de, İstanbul memleket içinde memleket olmuştur. Örneğin, Sivas’ta yaşayandan daha çok Sivaslı yaşatır içinde… Bütün belirsizliğine rağmen İstanbul içinde hep bir “umut” barındırır. Onu yenmek için gelenlerle doludur hala otobüs terminalleri…
Soma’da ölenlerin, aslında öldürülenlerin, isimlerine baktım. Kaç tane Ahmet, Mehmet, 3 tane adaşım Murat… Katil kim? diye soruyorum hep… Devlet mi, devlete kömür satmak için o madeni işleten şirket mi, yoksa oğlunu askerden gelir gelmez baş göz edip, karısının saçını gönlünce okşamadan çoluk çocuğa karıştıran, madene inip rızık çıkarmaya mecbur bırakan ana-babalar mı?
Çocukluğumda Amasya’nın Gümüşhacıköy kazasında yaşıyorduk. Babam oranın Kutluca köyünden, Kabaoğuz (Oğuz evi) köyleri olarak bilinen yerleşimlerden biri... Köyde yaşamak istememiş, şehre inmiş babam ama ablamın ardından ben doğduğumda “çocuklarım için burada gelecek yok, tütün dikip sarartmasınlar ellerini” deyip önce Samsun’a, teyze kavgalarından gına gelince de akrabaların uzağına Kocaeli’ye yerleşmiş.
Zaman zaman düşünürüm, orada büyüsem ne olurdu acaba, kendimi bir köşe yazarına dönüştürebilir miydim o mahrumiyetin içinde yoksa mecbur kaldığım yaşamı sorgulamadan yaşar mıydım? Kimle evlenirdim, kaç çocuğum olurdu, ağzımda kaç dişim eksik kalırdı?
Ona-buna atmak yerine suçu kendimizde arayalım çünkü paylaştığımız acılardan mesulüz. Babalar-analar evlatları için en iyiyi değil de en kestirmeden bir hayat istediği sürece bu ülkenin insanları ezilecek. O madende yitirdiklerimiz maden üstlerine çöküp ölmeseler bile aslında çoktan yitirdiğimiz insanlar değil mi?
Madende ölene vaat edebildiğimiz bu kadar. Paçasını kurtaranların havuzlu-güvenlikli sitelerde kurduğu sahte hayallerin ötesine geçemedik hiçbir zaman. Bu halimizle nasıl birlik olalım. Yukarı çıkalım, rahat edelim diye insan etinden yapılmış merdivenlere tırmanırken!
Senin için biçtiğimiz hayat bu Ahmet, şikayet etme, gir yerin altına, kaz karanlığı ve evine para götürebildiğin için şükret! Eğer ölmezsen Ahmet, evlen ve seninkinden daha aydınlık bir geleceğe sahip olmayacak çocuklar yap. Kaç tane olacağını da biz söyleriz! Senin yerine onlar geçecek, onlar kazacak. Siz öleceksiniz Ahmet, yaşadığınız güne şükredin. Takdir-i ilahi budur. Tanrı böyle yazmadı belki ama kitabına uydurmaktan kolay ne var ki… Şikayet etme Ahmet, fakirlerin kömürünü zenginler (biz) çıkaracak değil ya! Bu işi yapacaksın, fakir kalacaksın ve öleceksin. Bas imzayı, geç! Kalan ömrün kadar yaşa…
MURAT TOLGA ŞEN / [email protected]
Peki, neden madene iner bir adam? İnsanlar doğdukları, büyüdükleri, yaşadıkları şehirlere benzer. O şehrin umutlarını ya da umutsuzluklarını taşırlar yüzlerinde… Yürekleri o şehrin günü kadar aydınlık olabilir ancak ve “umut” hiç geçmeyen bir katardır artık Anadolu'nun içinden.
Bu yüzden belki de, İstanbul memleket içinde memleket olmuştur. Örneğin, Sivas’ta yaşayandan daha çok Sivaslı yaşatır içinde… Bütün belirsizliğine rağmen İstanbul içinde hep bir “umut” barındırır. Onu yenmek için gelenlerle doludur hala otobüs terminalleri…
Soma’da ölenlerin, aslında öldürülenlerin, isimlerine baktım. Kaç tane Ahmet, Mehmet, 3 tane adaşım Murat… Katil kim? diye soruyorum hep… Devlet mi, devlete kömür satmak için o madeni işleten şirket mi, yoksa oğlunu askerden gelir gelmez baş göz edip, karısının saçını gönlünce okşamadan çoluk çocuğa karıştıran, madene inip rızık çıkarmaya mecbur bırakan ana-babalar mı?
Çocukluğumda Amasya’nın Gümüşhacıköy kazasında yaşıyorduk. Babam oranın Kutluca köyünden, Kabaoğuz (Oğuz evi) köyleri olarak bilinen yerleşimlerden biri... Köyde yaşamak istememiş, şehre inmiş babam ama ablamın ardından ben doğduğumda “çocuklarım için burada gelecek yok, tütün dikip sarartmasınlar ellerini” deyip önce Samsun’a, teyze kavgalarından gına gelince de akrabaların uzağına Kocaeli’ye yerleşmiş.
Zaman zaman düşünürüm, orada büyüsem ne olurdu acaba, kendimi bir köşe yazarına dönüştürebilir miydim o mahrumiyetin içinde yoksa mecbur kaldığım yaşamı sorgulamadan yaşar mıydım? Kimle evlenirdim, kaç çocuğum olurdu, ağzımda kaç dişim eksik kalırdı?
Ona-buna atmak yerine suçu kendimizde arayalım çünkü paylaştığımız acılardan mesulüz. Babalar-analar evlatları için en iyiyi değil de en kestirmeden bir hayat istediği sürece bu ülkenin insanları ezilecek. O madende yitirdiklerimiz maden üstlerine çöküp ölmeseler bile aslında çoktan yitirdiğimiz insanlar değil mi?
Madende ölene vaat edebildiğimiz bu kadar. Paçasını kurtaranların havuzlu-güvenlikli sitelerde kurduğu sahte hayallerin ötesine geçemedik hiçbir zaman. Bu halimizle nasıl birlik olalım. Yukarı çıkalım, rahat edelim diye insan etinden yapılmış merdivenlere tırmanırken!
Senin için biçtiğimiz hayat bu Ahmet, şikayet etme, gir yerin altına, kaz karanlığı ve evine para götürebildiğin için şükret! Eğer ölmezsen Ahmet, evlen ve seninkinden daha aydınlık bir geleceğe sahip olmayacak çocuklar yap. Kaç tane olacağını da biz söyleriz! Senin yerine onlar geçecek, onlar kazacak. Siz öleceksiniz Ahmet, yaşadığınız güne şükredin. Takdir-i ilahi budur. Tanrı böyle yazmadı belki ama kitabına uydurmaktan kolay ne var ki… Şikayet etme Ahmet, fakirlerin kömürünü zenginler (biz) çıkaracak değil ya! Bu işi yapacaksın, fakir kalacaksın ve öleceksin. Bas imzayı, geç! Kalan ömrün kadar yaşa…
MURAT TOLGA ŞEN / [email protected]