Sansür ve otosansür namussuzluktur! Umur Talu Habertürk'te isyan bayrağını çekti!
Gazete Habertürk yazarı Umur Talu, bugün gazetede yeralan yazısına ilaveten "gördüğü lüzum üzerine" bir yazı yazarak Habertürk internet sitesine gönderdi. Talu'nun yazısı zehir zemberek ifadelerle dolu...
Habertürk gazetesi yazarı Umur Talu bugün 'Hakta adalet yok
dayakta olsun bari' başlıklı bir yazı kaleme aldı. Ancak
Talu bu yazı ile yetinmedi ve "gördüğü lüzum
üzerine" bir yazı daha kaleme alarak Habertürk web
sitesine gönderdi.
Talu, Habertürk'ün web sitesinden yayınladığı yazısında hükümetin
medyaya müdahalesinden, internet yasasını protesto eden eylemcilere
yönelik polis müdahalesini sert sözlerle eleştirdi.
Umur Talu, web'de yayınlanan yazısında, gazetecilik gerektiğinde
gazetecilere bırakılamayacak kadar değerlidir diyerek,
"Çıkan her kelime namustur, çıkmayan her hakikat ise
namussuzluktur. Evet öyle: Sansür ve hele gönüllü otosansür
namussuzluktur.Halkın hakkı, hakikati, hayatiyetinden, ayrıca kendi
haysiyetinden çalmaktır" ifadelerine yer verdi.
Yazısının sonunda ise, Başbakan'ın internette yayınlanan Fatih
Saraç ile konuşması neticesinde işten çıkarılan üç kişiye atıfta
bulunarak şöyle bir not düştü:
"Not: Bu yazının tek sorumlusu, her zaman olduğu gibi, ama
şimdi özellikle benim. Ne bir editör, ne bir çalışan, ne bir
okuyan, okumayan!"
İşte Umur Talu'nun o yazısı:
Hepsini bu köşede gördük Allah’a şükür!
Bu yazı bugünkü gazetede yok.
Gördüğüm lüzum üzerine sabah erkenden yazıp Habertürk internet
yayınına ilettim.
***
Bir kişi başbakan olunca “Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk
Bildirgesi”ni okumak, bilmek, uymak zorunda değil…
Ancak bir kişi bir medya kuruluşunda öyle ya da böyle “görevli”
olunca, en azından duymak zorunda.
En azından, her adımında, her biat-itaat-icraat anında satır satır
hangi hak ve özgürlükleri, hangi birikimleri, hangi gazetecilik
namusu ölçülerini çiğnediğini bilmek zorunda.
Orada madde madde, “gazeteciliğin özüne yabancı madde olunmaması”
yazar.
Yasaklayamaz elbette ama epeyce ayıplar!
***
Anlaşılan şu olmuş:
Birileri birilerinin cebine, içine, ruhuna, her adımına, her lafına
böcek yerleştirmiş…
Bir böcek de bu müesseseye o şekilde sızmış.
Dinlemek elbet çok ayıp ama o konuşulanları konuşmak, konuşulması
gerekenleri bastırmak da öyle.
Nasıl gazetenin, TV’nin şahsiyeti ve haysiyeti işverenlere,
çalışanlara emanetse; onca gazetecinin, çalışanın hakkı, emeği,
geleceği, umudu, haysiyeti de bu kuruluşlara emanet.
Daha ötesi…
Yüz binlerce, milyonlarca insanın hakkı, mağduriyetinin bilinmesi
ve dile gelmesi, onların hayattan beklentisi, bir dayanak imkânı,
güçlüler karşısında hor görülmemesi, un ufak olmaması için
tutunacak, sarılacak bir dalı, 3 yaşında çocukların yaşam hakkı da
gazetecilere, gazetelere, yayıncılara emanet.
Sarılacak bu dalları alıp öylece kırılacak odunlar haline
getiremezsiniz.
Bir başbakan sansür arzulayabilir ama böyle kelime kelime, satır
satır, A’dan Z’ye kovalıyorsa…
Zaten zayıf bir muhalefetin sesini, altyazısını bile kısmak, zaten
evlatlarını kaybetmiş Uludere köylülerini medyada görünmez,
görülmez kılıp “Roboski’nin sesi”ni dahi bastırmak istiyorsa…
İsimsiz, şöhretsiz muhabirlerin, sayfa sekreterlerinin peşine dahi;
bir kelimenin, bir başlığın, iç sayfalardaki bir haberin intikamı
için düşülüyorsa…
Üç insanın ekmeğiyle oynamak, onları işsizlikle cezalandırmak
böylesine marifet ve büyük zafer sayılıyorsa…
Başbakan’ın Meclis TV’sini susturmakla övünen milletvekili
danışmanı bir yandan takma isimle bir “gazete köşesi”ne
yerleşmişken; geçimi, hayatı bu meslek olanlar gazetecilik
yapamıyor, hatta onun da nezaretinde işinden ediliyorsa…
Ve iktidarın, güçlülerin tüm arzuları, ihtirasları, öfkeleri,
kinleri bir yana…
Gazetecilerin yuvası ve halkın sesi sayılan; hem onların hukukunu
emanet almış, hem milyonlarca ezilen, güçsüz insanın umudunu emanet
bulmuş medya kuruluşları “artık bize, size her gün, her yer 28
Şubat” süreçlerine teslim olabiliyorsa…
Ekmekler çoktan bozulmuş, emekler çoktan çürütülmüş demektir!
Kendi çocukları için devleti, yargıyı, Emniyet’i, hukuku altüst
edebilenler; başka insanların, başka çocukların hayatıyla,
hakkıyla, haysiyetiyle böyle kolay oynayarak mı sevaptan sevaba
koşacak?
Onları hiç değilse öte dünyada kovalayan günahları hiç mi
olmayacak?
***
Daha önce de yazdım; gazetelerin, gazeteciliğin içine doğdum;
onlarla da büyüdüm, saygıyla andığım çok kişiden çok şey
öğrendim.
Yapılması gerekenleri de yapılmaması gerekenleri de.
6 yaşımdayken, gazeteci babamın ölmeden hemen önce, Samatya
SSK’daki hastane yatağında kargacık burgacık yazıp geçenlerde
kaybettiğimiz enişteme emanet ettiği kısa vasiyeti ilkokulda
okuduğumda, anladığım şuydu:
Dik durmak için, gerekirse diklen!
Öğrencilikte, yatılı mektepte, gençlikte, üniversitedeyken
çalıştığım sendikada, belediyeler birliğindeki günlerim ve sadece
bu meslekteki 35 kadar yılım iyi kötü böyle geçti.
Yine öyle geçer.
Gerekirse yine öyle biter.
Yalnız şunu bin kez teslim etmeliyim:
Allah’ı var; bu gazetede kimse, ama kimse tek kelimeme dokunmadı,
her yazdığımı, burayı eleştiren yazıları bile olgunlukla
karşıladılar; her saniye elbet hissettiğim, paylaştığım, yazdığım
medyadaki boğucu dumanın tek zerresi bile, davalar hariç, bu
yazılara uzanmadı.
Bunun için, kendi yazılarım için, o yazılarda sesleri duyulabilen
herkes için tabii ki müteşekkirim.
Umarım ben de doğru bir şeylerle buradaki onca insanın büyük
emeğine biraz katkıda bulunmuşumdur.
Ama yine hak teslim edeyim; çok kademesinde 16 yılımı verip bir gün
kovulduğum Milliyet’te de, öteki gazetelerde de tek kelimeme
dokunulmamıştı.
Bugüne kadar hiçbir yerde kimseden (bana hitaben) “Şunu yaz, şunu
yazma. Bunu çıkar. Bir süre yazılara ara ver” gibi sözlerin
kelimesini duymadım; en azından bana asla söylenmedi.
İnanın, bu gazeteden “ayırılanlar” için yazdığım yazılarda, akraba
şirketin madenindeki kazada ölen işçiler için yazdığımda da.
28 Şubat’ın en koyu zamanı, beni kovdurmak için bastıran Çevik Bir,
gazetede patron odasında onca köşe yazarına, yöneticiye mecburi
brifing verdiğinde, karşı odadan kalkıp gitmediğimde, katılmayı
reddettiğimde de.
Onlar söylemedi, ben de söyletmedim belki.
Medyada böyle şeylerin sessiz, yalnız, güçsüz kurbanı olan nice
isimsiz, bildiğim bilmediğim insan var elbet…
Ama ismi, cismi kocamanken bile böyle şeylere boyun eğenleri de
biliyorum; kimi kahraman, kimi kitap bile oldu.
Bana söylense, yapılsa zaten bir saniye durmazdım.
Bir yazımı gazeteden çıkartmak için Milliyet’in makineleri gece
saatlerce durdurulup yurtdışındaki patronun kararı beklendiğinde
bile, o makineler sonra aynen o yazıyla döndü.
Kimseye hakaret etmemeye, haksızlık, arsızlık ve adilik yapmamaya
çok özen gösterdim elbet; ama hep söylediğim gibi derdim şuydu:
“Kendim kovulabilirim ama kelimemi kovdurtmam.”
***
Gazetecilik ve insanlık haysiyeti sahibi olanları tenzih ederim ama
tapeler üzerinde tepinen öyleleri var ki, Paşa elinden manşet
almaktan, Jandarma Genel Komutanı dilinden emir uygulamaktan,
telefon hatlarını Jitem’e arz eden patrona yalakalık yapmaktan,
bizi kullanın diye yaltaklanmaktan, iktidarlara sansür teminatı
vermekten, ihale ve iş takibi yapmaktan, bunlar için tehdit ve
şantajda bulunmaktan, iç ve dış talimatlı sansüre, otosansüre boyun
eğmekten, manipülasyona alet edevat olmaktan öyle kirliler
ki…
Bakmayın salladıklarına; bükülmüş belleri ve çamurlu elleriyle
kimseye taş atacak vaziyetleri yok aslında!
Yeter ki siz hepsini, herkesi birden görün, hiçbirini unutmayın ve
kökten ikiyüzlü hiç kimse karambolda bir de özgürlük timsali
kesilmesin!
***
Şunu da söylemeliyim:
Birileri “Uludere’yi ne gazeteden ne TV’den gördük Allah’a şükür”
diye sevinir ve müjdeli haberi müessesenin sahibine bile değil,
kendi “büyüğü”ne iletirken…
“Allah’a şükür”, Uludere-Roboski bu köşede sık sık görülüyordu.
“Allah’a şükür”, Gezi süreci hemen her gün görüldü.
“Allah’a şükür”, paralel yolsuzluk, arsızlık, tamah-günah süreci de
hemen her anında görüldü.
Seri iş cinayetlerine kurban tersane işçilerinin; delik deşik
edilmiş çocukların; göçükteki madencilerin; şımarık AVM’lerin
naylon şantiye çadırında eriyen işçilerin; denetimsiz atölyelerde
paramparça emekçilerin; cephaneliğe tıkılıp havaya uçan erlerin;
baskı ve şiddet sonucu silahını kendi şakağına dayamış askerlerin,
polislerin; plazalarda, kışlalarda hor görülenlerin; asit kuyusuna
atılan oğulların; anaların peşine düştüğü kayıp evlat kemiklerinin;
bilebildiğim, duyabildiğim nice mazlumun sesi, nefesi de “Allah’a
şükür” hep görüldü.
Bu iktidar üyelerinin, seçmenlerinin geçmişte maruz kaldığı
haksızlıklar, başörtülü kızların, kadınların, anaların yüz yüze
geldiği eziyetler de “Allah’a şükür” görüldü; yine görülüyor, yine
görülür.
Elbet unuttuklarım, bilemediklerim, yetişemediklerim de olmuştur;
ama kimse diyemez ki, üç maymun oldun!
***
Beni de Habertürk’e zaten bunları bilerek, söylendiği kadarıyla
takdir ederek, bunları yazdığımı ve yazacağımı umarak, tabii ki
bunları yazmamı da bekleyerek aldılar.
Bunun gibi yazıları da yazdığım için.
Büyüklerin, efendilerin ağzından yazı yazmayı pek bilemem zaten.
Onlar rahatsız olur diye yazmamayı da.
O yüzden yazılarımda, hatta bu yazıda bile hiç sürpriz yok, ama
etrafta sürpriz çok.
Şimdi bir kavşağa geldik.
Bana burada yazdıran, dediğim gibi ne yazmışsam tek kelimesine bile
bir bakıma sahip çıkmış bir gazete, bir müessese ve yönetim var
elbet; ama yazıları görüldüğü gibi tek başıma da yazmamışım. Her
birinizin hakkı, cesareti, umudu, acısı, öfkesi de her satırının
sahibi.
O yüzden birden fazla karar merciimiz var!
Hiç değilse birimiz doğru kararı verecek!
***
Gazeteler, gazeteci olmayanların gazetecilik tutkusu olmayanların
tam hissedemeyeceği kadar önemli hala;, belki henüz ama hala!
İster yüz binlerce satsın, ister üç, beş kapıya atsın.
Çıkan her kelime namustur, çıkmayan her hakikat de
namussuzluktur.
Evet öyle: Sansür ve hele gönüllü otosansür namussuzluktur.
Halkın hakkı, hakikati, hayatiyetinden; ayrıca kendi haysiyetinden
çalmaktır.
Hakkımız olmayan bir uğursuzluktur.
Gazetecilik o yüzden, bırak gazeteci olmayanlara, gazetecilere bile
terk edilemeyecek kadar önemlidir; hakikate dair tek satır bile
gazetecilerin kolayca terk edemeyeceği kadar kıymetlidir.
Lakin yol kavşağı şudur:
Ya gazetecilerle gazetecilik yapılır…
Yahut onların dikenleri tam ayıklanıp ağalara, beylere, paşalara
dikensiz, “kompile” gül bahçesi sunulur.
Dikensiz çakma gül bahçesi, oksijensiz hava gibi olsa da!
Oksijensiz hava önünde sonunda hepimizi boğar; nihayetinde gülleri
de soldurur, çürütür, tüketir, ayakaltına döker zaten.
Not: Bu yazının tek sorumlusu, her zaman olduğu gibi, ama şimdi
özellikle benim. Ne bir editör, ne bir çalışan, ne bir
okuyan-okumayan!