Salih Tuna'dan Ertuğrul Özkök'e: Merak ettiğini söylediği partiyi domuz gibi biliyor!
Salih Tuna, Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök'ün Dücane Cündioğlu ile ilgili yazısına bugün köşesinden cevap verdi.
Yeni Şafak yazarı Salih Tuna, Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök'ün 15
Aralık 2015'te köşesine taşıdığı, Dücane Cündioğlu'nun hangi
partiye üye olduğu konusuyla ilgili yazısı için "Özkök elemanı
merak ettiğini söylediği partiyi domuz gibi biliyor, bilmese zaten
merak etmez" dedi.
Tuna, İslami kesimin özgün ve aykırı sesi olarak bilinen
Cündioğlu'nun MHP geleneğinden geldiğini söyleyerek, "Bu uğurda
yıllarca mahpus damında yattığını bilse ve bundan hareket ederek
MHP'yi kastetmiş olabilir kuşkusuna kapılsa inanın bu soruyu
sormazdı" dedi.
Salih Tuna'nın Yeni Şafak gazetesinde "O delirmeseydi ben
delirecektim" başlığıyla yayımlanan bugünkü yazısı
şöyle:
Bu ülkede İslam'a, İslamcılara cart curt edersen veya "itirafçı"
olursan anında keşfedilirsin yoksa allame-i cihan olsan
Özkökgillerin mahallesi duymaz.
Sezai Karakoç'tan Nuri Pakdil'e kadar birçok sanatçı, aydın hep bu
nedenle yok sayıldı.
"Klas duruş" sahibi olmanın bedelini her şeyden evvel korkunç bir
"sıkı denetime" maruz kalmakla ödediler.
Cemil Meriç bile İletişim Yayınları marifetiyle okurlara
ulaşmasaydı, kuvvetle muhtemel, hâlâ aynı muameleye tabi
tutulacaktı.
Dücane Cündioğlu da yıllar yılı gazetemiz Yeni Şafak'ta köşe
yazdı,
kitaplar yayımladı.
Lakin...
Çok sesli, çok renkli, çok açık zihinli olduğunu, tek bir sese
kapanmadığını iddia eden malum mahalle duymadı, duyurmak
istemedi.
Sonra ne olduysa, nasıl olduysa evvela Yeni Şafak'ta yazmamaya
başladı, sonra da (özellikle Gezi hadiselerinden sonra) birden
büyük filozof katına yükseltildi.
O kadar ki, Ali Poyrazoğlu tarafından bile keşfedilmiş, öve öve
bitirilememişti.
Şunu artık tartışamayız:
Bu ülkede sıkı entelektüel olmak, dünya çapında eserler vermek
iltifata mazhar olmak için yetmiyordu, bi şekilde İslamcılara
lagaluga etmek şarttı.
***
Dücane Cündioğlu'nun Hürriyet'te, Ahmet Hakan'ın da sitayişle
bahsettiği uzun bir röportajı yayımlandı.
Bana sorarsanız sadra şifa bir şey yoktu.
Türkiye'de "Diriliş" deyince neyin akla geldiğini bildiği, bilmesi
gerektiği halde gereksiz mugalata gayreti, İslamcılığın nasıl bir
çığlık olduğuna tanıklık ettiği halde "adına İslamcılık denen içi
boş tepkiselliğin" şeklindeki infazı, duvar diplerinde yıllar yılı
tartıştığımız "dinin tarihsel yorumlarının" eleştirisi falan
işte.
Gerçi sorular da pespayeydi.
Mesela, "Ciddi psikolojik travmalar yaşatıldı topluma. Kabataş'ta
bir kadına cinsel taciz iddiaları vs. Bu tür yalanlara
muhafazakârlar neden tepki vermiyor?" şeklinde bir soruya maruz
kaldı.
Filozofumuz da aynı "fiil" hakkında hem "iddia" hem "yalan"
yargısının yer aldığı bu soru dâhil, hemen hemen tüm sorulara
ihtiyaca uygun cevaplar verdi.
Gelgelelim, öyle bir şey söyledi ki, Ertuğrul Özkök'ü bile
heyecanlandırdı.
Dünkü yazısında, "ağzından baklayı çıkar da kimseye yaranamadığım
fabrika ayarlarından tekrar çıkmaya vesile bulayım" dercesine
fişteklemeye çalıştı.
Nasıl mı?
Şöyle: "Bu hafta Pazar Hürriyet'te, Çınar Oskay, Dücane
Cündioğlu'na soruyor: 'Aktif siyasete katılmayı hiç düşündünüz mü?'
Muhafazakâr yazarın cevabı çok ilginç: '1933'te Heidegger'in
yaptığı tarihsel yanlışa benzer bir yanlışı yinelemek bana göre
değildi, özellikle uzak durdum. Ben bir düşünce adamıyım, sadece
ülkem adına düşünüyorum, insanlık adına. Aktif siyaset benim işim
değil.' Varoluşçu Alman filozof Martin Heidegger, 1933'te Alman
Nazi partisine üye olmuş ve rektör seçilmişti. Merak ettim.
Cündioğlu, Heidegger'in Nazi hatasına düşmemek için acaba hangi
partiye üye olmayı reddetmiş..."
***
Özkök elemanı merak ettiğini söylediği partiyi domuz gibi biliyor,
bilmese zaten merak etmez.
Şayet Dücane'nin, MHP geleneğinden geldiğini ve bu uğurda yıllarca
mahpus damında yattığını bilse ve bundan hareket ederek MHP'yi
kastetmiş olabilir kuşkusuna kapılsa inanın bu soruyu sormazdı.
Dücane biraderimizin de kendisini Heidegger'e nispet etme şekli çok
ilginçmiş.
Böyle ilginç bir arkadaşım vardı...
İlerlemiş yaşına rağmen Viyana'da felsefe doktorası yapıyordu.
Bıraktı. Nedenini sordum, "yaşım 44" dedi, "Nietzsche gibi
delirmekten korkuyorum." (Malumunuz, Nietzsche 44'ünde
çıldırmıştı.)
Ben de, keşke kendini Wittgenstein'a nispet etseydin, dedim. Küstü.
O günden beri de benimle konuşmuyor. Artık ne anladıysa, ben
anlamadım. Küsmek yerine, intihar etseydi, anlardım.
Yine de kendimi suçlu hissediyorum; keşke Kant'ı örnek
verseydim.
Delirme korkusu yerine, insanların bana bakarak saatleri
ayarlamaları vebalini kaldıramam, der, en fazla ömür boyu evinden
çıkmazdı.