27 Mayıs 2014 12:57
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 16:10
Rıdvan Akar Medyaradar'a konuştu: Gezi Belgeselini yapmasaydım CNNTÜRK'de olmayabilirdim!
CNNTürk’te yaptığı belgeseller ve programlarla adından sıkça söz ettiren usta gazeteci Rıdvan Akar Medyaradar'dan Alev Gürsoy Cimin’e konuştu. İşte o sıcak söyleşi….
Bir toplantı salonu, hem de kocaman. Karşımda ise usta bir gazeteci. Dinliyorum derinlere dalarak. Sakin sakin anlatıyor… Sıcak, içten, samimi. Ve dahası işini çok seviyor… Yıllar süren gazetecilik macerasına rağmen işini hala mesleğe yeni başlamış bir stajyer heyecanı ile yapmak hiç de kolay olmasa gerek. İşte o bunu başarıyor. Rıdvan Akar, yıllar geçse de mesleğe olan heyecanını, tutkusunu kaybetmeyen meslektaşlarımızdan biri. Dile kolay haber yolunda tam 30 yıl. Ve gittikçe taçlanan bir başarı… Kimsenin cesaret edemediği işlere imza atıyor, çektiği belgesellerle yakın tarihe ışık tutuyor. Yaptığı özel haberlerle yitirilen o araştırmacı gazetecilik ruhunun aslında çok da uzaklarda olmadığını gözler önüne seriyor. Mesleğe yeni başlayacak olanlara aslında bu mesleğin hala yapılabilir; güzel bir meslek olduğunu, istedikten sonra yapıldığını ve hala bir umudun olduğunu sanki ortaya koyduğu habercilikle kanıtlıyor. Tarihini çok iyi bilmeyen ya da çabuk unutan bir toplum için çok hayırlı işler yapıyor o. CNNTürk’te yaptığı ‘Hayatın Tanığı’ programı ile tarihe tanıklık ediyor. Rıdvan Akar, 32. Gün geleneğinden geliyor, bir ustanın yetiştirdiği ustalardan biri. Bahçeşehir Üniversitesi’nin Karaköy’de bulunan kampüsünde buluştuk usta ile. Medyayı, çektiği belgeselleri, Gezi sürecini ve kaleme aldığı o "Beşiktaş'ın Dervişi Süleyman Seba" isimli nefis kitabı konuştuk. Ben çok büyük keyif aldım, dilerim siz değerli okurlarımız da buna ortak olursunuz. Şimdi ben aradan çekiliyor, sizi o güzel işlere imza atan Rıdvan Akar ile başbaşa bırakıyorum. Sevgiyle kalın, hep umutlu olun. Çünkü güzel yarınlar bizim, hepimizin.
RÖPORTAJ: ALEV GÜRSOY CİMİN
Twitter: gazetecialev
Mail: [email protected]
Fotograflar: Ayhan Yıldız
Gezi sürecinde en çok eleştirilen, hatta penguen medyası olarak anılan bir kanaldı CNNTÜRK. Siz de bu kanalda çalışan önemli bir gazetecisiniz. O süreçte risk demediniz, çekinmediniz o hassas sürece rağmen Gezi belgeseli hazırladınız. Hazırladığınız o belgesel Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından ödüle layık görüldü. Neler hissettiniz?
Hakikaten böyle bir konu ile böyle bir ödüle layık görülmek benim için büyük bir onur oldu. CNNTürk Gezi sürecinde gerçekten çok meşakkatli ve zor bir dönem yaşadı. O dönem Penguen medyası olarak bile adlandırıldı. Aslında CNNTürk o dönem yaptığı açıklamada Gezi olaylarını Halk TV’den sonra en çok veren ikinci kanaldı ancak algılar ön plana çıktı, tepkiler arttı. Gezi olayları devam ederken, bu belgeseli yaptık. Sanırım merkez medyada Gezi’yi o sıcaklığı içinde sadece Hayatın Tanığı belgesel formatında görmüştü. Ve bunu yaparken arkadaşlarımız büyük bir özveri gösterdi. Kızgınlık nedeniyle insanların bizimle konuşmak istemediği anlar bile oldu ama tüm bunları bir şekilde aştık. Sağ olsun Cemiyet de bu çabamızı görmezden gelmemiş.
Malumunuz Gezi sürecinde tüm dünyanın gözleri Türkiye’deydi. En çok da medyanın tavrı eleştirildi. Eleştirilen kanalların başındaydı dedik CNNTürk, peki sizin bu belgeseli hazırlamanız hiç sıkıntı yaratmadı mı, ya da birileri bunu sorun yapmadı mı?
Olmadı. Eğer olduysa da hepsi aşıldı. Sonuç itibariyle bu kanal istemeseydi bu Gezi belgeseli yayınlamayabilirdi de. Bütün herkes bu belgesel için büyük bir özveri ile çalıştı.
“GEZİ’YE DAHA ÇOK YER VERİLMELİYDİ EKRANLARDA”
Gezi Parkı belgeselinizin bir kısmının sansürlendiği iddiası da o dönem gündeme gelmişti bunun doğruluk payı var mı?
Hayır, bu iddia asla gerçeği yansıtmıyor çünkü tek bir müdahale bile olmadı. 44 dakikalık bir belgesel yaptık, 44 dakikası da yayındaydı Hayatın Tanığı’nda. Zaten programın süresi de bu kadar.
“EĞER O GEZİ BELGESELİNİ YAPMASAYDIM BUGÜN O KANALDA OLMAYABİLİRDİM”
Gazeteciliğin en büyük sorunlarından biri de yayınlanan haberlerden çok yayınlanmayan haberlerdir daha doğrusu yayınlanamayan. Gezi süreci de böyle bir dönemdi medya için. Peki, siz o süreç için kendinize özeleştiri yapabilir misiniz?
Tabii ki yaptım ve yaparım da. Bence Gezi’ye ekranda daha çok yer verilmeliydi. O dönemde her ne kadar ben kâğıt üzerinde Haber Müdürü olarak görünsem de aslında özel haberlerden sorumluydum ve kendi programlarımı yapıyordum. Habere Dair ve Hayatın Tanığı’na yoğunlaşmıştım. Süreçle ilgili yayın politikası hakkında Haber Merkezi zaten gerekli açıklamayı o dönem yaptı. Ben onların adına açıklama yapamam. Kendi adıma konuşacak olursam şunu çok net söyleyebilirim: Eğer o belgeseli yapmasaydım, bugün o kanalda da çalışmıyor olabilirdim. Madem onlar bana bu şansı verdi ben de bunu en iyi şekilde değerlendirmeliydim.
O gün CNNTürk yöneticileri direnseydi, en azından Gezi Parkı’nda yaşananlara daha fazla yer verilseydi her şey daha farklı olmaz mıydı?
Elbette haklısın ama bardağın sadece boş ve dolu tarafıyla değerlendirmemek lazım. Bir de bardağın konduğu masa var ve o masa çok girintili çıkıntılı, pürüzlü. Medyanın zeminine ve bir de siyasal iklime bakılmalı. Tüm meslektaşlarımız bulunduğu kurumlarda bu zor şartlarda gazetecilik yapmaya çalışıyor, zor bir dönemden geçiyoruz. CNNTürk de o masadaki zemin üzerinde habercilik yapıyor.
“MESLEKTE EN İSTEKSİZ, EN KEYİFSİZ DÖNEMİ YAŞIYORUM”
Peki, böylesine zor bir dönemde yaptığınız gazetecilikten haz duyuyor musunuz?
Hayır duymuyorum. Ben mesleğe 1984 yılında Türk Haberler Ajansı’nda başladım. Meslekte en isteksiz en keyifsiz dönemi yaşadığımı söyleyebilirim.
Ben doğduğumda siz mesleğe başlamışsınız. Rıdvan Bey, bahsettiğiniz o zor iklime rağmen işini en iyi yapanlar arasındasınız.
Bu benim için şans aslında. Barış Tünay’ın verdiği destekle istediğim şeyleri yapabileceğim bir kulvar var. Bu her meslektaşıma nasip olmuyor. Ben de bu fırsatı mümkün olduğunca çok iyi değerlendirmeye, habercilik yapmaya gayret ediyorum.
“İKTİDARIN MEDYAYA YÖNELİK BASKISI ÖZGÜR HABERCİLİĞİ KISITLIYOR”
Peki, neler oluyor medyada? Neden böyle, nasıl bir süreçtir bu ve bizlerin sorunu ne?
Aslında medyanın bir değil birden fazla sorunu var. Son 30 yılda askeri cunta, yasaklar ve sıkıyönetimi gören bir medya düşünün! O şartlar altında habercilik yapmak için bedeller ödeyen gazeteciler vardı. Ben işte böyle bir dönemde mesleğe başladım. O bedel ödeme devri hiç bitmedi. Önce askeri rejimin sıkıyönetimi vardı. Ardından 90’lı yıllarda terörle mücadele yasasının ünlü 6. ve 8. maddesi gazetecilere uygulanırdı, onları yaşadık. Sonra ardından 28 Şubat süreci derken ve şimdi… Sanırım bugün yaşadığımız süreç diğerlerinden şöyle farklı; doğrudan doğruya fiili olarak medyanın istenilen biçimde dizayn edildiği ve bu dizayn sürecinde de kendisinden farklı düşüneni medya dışında bırakma, güçsüzleştirme konusunda oldukça ciddi bir inisiyatif kullanıldığı dönemden geçiyoruz. Bu dayatmacı ve muarızını sektör dışına iten inisiyatif gazetecilerin muhalefet etme, haber yapma ve gazeteciliğin evrensel ilkeleri içerisinde haber verme, doğru ve gerçek haberi tarafsız yayınlama özgürlüklerini önemli ölçüde kısıtlıyor. Türkiye’nin dünya ölçeklerinde basın özgürlüğü konusunda 154. sırada gözüktüğü performansı da bunun bir göstergesi.
“GEZİ SÜRECİNDE MESLEKTAŞLARIMIZ SEKTÖR DIŞINA İTİLDİ”
Muhalif gazeteciler de artık medyada neredeyse yok, sanırım hepsi işsiz kaldı…
Evet, özellikle son iki yılda birçok değerli meslektaşımızın kolu kanadı kırıldı. Sadece Gezi sürecinde 83 meslektaşımız işsiz kaldı. Medyada çok önemli işlere imza atan isimlerdi ve belli bir duruş sergiledikleri için sektörün dışına itildiler. Sadece bu da değil son 2 yıldır Türkiye, basın özgürlüğünde dünyada ne yazık ki en çok tutuklu gazetecinin bulunduğu ülke konumunu sürdürüyor. Bunlar hiç de övünülecek durumlar değil. Sosyal medyada yaşanan yasakları görmezden gelip, ‘gazeteciler hazırlanan uluslararası raporlara tepki göstersin’ lafzı ve durumdan vazife çıkarıp itaat edenler hüzün veriyor. Medya dördüncü kuvvet olma özelliğini de yitirdi.
“İNSANLAR AŞAĞILADIĞI BİR MESLEĞİ YAPMAMALI”
Çok yadırgadığım bir açıklama yapıldı geçenlerde “Gazeteciliğin yüzde 99’u alçaklık ve korkaklıktır” dedi Ahmet Altan. Ben çok üzüldüm bu açıklamaya ya siz?
Ben katılmıyorum Ahmet Altan’a. İnsanlar bu kadar aşağıladığı bir mesleği yapmamalı. Ben mesleğimle gurur duyuyorum, mesleğimize itibarını icra edenler kazandırır ya da kaybettirir. Aslında gazetecilikteki itibar kaybı bu döneme özgü değil. Doğan Heper, askeri cunta dönemini bizimle yaptığı bir söyleşide şöyle anlatmıştı: “İlk bize askeri cunta hangi haberi yapıp yapmayacağımızı sıkıyönetim komutanı imzası ile yolladı, biz de onu haber merkezimizde yazı işlerinin duvarına astık ama aradan bir süre geçti yavaş yavaş rütbeler azaldı, astsubay düzeyinde kişilerden bile talimatlar gelmeye başladı” demişti. Hakikaten askeri cuntanın geçmişteki o olağanüstü baskısını geride bırakıldığında, Turgut Özal döneminde Özal’ın “2,5 medya kalacak” şeklindeki o ünlü kehaneti medyaya müdahale sürecinin de önünü açtı diye düşünüyorum. Medya Özal döneminde ya cezalandırılarak ya sindirilerek ya da satın alınarak, hibeler ve arsalarla bugünkü konumuna getirildi. Özelleştirmeler de tabii bu yaşananlarda etkili oldu. Medya patronları sadece gazetecilikle değil, başka sektörlerde de faaliyet gösterdiği ve devletle de sıcak ilişkiler içerisinde oldukları için daha kırılgan bir medya patronajı oluştu.
“İKTİDAR KENDİ MEDYASINI YARATIYOR, BAŞKA SESLERE TAHAMMÜL YOK”
Bugünün geçmişten farkı ne peki?
Geçmişte iktidarlar var olan medya kuruluşları ile uzlaşır veya kavga ederlerdi. Ama o dönemki iktidarlar bir medya kuruluşunu dönüştürüp, kendi medyasını yaratma konusunda herhangi bir inisiyatif kullanmazlardı. Son dönemde görüyoruz ki kendi medyasını yaratan bir siyasi irade var. Dahası kendi sesi dışında başka hiçbir ses ve görüşe tahammülleri yok.
“İKTİDAR MEDYA İLE KAVGA ETMEYİ SEVİYOR”
Siz bunları söylerken aklıma Başbakan’ın “eyy” diye başlayan hitabı geldi. Eyy Aydın Doğan, eyy Turgay Ciner şeklindeki. Bunlar ne anlama geliyor peki?
Siyasal iktidarlar medya ile kavga etmeyi seviyorlar. O aslında bir vitrin düzenlemesi. Halka “Bakın ben o kadar cesurum ki medyaya bile posta koyabiliyorum” imajı öne çıkarılıyor. Sadece medya değil TÜSİAD’a ve başka STK’lara da yapılan aynı şey. Bugün iktidarın medyaya yönelik “EY” diye başlayan seslenişleri yeni değil. Geçmiş iktidarların da medya ile böylesi bir gerilim politikası oldu. Bu halkın gözünde ‘kahramanlaşmanın’’ en kolay yolu. Ancak medya üzerinde ürkütücü bir baskı var. Siz bir haber yapıyorsunuz ve o haber için birileri sürekli bedel ödüyor.
“İKTİDARLAR İÇİN KAHRAMANLAŞMANIN YOLU MEDYA İLE KAVGADAN GEÇİYOR”
Siz hiç haber yüzünden bedel ödediniz mi?
Hem de çok kez. Mesela Panorama Dergisi’ndeyken bir medya kuruluşunu çok yakından ilgilendiren arazi yolsuzluğu haberi yapmıştık. O nedenle de bütün gruba yapılan zam bizim çalışanlara normalin çok altında müstahak görülmüştü. Biz de buna tepki gösterip dergiyi çıkarmamıştık, o zamanlar bu tür eylemler yapılabiliyordu. Asil Nadir de hepimizi işten kovmuştu. Sonra öğrendik ki o medya kuruluşuna ait arazinin bir bölümü aslında Asil Nadir’e satılmış ama bizim bundan haberimiz yok. Tempo Dergisi’nde çalıştığımız dönemde genel yayın yönetmeni rahmetli Emin Tanrıyar yapılan bir haber nedeniyle haksız yere atıldığında gitmiştim. O dönemlerde bir dayanışma söz konusuydu. Farklı düşünenlerin mesleki saiklerin önüne geçemediği dönemlerdi. Şimdi kendinden olmayan yok ediliyor. Mesela geçmişte merkez sağı temsil eden Tercüman gazetesi o dönem çoğunlukla solculardan oluşuyordu. Tek seslilik yoktu ve gazetecilerin duruşu patronajı rahatsız etmezdi. Şimdi bırakın muhalif olmayı, paralel devlet tartışmaları bile aynıları aynı, gayrıları gayrılaştırmaya yetti.
“ÖZGÜRLÜĞÜM KISITLANMASIN DİYE DENGELİ HABERCİLİK YAPIYORUM”
Peki, Rıdvan Akar ne kadar özgür ya da kendini ne kadar özgür hissedebiliyor?
Şu anda kendimi oldukça özgür hissediyorum. Çünkü bugüne kadar Habere Dair ve Hayatın Tanığı’nda yapmak istediklerimi gerçekleştirdim. Ama şunu itiraf edeyim: Kendi haber çizgimi belirlerken verili koşulları dikkate alıyorum ki herhangi bir sansür ve müdahale ile özgürlüğüm kısıtlanmasın.
“OTO SANSÜR OLMADIĞINI SÖYLEYEN YALAN SÖYLER”
Yani bir nevi oto sansür mü?
Öyle de algılanabilir. Yeni bir dil buluyor ve kurguluyorsunuz. Zira böylesine kaygan bir zeminde gazetecilik yapmak için o dile ihtiyacımız var. Kaldı ki bu dil arayışı olmadığını ya da bunu yapmadığını söyleyen yalan söylüyordur.
Ben sizi çok önemsiyorum çünkü yaptığınız müthiş belgesellerle gerçekten tarihe tanıklık ediyorsunuz. Hayatın tanıklığı çok önemli bir rol olsa gerek?
Zor ama bir yandan da çok keyifli. Biz son yıllarda tarihi daha çok ve daha özgür konuşur hale geldik. Bu biraz askeri vesayetin kalkmasından da kaynaklandı. Böyle bir süreçte biz Hayatın Tanığı’nda gerçekten yakın dönem Türk siyasi tarihine ışık tutuyoruz. Benim umudum ve beklentim önümüzdeki 3-4 yılda da bu programı devam ettirirsek yakın dönem tarihinin bütün önemli kilometre taşlarını kayıt altına almış olacağız.
“ROBOSKİ DE HABER OLABİLİYORMUŞ DEDİRTTİK”
Çok kritik belgesellere imza atıyorsunuz. Belki de kimsenin cesaret edemeyeceği türden. Sivas olayları, Maraş Katliamı, Gezi olayları gibi. Bu yakın tarihin medyasında bunları sırtlamak güç değil mi?
Bizim onur duyduğumuz haberlerden biri de Roboski belgeselimizdi. Medyada bu konuda büyük suskunluk ve ölü toprağı varken bu ölü toprağını kaldıran isim aslında belgeselci Ümit Kıvanç’tır. Ama Ümit Kıvanç bunu kişisel inisiyatifini kullanarak gerçekleştirdi. Merkez medyada ise “Roboski de haber yapılabiliyormuş” duygusunu uyandıran bizim bu çabamız oldu. Nitekim biz Roboski çalışmamızla Antalya’da bir ödül aldık. O bizim onurumuzdur.
“AYŞENUR ARSLAN’IN CNN’DEN GİDİŞİ BENİ ÜZDÜ”
CNNTürk size güzel fırsat sunmuş. Dilerim daha da özgür alanlar doğar herkes için. Ama bir dönem sanki bu kanalı da bir dizayn çalışması oldu gibi. Mesela Ayşenur Arslan’ın gidişi, Akif Beki’nin o dönem kalışı… Siz o sancılı sürece tanıktınız biraz anlatır mısınız?
Ayşenur’un gidişi beni çok üzdü. Benim o süreçte fiili bir yöneticilik görevim yoktu. Yaşanan olaylar konusunda yorumlar zaten yapıldı ve basına da yansıdı. Ama Ayşenur CNNTürk için çok önemli bir isim ve markaydı. Gittiği her yere değer taşıyacak diye düşünüyorum.
“BİRAND İLE ÇALIŞIRKEN HABERİM OLMADAN İŞTEN ATILMIŞIM”
Çok iyi belgeseller yapıyorsunuz. Bu belgeseller yüzünden zaman zaman başınızın ağrıdığı da oldu. Bizde giden ve ölenin ardından çok konuşulmaz ama herkes gibi bende çok merak ediyorum. "Son Darbe: 28 Şubat" adlı belgesel nedeniyle rahmetli Birand ile davalık olmuştunuz. Ne oldu o konu, kapandı mı?
Benim Mehmet Ali Bey’e açtığım iki farklı dava vardı. Bunlardan biri 15 yıllık kıdem tazminatımla ilgiliydi. 32. Gün’den ayrılmak zorunda bırakıldığım için açmıştım. O kıdem tazminatını almak istedim çünkü 35 ile 50 yaşlarım arasında 32. Gün için emek verdim ve tüm olgunluk dönemim burada geçti. O kıdem tazminatımın da çocuklarımın geleceği ve hakkı olduğunu düşündüm. Bugün artık mahkeme tutanaklarında geçtiği için söylememde sakınca görmüyorum; Mehmet Ali Bey ile çalışırken benim haberim olmadan işten atılmışım. Mehmet Ali beyin Cnntürk’te genel yayın yönetmeni olduğu dönemde ‘sana ihtiyacım var’ demesi üzerine, 32. Gün Genel Yayın Yönetmenliği ile birlikte Cnntürk haber müdürlüğü görevini de üstlendim. İşte bu nedenle ‘iş değiştirdiğim’ gerekçesiyle işten atılmışım. Şu an dava sürüyor bilirkişi aşamasında. Adaletin tecelli etmesini umuyorum.
“BİRAND’IN ÖLÜMÜNÜN ARDINDAN DAVAMDAN VAZGEÇTİM”
Ya 28 Şubat Belgeseli? Bir emek hırsızlığından söz ediliyordu…
Artık bu saatten sonra bu deyimi kullanmak istemem. Çünkü Mehmet Ali Bey artık aramızda yok. Benim orada gösterdiğim entelektüel bir itiraz ve hesaplaşmaydı. 8 yıllık emeğimin hiçe sayılmasına duyulan bir tepkiydi. 28 Şubat belgeseli ile ilgili iki farklı dava açmıştım. Biri ceza davası, diğeri ise tazminat davasıydı. Mehmet Ali Bey’in vefatından bir hafta sonra her iki davayı da geri çektim.
“BİRAND’IN ANISINI BİR DAVADA KİRLETMEK İSTEMEDİM”
Neden?
Mehmet Ali Bey’in anısının herhangi bir biçimde bir dava ile lekelenmesini istemedim.
“BİRAND’A ASLA KIRGIN DEĞİLİM”
Kırgın mı ayrıldınız?
Bitti. O gitti. Her şey geçmişte kaldı, onu seviyor ve sayıyordum. Sevgim her daim sürecek. (Gözleri doluyor Rıdvan Akar’ın)
“BİRAND BENİM USTAM”
Ama haksızlığa da uğramışsınız! İnsan kendine haksızlık yapan birini nasıl sever?
Her şey geçmişte kaldı. Mehmet Ali Bey benim ustam. Ben Birand tarafından yetiştirilmiş bir televizyon gazetecisiyim. Her şeyi ondan öğrendim. Birand, sadece bana değil beraber çalıştığı bütün insanlara kendilerini kanıtlama imkânı sağladı. Acı tatlı pek çok şey yaşadık onunla. Onu her daim beni bugünlere getiren meslek büyüğüm olarak anacağım.
Cenaze törenine de katılmıştınız değil mi?
Elbette. Böyle acı olaylarda birileri magazin amaçlı meze yapılmak istenir. Birand ile aramızda yaşanan polemik ve dava durumu nedeniyle orada da maalesef bazı meslektaşlarımız beni seçtiler. Ben halisane Mehmet Ali Bey’e son görevimi yaptım.
Hem gazeteci hem de televizyoncusunuz. Aslında bunların ikisi çok başka şeyler. Sizin on parmağınızda on marifet…
Biliyor musun Alev, ben ilk zamanlar seslendirme yapmaya çalıştığımda, Mehmet Ali Birand’ın saatlerce o minik seslendirme odasında, benim sesimi düzeltmek için çalıştırdığını bilirim. Ortada böyle emek ve çaba varken onu hayırla anmamayı hangimiz düşünebiliriz? 32. Gün geleneğinden gelen bütün arkadaşlarımın da böyle düşündüğünü sanıyorum.
Ben sizin işten habersiz gönderilişinizi yadırgadım. Onca emek verirken.
Ben de mahkeme sürecinde öğrendim. Doğrusu benim için de bir şoktu. Aslında onu salt Birand değil de çalışanı olduğum Bir TV kanalı tarafından gerçekleşmiş bir tasarruf olarak görmek lazım.
Rıdvan Akar cesur mudur?
Oldukça, mümkün mertebe. Vazgeçmeyi biliyorum mesela.
Nelerden vazgeçebilirsiniz mesela?
İşimden mesela.
Ne olursa vazgeçersiniz?
İstediklerim olmazsa elbette. Meslek ilkelerimden ödün verdiğimi ya da verdirildiğini ve bir yerlere savrulduğumu hissettiğimde.
İlkelerini yitiren ve oradan oraya savrulan bazı meslektaşları görünce merak ettim, sizin ilkeleriniz nedir?
Birincisi kendi mesleki inisiyatif ve özgürlüğümü kullanamamam. İkincisi de bir şeylerin bana dayatılması olur herhalde.
Peki, medyayı nasıl buluyorsunuz cesur mu korkak mı?
Elbette çok cesur işlere imza atan, habercilik yapan meslektaşlarımız var. Medyanın genel durumuna bakıldığında ise elbette zor bir süreçten geçiliyor. Medya üzerinde olan baskı da genel olarak herkesi fazlasıyla etkiliyor. Oto kontrol işte burada karşımıza çıkıyor.
Özel Haberler, muhteşem belgeseller derken müthiş bir işe daha imza attınız. Beşiktaş JK'nın gelmiş geçmiş en büyük ve en saygıdeğer başkanlarından biri olan Süleyman Seba'nın 88 yıllık ömrünün hikâyesini muhteşem bir kitap yaptınız, nasıl ikna ettiniz kendisini böyle duruma?
Süleyman Ağabey ile karşılaştığımda karşımda bir efsane vardı. “Başkanım” diye hitap ettim kendisine, “bana bir daha başkanım deme o eskide kaldı” dedi. Onun yakınındaki herkes de bilir ki ona Süleyman Abi denir… Ben Kabataş Erkek Lisesi mezunuyum. Kabataş’ın 100. Yıl belgeselini yapmıştım. İşte o belgesel nedeniyle Süleyman Seba ile de bir röportaj yapmıştım. Daha önce birçok önemli yayın kuruluşundan da böyle teklifler kendisine edilmiş ama o aradan yıllar geçtiği için isimleri ve olayları yanlış hatırlarsam birilerine haksızlık edebilirim kaygısıyla reddetmiş. Benim kendisini ikna sürecim ise üç yıl sürdü. İkna sürecinde biz Süleyman Ağabey’e her defasında, söylediği her şeyi tarihi olaylarla sağlamasını yapacağımız sözünü verdik. Hakikaten de çok meşakkatli bir işti.
Zor bir adam mıdır Süleyman Seba?
Süleyman Ağabey zor bir insan ama zor olduğu kadar da dünya tatlısı ve çok karizmatik biri.
Kitabı kaleme alırken sizi en çok neyi etkiledi o efsanenin?
Süleyman Seba’nın iki farklı özelliği var. Bunlardan bir tanesi Beşiktaş’ın efsane başkanı olması. Diğeri de Milli İstihbarat Teşkilatı’nda hayatının 40 yılını geçirmesi, hiç evlenmemiş olması ve annesi ile yaşaması. Bambaşka bir hayat. Düşününüz ki bir Beşiktaş başkanı bir toplantıya gidecek, önce annesi ile akşam yemeğini yiyor ardından elini öpüyor ve annesini yatırdıktan sonra o toplantıya gidiyor. Ve Milli İstihbarattaki görev ve roller. Bunlar beni çok etkiledi.
Ya sevdaları?
(Gülüyor) Evet bir de sevdaları. Biri kamuoyuna yansıdığı ve hatta birlikte olduğu o hanım da bunu kitaplaştırdığı için alenileşti ama diğerleri Sayın Seba tarafından büyük bir titizlikle korundu. Zaten hiç evlenmemiş. Çok sevdiği, âşık olduğu biri varmış; onunla evlenmek istiyor ancak ailesi buna karşı çıkıyor. Kendi kökeninden biri ile evlenmesini istiyor çünkü ailesi geleneklerine sıkı sıkıya bağlı. O da hiç evlenmem o zaman diyor. Gerçekten de evlenmiyor ama biliyor musunuz karşıdaki o kadın da hiç evlenmiyor. Böyle sevdalar o yıllarda varmış.
Süleyman Bey’le vaktiniz güzel geçmiş belli ki, ortaya böyle güzel bir kitap çıkmış.
Bak sana beni çok etkileyen bir cümlesini anlatacağım. Çok uzun vakit geçiriyorduk birlikte. Bir gün dedi ki “Çocuklar üç aylığımı alayım sizi yemeğe götüreceğim” acayip şaşırdım. Şimdi Türkiye’deki kulüp başkanlarını düşünün milyon dolarlar kazanıyorlar, araziler, binalar alıyorlar. Servet sahipleri… Bir de karşınızda efsane olan bir adam var ve sizi yemeğe götürmek için üç aylığını bekliyor. Süleyman Seba’nın babadan kalma bir evi var. Madida’nın transferi için para bulamıyorlar, kaporayı yatıracaklar. Yöneticilerin hepsi suskun o da evini ipotek edip o transfer parasını yatırıyor. Hayatımızda bir tane malvarlığımız var, ve siz bunu gözünüzü kırpmadan veriyorsunuz. Beşiktaş için feda olsun diyorsunuz. Boşuna Beşiktaş’ın Dervişi Süleyman Seba demedik bu kitabın adına.
Siz de çok sıkı Beşiktaşlısınız. Bu fanatik Beşiktaşlılık nereden geliyor?
Semtten geliyor. Ben çocukluğumu Beşiktaş’ta geçirdim. Bizim çocukluğumuzda Beşiktaş şampiyon olduğunda esnaf zeytin ve peynir ikramında bulunurdu müşterilerine, siyah beyaz. O semtin ayrı bir havası, ayrı bir kokusu var. Çarşı ruhuna bakınca bunu görürsünüz.
“ÇARŞI GÖĞSÜMÜZÜ KABARTIYOR”
Çarşı deyince aklıma Çarşı'nın duruşu geldi. Dimdik, eğilmeyen ve cesur. Bazen de her şeye karşı… Son dönemde yaşananlarda da tüm müdahalelere rağmen duruşunu hiç bozmadı değil mi?
Evet, Çarşı bizim göğsümüzü kabartıyor. Özellikle Gezi sürecinde büyük bir özveri ile sonunda nasıl bir bedel ödeneceğini hiç önemsemeden son derece aktif bir rol üstlendiler. Gezi 31 Mayıs’tır. Ama biz 21 Mayıs’ta kendi Gezimizi yaşamıştık. Stadın kapatılacağı son maçtı, artık İnönü’ye veda edecektik. Gençlerbirliği karşılaşmasında çok ciddi bir polis müdahalesi ile karşı karşıya kalındı hem de ortada hiçbir neden yokken. Ben de yaralanmıştım. Tribünde sağımdaki arkadaşımın bileği kırılmış, solumdakinin ise koluna beş dikiş atılmıştı. Savaşa değil maça gitmiştik. Oradaki duruş sanki Gezi’nin miladı gibi.
Bu duruşu neye borçlu Çarşı?
Çarşı Türkiye’deki ilk ciddi ve organize bir taraftar grubu. 32 yıla dayanan bir geçmişten söz ediyoruz. Semtin çocukları, birbirini tanıyan insanlar. Semtin o aykırı ve delikanlı atmosferinden de önemli ölçüde etkilenmişler. Beşiktaş’ın da her zaman semt olarak zaten muhalif bir duruşu var.
Fenerbahçe taraftarını da ben son dönemde nedense Çarşı’ya çok benzetiyorum.
Fenerbahçe taraftarının 3 Temmuz sonrasındaki genel duruşu ve performansının çok takdir edilecek bir duruş olduğunu düşünüyorum. Fenerbahçe tribünü 3 Temmuz ile birlikte seyircilikten yeniden taraftarlığa döndü. Kendilerini takdirle izliyoruz.
Gelelim siyaset dünyasına. Önümüzdeki süreçte çok kritik bir seçim var. Cumhurbaşkanlığı seçimi için ne düşünüyorsunuz Başbakan Erdoğan, Köşk’e çıkar mı?
Muhtemelen öyle olacak gibi görünüyor. 3 dönem kuralı ile ilgili alınan son AK Parti MKYK kararı da sanki bunun göstergesi. Türkiye çok önemli günlere gebe. Benim görüşüm o ki yakın zamanda Başbakan’ın adaylığı açıklanır.
Son olarak size Medyaradar'ı da sorayım. Takip ediyor musunuz?
Elbette. Muhteşemsiniz. Düzenli olarak her gün baktığım ve takip almaktan büyük keyif aldığım bir mecra. İyi ki varsınız…
Siz de iyi ki varsınız. Hep de Varolsun. Değerli kaleminiz hiç susmasın… Bana bu güzel röportaj için vakit ayırdığınız için size ne kadar teşekkür etsem azdır…
RÖPORTAJ: ALEV GÜRSOY CİMİN
Twitter: gazetecialev
Mail: [email protected]
Fotograflar: Ayhan Yıldız
Gezi sürecinde en çok eleştirilen, hatta penguen medyası olarak anılan bir kanaldı CNNTÜRK. Siz de bu kanalda çalışan önemli bir gazetecisiniz. O süreçte risk demediniz, çekinmediniz o hassas sürece rağmen Gezi belgeseli hazırladınız. Hazırladığınız o belgesel Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından ödüle layık görüldü. Neler hissettiniz?
Hakikaten böyle bir konu ile böyle bir ödüle layık görülmek benim için büyük bir onur oldu. CNNTürk Gezi sürecinde gerçekten çok meşakkatli ve zor bir dönem yaşadı. O dönem Penguen medyası olarak bile adlandırıldı. Aslında CNNTürk o dönem yaptığı açıklamada Gezi olaylarını Halk TV’den sonra en çok veren ikinci kanaldı ancak algılar ön plana çıktı, tepkiler arttı. Gezi olayları devam ederken, bu belgeseli yaptık. Sanırım merkez medyada Gezi’yi o sıcaklığı içinde sadece Hayatın Tanığı belgesel formatında görmüştü. Ve bunu yaparken arkadaşlarımız büyük bir özveri gösterdi. Kızgınlık nedeniyle insanların bizimle konuşmak istemediği anlar bile oldu ama tüm bunları bir şekilde aştık. Sağ olsun Cemiyet de bu çabamızı görmezden gelmemiş.
Malumunuz Gezi sürecinde tüm dünyanın gözleri Türkiye’deydi. En çok da medyanın tavrı eleştirildi. Eleştirilen kanalların başındaydı dedik CNNTürk, peki sizin bu belgeseli hazırlamanız hiç sıkıntı yaratmadı mı, ya da birileri bunu sorun yapmadı mı?
Olmadı. Eğer olduysa da hepsi aşıldı. Sonuç itibariyle bu kanal istemeseydi bu Gezi belgeseli yayınlamayabilirdi de. Bütün herkes bu belgesel için büyük bir özveri ile çalıştı.
“GEZİ’YE DAHA ÇOK YER VERİLMELİYDİ EKRANLARDA”
Gezi Parkı belgeselinizin bir kısmının sansürlendiği iddiası da o dönem gündeme gelmişti bunun doğruluk payı var mı?
Hayır, bu iddia asla gerçeği yansıtmıyor çünkü tek bir müdahale bile olmadı. 44 dakikalık bir belgesel yaptık, 44 dakikası da yayındaydı Hayatın Tanığı’nda. Zaten programın süresi de bu kadar.
“EĞER O GEZİ BELGESELİNİ YAPMASAYDIM BUGÜN O KANALDA OLMAYABİLİRDİM”
Gazeteciliğin en büyük sorunlarından biri de yayınlanan haberlerden çok yayınlanmayan haberlerdir daha doğrusu yayınlanamayan. Gezi süreci de böyle bir dönemdi medya için. Peki, siz o süreç için kendinize özeleştiri yapabilir misiniz?
Tabii ki yaptım ve yaparım da. Bence Gezi’ye ekranda daha çok yer verilmeliydi. O dönemde her ne kadar ben kâğıt üzerinde Haber Müdürü olarak görünsem de aslında özel haberlerden sorumluydum ve kendi programlarımı yapıyordum. Habere Dair ve Hayatın Tanığı’na yoğunlaşmıştım. Süreçle ilgili yayın politikası hakkında Haber Merkezi zaten gerekli açıklamayı o dönem yaptı. Ben onların adına açıklama yapamam. Kendi adıma konuşacak olursam şunu çok net söyleyebilirim: Eğer o belgeseli yapmasaydım, bugün o kanalda da çalışmıyor olabilirdim. Madem onlar bana bu şansı verdi ben de bunu en iyi şekilde değerlendirmeliydim.
O gün CNNTürk yöneticileri direnseydi, en azından Gezi Parkı’nda yaşananlara daha fazla yer verilseydi her şey daha farklı olmaz mıydı?
Elbette haklısın ama bardağın sadece boş ve dolu tarafıyla değerlendirmemek lazım. Bir de bardağın konduğu masa var ve o masa çok girintili çıkıntılı, pürüzlü. Medyanın zeminine ve bir de siyasal iklime bakılmalı. Tüm meslektaşlarımız bulunduğu kurumlarda bu zor şartlarda gazetecilik yapmaya çalışıyor, zor bir dönemden geçiyoruz. CNNTürk de o masadaki zemin üzerinde habercilik yapıyor.
“MESLEKTE EN İSTEKSİZ, EN KEYİFSİZ DÖNEMİ YAŞIYORUM”
Peki, böylesine zor bir dönemde yaptığınız gazetecilikten haz duyuyor musunuz?
Hayır duymuyorum. Ben mesleğe 1984 yılında Türk Haberler Ajansı’nda başladım. Meslekte en isteksiz en keyifsiz dönemi yaşadığımı söyleyebilirim.
Ben doğduğumda siz mesleğe başlamışsınız. Rıdvan Bey, bahsettiğiniz o zor iklime rağmen işini en iyi yapanlar arasındasınız.
Bu benim için şans aslında. Barış Tünay’ın verdiği destekle istediğim şeyleri yapabileceğim bir kulvar var. Bu her meslektaşıma nasip olmuyor. Ben de bu fırsatı mümkün olduğunca çok iyi değerlendirmeye, habercilik yapmaya gayret ediyorum.
“İKTİDARIN MEDYAYA YÖNELİK BASKISI ÖZGÜR HABERCİLİĞİ KISITLIYOR”
Peki, neler oluyor medyada? Neden böyle, nasıl bir süreçtir bu ve bizlerin sorunu ne?
Aslında medyanın bir değil birden fazla sorunu var. Son 30 yılda askeri cunta, yasaklar ve sıkıyönetimi gören bir medya düşünün! O şartlar altında habercilik yapmak için bedeller ödeyen gazeteciler vardı. Ben işte böyle bir dönemde mesleğe başladım. O bedel ödeme devri hiç bitmedi. Önce askeri rejimin sıkıyönetimi vardı. Ardından 90’lı yıllarda terörle mücadele yasasının ünlü 6. ve 8. maddesi gazetecilere uygulanırdı, onları yaşadık. Sonra ardından 28 Şubat süreci derken ve şimdi… Sanırım bugün yaşadığımız süreç diğerlerinden şöyle farklı; doğrudan doğruya fiili olarak medyanın istenilen biçimde dizayn edildiği ve bu dizayn sürecinde de kendisinden farklı düşüneni medya dışında bırakma, güçsüzleştirme konusunda oldukça ciddi bir inisiyatif kullanıldığı dönemden geçiyoruz. Bu dayatmacı ve muarızını sektör dışına iten inisiyatif gazetecilerin muhalefet etme, haber yapma ve gazeteciliğin evrensel ilkeleri içerisinde haber verme, doğru ve gerçek haberi tarafsız yayınlama özgürlüklerini önemli ölçüde kısıtlıyor. Türkiye’nin dünya ölçeklerinde basın özgürlüğü konusunda 154. sırada gözüktüğü performansı da bunun bir göstergesi.
“GEZİ SÜRECİNDE MESLEKTAŞLARIMIZ SEKTÖR DIŞINA İTİLDİ”
Muhalif gazeteciler de artık medyada neredeyse yok, sanırım hepsi işsiz kaldı…
Evet, özellikle son iki yılda birçok değerli meslektaşımızın kolu kanadı kırıldı. Sadece Gezi sürecinde 83 meslektaşımız işsiz kaldı. Medyada çok önemli işlere imza atan isimlerdi ve belli bir duruş sergiledikleri için sektörün dışına itildiler. Sadece bu da değil son 2 yıldır Türkiye, basın özgürlüğünde dünyada ne yazık ki en çok tutuklu gazetecinin bulunduğu ülke konumunu sürdürüyor. Bunlar hiç de övünülecek durumlar değil. Sosyal medyada yaşanan yasakları görmezden gelip, ‘gazeteciler hazırlanan uluslararası raporlara tepki göstersin’ lafzı ve durumdan vazife çıkarıp itaat edenler hüzün veriyor. Medya dördüncü kuvvet olma özelliğini de yitirdi.
“İNSANLAR AŞAĞILADIĞI BİR MESLEĞİ YAPMAMALI”
Çok yadırgadığım bir açıklama yapıldı geçenlerde “Gazeteciliğin yüzde 99’u alçaklık ve korkaklıktır” dedi Ahmet Altan. Ben çok üzüldüm bu açıklamaya ya siz?
Ben katılmıyorum Ahmet Altan’a. İnsanlar bu kadar aşağıladığı bir mesleği yapmamalı. Ben mesleğimle gurur duyuyorum, mesleğimize itibarını icra edenler kazandırır ya da kaybettirir. Aslında gazetecilikteki itibar kaybı bu döneme özgü değil. Doğan Heper, askeri cunta dönemini bizimle yaptığı bir söyleşide şöyle anlatmıştı: “İlk bize askeri cunta hangi haberi yapıp yapmayacağımızı sıkıyönetim komutanı imzası ile yolladı, biz de onu haber merkezimizde yazı işlerinin duvarına astık ama aradan bir süre geçti yavaş yavaş rütbeler azaldı, astsubay düzeyinde kişilerden bile talimatlar gelmeye başladı” demişti. Hakikaten askeri cuntanın geçmişteki o olağanüstü baskısını geride bırakıldığında, Turgut Özal döneminde Özal’ın “2,5 medya kalacak” şeklindeki o ünlü kehaneti medyaya müdahale sürecinin de önünü açtı diye düşünüyorum. Medya Özal döneminde ya cezalandırılarak ya sindirilerek ya da satın alınarak, hibeler ve arsalarla bugünkü konumuna getirildi. Özelleştirmeler de tabii bu yaşananlarda etkili oldu. Medya patronları sadece gazetecilikle değil, başka sektörlerde de faaliyet gösterdiği ve devletle de sıcak ilişkiler içerisinde oldukları için daha kırılgan bir medya patronajı oluştu.
“İKTİDAR KENDİ MEDYASINI YARATIYOR, BAŞKA SESLERE TAHAMMÜL YOK”
Bugünün geçmişten farkı ne peki?
Geçmişte iktidarlar var olan medya kuruluşları ile uzlaşır veya kavga ederlerdi. Ama o dönemki iktidarlar bir medya kuruluşunu dönüştürüp, kendi medyasını yaratma konusunda herhangi bir inisiyatif kullanmazlardı. Son dönemde görüyoruz ki kendi medyasını yaratan bir siyasi irade var. Dahası kendi sesi dışında başka hiçbir ses ve görüşe tahammülleri yok.
“İKTİDAR MEDYA İLE KAVGA ETMEYİ SEVİYOR”
Siz bunları söylerken aklıma Başbakan’ın “eyy” diye başlayan hitabı geldi. Eyy Aydın Doğan, eyy Turgay Ciner şeklindeki. Bunlar ne anlama geliyor peki?
Siyasal iktidarlar medya ile kavga etmeyi seviyorlar. O aslında bir vitrin düzenlemesi. Halka “Bakın ben o kadar cesurum ki medyaya bile posta koyabiliyorum” imajı öne çıkarılıyor. Sadece medya değil TÜSİAD’a ve başka STK’lara da yapılan aynı şey. Bugün iktidarın medyaya yönelik “EY” diye başlayan seslenişleri yeni değil. Geçmiş iktidarların da medya ile böylesi bir gerilim politikası oldu. Bu halkın gözünde ‘kahramanlaşmanın’’ en kolay yolu. Ancak medya üzerinde ürkütücü bir baskı var. Siz bir haber yapıyorsunuz ve o haber için birileri sürekli bedel ödüyor.
“İKTİDARLAR İÇİN KAHRAMANLAŞMANIN YOLU MEDYA İLE KAVGADAN GEÇİYOR”
Siz hiç haber yüzünden bedel ödediniz mi?
Hem de çok kez. Mesela Panorama Dergisi’ndeyken bir medya kuruluşunu çok yakından ilgilendiren arazi yolsuzluğu haberi yapmıştık. O nedenle de bütün gruba yapılan zam bizim çalışanlara normalin çok altında müstahak görülmüştü. Biz de buna tepki gösterip dergiyi çıkarmamıştık, o zamanlar bu tür eylemler yapılabiliyordu. Asil Nadir de hepimizi işten kovmuştu. Sonra öğrendik ki o medya kuruluşuna ait arazinin bir bölümü aslında Asil Nadir’e satılmış ama bizim bundan haberimiz yok. Tempo Dergisi’nde çalıştığımız dönemde genel yayın yönetmeni rahmetli Emin Tanrıyar yapılan bir haber nedeniyle haksız yere atıldığında gitmiştim. O dönemlerde bir dayanışma söz konusuydu. Farklı düşünenlerin mesleki saiklerin önüne geçemediği dönemlerdi. Şimdi kendinden olmayan yok ediliyor. Mesela geçmişte merkez sağı temsil eden Tercüman gazetesi o dönem çoğunlukla solculardan oluşuyordu. Tek seslilik yoktu ve gazetecilerin duruşu patronajı rahatsız etmezdi. Şimdi bırakın muhalif olmayı, paralel devlet tartışmaları bile aynıları aynı, gayrıları gayrılaştırmaya yetti.
“ÖZGÜRLÜĞÜM KISITLANMASIN DİYE DENGELİ HABERCİLİK YAPIYORUM”
Peki, Rıdvan Akar ne kadar özgür ya da kendini ne kadar özgür hissedebiliyor?
Şu anda kendimi oldukça özgür hissediyorum. Çünkü bugüne kadar Habere Dair ve Hayatın Tanığı’nda yapmak istediklerimi gerçekleştirdim. Ama şunu itiraf edeyim: Kendi haber çizgimi belirlerken verili koşulları dikkate alıyorum ki herhangi bir sansür ve müdahale ile özgürlüğüm kısıtlanmasın.
“OTO SANSÜR OLMADIĞINI SÖYLEYEN YALAN SÖYLER”
Yani bir nevi oto sansür mü?
Öyle de algılanabilir. Yeni bir dil buluyor ve kurguluyorsunuz. Zira böylesine kaygan bir zeminde gazetecilik yapmak için o dile ihtiyacımız var. Kaldı ki bu dil arayışı olmadığını ya da bunu yapmadığını söyleyen yalan söylüyordur.
Ben sizi çok önemsiyorum çünkü yaptığınız müthiş belgesellerle gerçekten tarihe tanıklık ediyorsunuz. Hayatın tanıklığı çok önemli bir rol olsa gerek?
Zor ama bir yandan da çok keyifli. Biz son yıllarda tarihi daha çok ve daha özgür konuşur hale geldik. Bu biraz askeri vesayetin kalkmasından da kaynaklandı. Böyle bir süreçte biz Hayatın Tanığı’nda gerçekten yakın dönem Türk siyasi tarihine ışık tutuyoruz. Benim umudum ve beklentim önümüzdeki 3-4 yılda da bu programı devam ettirirsek yakın dönem tarihinin bütün önemli kilometre taşlarını kayıt altına almış olacağız.
“ROBOSKİ DE HABER OLABİLİYORMUŞ DEDİRTTİK”
Çok kritik belgesellere imza atıyorsunuz. Belki de kimsenin cesaret edemeyeceği türden. Sivas olayları, Maraş Katliamı, Gezi olayları gibi. Bu yakın tarihin medyasında bunları sırtlamak güç değil mi?
Bizim onur duyduğumuz haberlerden biri de Roboski belgeselimizdi. Medyada bu konuda büyük suskunluk ve ölü toprağı varken bu ölü toprağını kaldıran isim aslında belgeselci Ümit Kıvanç’tır. Ama Ümit Kıvanç bunu kişisel inisiyatifini kullanarak gerçekleştirdi. Merkez medyada ise “Roboski de haber yapılabiliyormuş” duygusunu uyandıran bizim bu çabamız oldu. Nitekim biz Roboski çalışmamızla Antalya’da bir ödül aldık. O bizim onurumuzdur.
“AYŞENUR ARSLAN’IN CNN’DEN GİDİŞİ BENİ ÜZDÜ”
CNNTürk size güzel fırsat sunmuş. Dilerim daha da özgür alanlar doğar herkes için. Ama bir dönem sanki bu kanalı da bir dizayn çalışması oldu gibi. Mesela Ayşenur Arslan’ın gidişi, Akif Beki’nin o dönem kalışı… Siz o sancılı sürece tanıktınız biraz anlatır mısınız?
Ayşenur’un gidişi beni çok üzdü. Benim o süreçte fiili bir yöneticilik görevim yoktu. Yaşanan olaylar konusunda yorumlar zaten yapıldı ve basına da yansıdı. Ama Ayşenur CNNTürk için çok önemli bir isim ve markaydı. Gittiği her yere değer taşıyacak diye düşünüyorum.
“BİRAND İLE ÇALIŞIRKEN HABERİM OLMADAN İŞTEN ATILMIŞIM”
Çok iyi belgeseller yapıyorsunuz. Bu belgeseller yüzünden zaman zaman başınızın ağrıdığı da oldu. Bizde giden ve ölenin ardından çok konuşulmaz ama herkes gibi bende çok merak ediyorum. "Son Darbe: 28 Şubat" adlı belgesel nedeniyle rahmetli Birand ile davalık olmuştunuz. Ne oldu o konu, kapandı mı?
Benim Mehmet Ali Bey’e açtığım iki farklı dava vardı. Bunlardan biri 15 yıllık kıdem tazminatımla ilgiliydi. 32. Gün’den ayrılmak zorunda bırakıldığım için açmıştım. O kıdem tazminatını almak istedim çünkü 35 ile 50 yaşlarım arasında 32. Gün için emek verdim ve tüm olgunluk dönemim burada geçti. O kıdem tazminatımın da çocuklarımın geleceği ve hakkı olduğunu düşündüm. Bugün artık mahkeme tutanaklarında geçtiği için söylememde sakınca görmüyorum; Mehmet Ali Bey ile çalışırken benim haberim olmadan işten atılmışım. Mehmet Ali beyin Cnntürk’te genel yayın yönetmeni olduğu dönemde ‘sana ihtiyacım var’ demesi üzerine, 32. Gün Genel Yayın Yönetmenliği ile birlikte Cnntürk haber müdürlüğü görevini de üstlendim. İşte bu nedenle ‘iş değiştirdiğim’ gerekçesiyle işten atılmışım. Şu an dava sürüyor bilirkişi aşamasında. Adaletin tecelli etmesini umuyorum.
“BİRAND’IN ÖLÜMÜNÜN ARDINDAN DAVAMDAN VAZGEÇTİM”
Ya 28 Şubat Belgeseli? Bir emek hırsızlığından söz ediliyordu…
Artık bu saatten sonra bu deyimi kullanmak istemem. Çünkü Mehmet Ali Bey artık aramızda yok. Benim orada gösterdiğim entelektüel bir itiraz ve hesaplaşmaydı. 8 yıllık emeğimin hiçe sayılmasına duyulan bir tepkiydi. 28 Şubat belgeseli ile ilgili iki farklı dava açmıştım. Biri ceza davası, diğeri ise tazminat davasıydı. Mehmet Ali Bey’in vefatından bir hafta sonra her iki davayı da geri çektim.
“BİRAND’IN ANISINI BİR DAVADA KİRLETMEK İSTEMEDİM”
Neden?
Mehmet Ali Bey’in anısının herhangi bir biçimde bir dava ile lekelenmesini istemedim.
“BİRAND’A ASLA KIRGIN DEĞİLİM”
Kırgın mı ayrıldınız?
Bitti. O gitti. Her şey geçmişte kaldı, onu seviyor ve sayıyordum. Sevgim her daim sürecek. (Gözleri doluyor Rıdvan Akar’ın)
“BİRAND BENİM USTAM”
Ama haksızlığa da uğramışsınız! İnsan kendine haksızlık yapan birini nasıl sever?
Her şey geçmişte kaldı. Mehmet Ali Bey benim ustam. Ben Birand tarafından yetiştirilmiş bir televizyon gazetecisiyim. Her şeyi ondan öğrendim. Birand, sadece bana değil beraber çalıştığı bütün insanlara kendilerini kanıtlama imkânı sağladı. Acı tatlı pek çok şey yaşadık onunla. Onu her daim beni bugünlere getiren meslek büyüğüm olarak anacağım.
Cenaze törenine de katılmıştınız değil mi?
Elbette. Böyle acı olaylarda birileri magazin amaçlı meze yapılmak istenir. Birand ile aramızda yaşanan polemik ve dava durumu nedeniyle orada da maalesef bazı meslektaşlarımız beni seçtiler. Ben halisane Mehmet Ali Bey’e son görevimi yaptım.
Hem gazeteci hem de televizyoncusunuz. Aslında bunların ikisi çok başka şeyler. Sizin on parmağınızda on marifet…
Biliyor musun Alev, ben ilk zamanlar seslendirme yapmaya çalıştığımda, Mehmet Ali Birand’ın saatlerce o minik seslendirme odasında, benim sesimi düzeltmek için çalıştırdığını bilirim. Ortada böyle emek ve çaba varken onu hayırla anmamayı hangimiz düşünebiliriz? 32. Gün geleneğinden gelen bütün arkadaşlarımın da böyle düşündüğünü sanıyorum.
Ben sizin işten habersiz gönderilişinizi yadırgadım. Onca emek verirken.
Ben de mahkeme sürecinde öğrendim. Doğrusu benim için de bir şoktu. Aslında onu salt Birand değil de çalışanı olduğum Bir TV kanalı tarafından gerçekleşmiş bir tasarruf olarak görmek lazım.
Rıdvan Akar cesur mudur?
Oldukça, mümkün mertebe. Vazgeçmeyi biliyorum mesela.
Nelerden vazgeçebilirsiniz mesela?
İşimden mesela.
Ne olursa vazgeçersiniz?
İstediklerim olmazsa elbette. Meslek ilkelerimden ödün verdiğimi ya da verdirildiğini ve bir yerlere savrulduğumu hissettiğimde.
İlkelerini yitiren ve oradan oraya savrulan bazı meslektaşları görünce merak ettim, sizin ilkeleriniz nedir?
Birincisi kendi mesleki inisiyatif ve özgürlüğümü kullanamamam. İkincisi de bir şeylerin bana dayatılması olur herhalde.
Peki, medyayı nasıl buluyorsunuz cesur mu korkak mı?
Elbette çok cesur işlere imza atan, habercilik yapan meslektaşlarımız var. Medyanın genel durumuna bakıldığında ise elbette zor bir süreçten geçiliyor. Medya üzerinde olan baskı da genel olarak herkesi fazlasıyla etkiliyor. Oto kontrol işte burada karşımıza çıkıyor.
Özel Haberler, muhteşem belgeseller derken müthiş bir işe daha imza attınız. Beşiktaş JK'nın gelmiş geçmiş en büyük ve en saygıdeğer başkanlarından biri olan Süleyman Seba'nın 88 yıllık ömrünün hikâyesini muhteşem bir kitap yaptınız, nasıl ikna ettiniz kendisini böyle duruma?
Süleyman Ağabey ile karşılaştığımda karşımda bir efsane vardı. “Başkanım” diye hitap ettim kendisine, “bana bir daha başkanım deme o eskide kaldı” dedi. Onun yakınındaki herkes de bilir ki ona Süleyman Abi denir… Ben Kabataş Erkek Lisesi mezunuyum. Kabataş’ın 100. Yıl belgeselini yapmıştım. İşte o belgesel nedeniyle Süleyman Seba ile de bir röportaj yapmıştım. Daha önce birçok önemli yayın kuruluşundan da böyle teklifler kendisine edilmiş ama o aradan yıllar geçtiği için isimleri ve olayları yanlış hatırlarsam birilerine haksızlık edebilirim kaygısıyla reddetmiş. Benim kendisini ikna sürecim ise üç yıl sürdü. İkna sürecinde biz Süleyman Ağabey’e her defasında, söylediği her şeyi tarihi olaylarla sağlamasını yapacağımız sözünü verdik. Hakikaten de çok meşakkatli bir işti.
Zor bir adam mıdır Süleyman Seba?
Süleyman Ağabey zor bir insan ama zor olduğu kadar da dünya tatlısı ve çok karizmatik biri.
Kitabı kaleme alırken sizi en çok neyi etkiledi o efsanenin?
Süleyman Seba’nın iki farklı özelliği var. Bunlardan bir tanesi Beşiktaş’ın efsane başkanı olması. Diğeri de Milli İstihbarat Teşkilatı’nda hayatının 40 yılını geçirmesi, hiç evlenmemiş olması ve annesi ile yaşaması. Bambaşka bir hayat. Düşününüz ki bir Beşiktaş başkanı bir toplantıya gidecek, önce annesi ile akşam yemeğini yiyor ardından elini öpüyor ve annesini yatırdıktan sonra o toplantıya gidiyor. Ve Milli İstihbarattaki görev ve roller. Bunlar beni çok etkiledi.
Ya sevdaları?
(Gülüyor) Evet bir de sevdaları. Biri kamuoyuna yansıdığı ve hatta birlikte olduğu o hanım da bunu kitaplaştırdığı için alenileşti ama diğerleri Sayın Seba tarafından büyük bir titizlikle korundu. Zaten hiç evlenmemiş. Çok sevdiği, âşık olduğu biri varmış; onunla evlenmek istiyor ancak ailesi buna karşı çıkıyor. Kendi kökeninden biri ile evlenmesini istiyor çünkü ailesi geleneklerine sıkı sıkıya bağlı. O da hiç evlenmem o zaman diyor. Gerçekten de evlenmiyor ama biliyor musunuz karşıdaki o kadın da hiç evlenmiyor. Böyle sevdalar o yıllarda varmış.
Süleyman Bey’le vaktiniz güzel geçmiş belli ki, ortaya böyle güzel bir kitap çıkmış.
Bak sana beni çok etkileyen bir cümlesini anlatacağım. Çok uzun vakit geçiriyorduk birlikte. Bir gün dedi ki “Çocuklar üç aylığımı alayım sizi yemeğe götüreceğim” acayip şaşırdım. Şimdi Türkiye’deki kulüp başkanlarını düşünün milyon dolarlar kazanıyorlar, araziler, binalar alıyorlar. Servet sahipleri… Bir de karşınızda efsane olan bir adam var ve sizi yemeğe götürmek için üç aylığını bekliyor. Süleyman Seba’nın babadan kalma bir evi var. Madida’nın transferi için para bulamıyorlar, kaporayı yatıracaklar. Yöneticilerin hepsi suskun o da evini ipotek edip o transfer parasını yatırıyor. Hayatımızda bir tane malvarlığımız var, ve siz bunu gözünüzü kırpmadan veriyorsunuz. Beşiktaş için feda olsun diyorsunuz. Boşuna Beşiktaş’ın Dervişi Süleyman Seba demedik bu kitabın adına.
Siz de çok sıkı Beşiktaşlısınız. Bu fanatik Beşiktaşlılık nereden geliyor?
Semtten geliyor. Ben çocukluğumu Beşiktaş’ta geçirdim. Bizim çocukluğumuzda Beşiktaş şampiyon olduğunda esnaf zeytin ve peynir ikramında bulunurdu müşterilerine, siyah beyaz. O semtin ayrı bir havası, ayrı bir kokusu var. Çarşı ruhuna bakınca bunu görürsünüz.
“ÇARŞI GÖĞSÜMÜZÜ KABARTIYOR”
Çarşı deyince aklıma Çarşı'nın duruşu geldi. Dimdik, eğilmeyen ve cesur. Bazen de her şeye karşı… Son dönemde yaşananlarda da tüm müdahalelere rağmen duruşunu hiç bozmadı değil mi?
Evet, Çarşı bizim göğsümüzü kabartıyor. Özellikle Gezi sürecinde büyük bir özveri ile sonunda nasıl bir bedel ödeneceğini hiç önemsemeden son derece aktif bir rol üstlendiler. Gezi 31 Mayıs’tır. Ama biz 21 Mayıs’ta kendi Gezimizi yaşamıştık. Stadın kapatılacağı son maçtı, artık İnönü’ye veda edecektik. Gençlerbirliği karşılaşmasında çok ciddi bir polis müdahalesi ile karşı karşıya kalındı hem de ortada hiçbir neden yokken. Ben de yaralanmıştım. Tribünde sağımdaki arkadaşımın bileği kırılmış, solumdakinin ise koluna beş dikiş atılmıştı. Savaşa değil maça gitmiştik. Oradaki duruş sanki Gezi’nin miladı gibi.
Bu duruşu neye borçlu Çarşı?
Çarşı Türkiye’deki ilk ciddi ve organize bir taraftar grubu. 32 yıla dayanan bir geçmişten söz ediyoruz. Semtin çocukları, birbirini tanıyan insanlar. Semtin o aykırı ve delikanlı atmosferinden de önemli ölçüde etkilenmişler. Beşiktaş’ın da her zaman semt olarak zaten muhalif bir duruşu var.
Fenerbahçe taraftarını da ben son dönemde nedense Çarşı’ya çok benzetiyorum.
Fenerbahçe taraftarının 3 Temmuz sonrasındaki genel duruşu ve performansının çok takdir edilecek bir duruş olduğunu düşünüyorum. Fenerbahçe tribünü 3 Temmuz ile birlikte seyircilikten yeniden taraftarlığa döndü. Kendilerini takdirle izliyoruz.
Gelelim siyaset dünyasına. Önümüzdeki süreçte çok kritik bir seçim var. Cumhurbaşkanlığı seçimi için ne düşünüyorsunuz Başbakan Erdoğan, Köşk’e çıkar mı?
Muhtemelen öyle olacak gibi görünüyor. 3 dönem kuralı ile ilgili alınan son AK Parti MKYK kararı da sanki bunun göstergesi. Türkiye çok önemli günlere gebe. Benim görüşüm o ki yakın zamanda Başbakan’ın adaylığı açıklanır.
Son olarak size Medyaradar'ı da sorayım. Takip ediyor musunuz?
Elbette. Muhteşemsiniz. Düzenli olarak her gün baktığım ve takip almaktan büyük keyif aldığım bir mecra. İyi ki varsınız…
Siz de iyi ki varsınız. Hep de Varolsun. Değerli kaleminiz hiç susmasın… Bana bu güzel röportaj için vakit ayırdığınız için size ne kadar teşekkür etsem azdır…