Pozitif Ayrımcılığın Negatif Dalgalanmaları!.. Kaş Yapayım Derken Göz Çıkarmak!
Sizi bilmem ama bana göre geçen haftanın bu haftaya da yansıyan en önemli tartışması Kürtlere yönelik “Pozitif Ayrımcılık” yapılmasına yönelik olanıydı. Önemliydi çünkü, hem “Kürt meselesi” konusunda geçmişten bu yana süren tartışmalarda “nereden nereye” geldiğimizin bir göstergesiydi hem de konu başka “toplumsal hassasiyetler” üzerinde yaratacağı etkiler bakımından ayrıca dikkat gerektiriyordu. Ne var ki olay -daha ziyade bu konuda birbirlerine cevap niteliğinde yazdıkları seri yazılardan dolayı- adeta bir “İsmet Berkan-Ertuğrul Özkök Polemiği” gibi “kişisel” bir tartışma olarak algılandı. Oysa ki bu türden bir tartışma yakın dönemde sorunun “kavranışı”na dair ciddi “risk uyarıları” taşıyordu ve öyle üstünkörü kestirip atılacak türden değildi.
TARTIŞMAYI BAŞLATAN MİROĞLU DEĞİL BDP’LİLERDİ!
Öte yandan aslında tartışmayı ne Özkök ne de Berkan başlatmışlardı. Tartışmayı başlatan Taraf Gazetesi yazarı ve “Kürt Aydını” Orhan Miroğlu idi. Miroğlu, “Kürtler, zenciler gibi pozitif ayrımcılık bekliyor.” derken (Miroğlu “zenci” tanımının kendi içinde “aşağılayıcı” bir tanım olduğunu unutmuş herhalde!) konuyu “pozitif ayrımcılık” meselesine getiriyor ve “vergi vermeme” meselesi üzerinden şunları söylüyordu; “Türkiye’nin neredeyse bütün vergileri (yüzde 80) zaten Kocaeli, İzmir, Adapazarı İstanbul’da toplanıyor. Dolayısıyla geriye kalan illerden hiç vergi almasak da bu büyük bir açık olmaz. Kürt şehirlerinin hali ortada. Yani böylesi bir pozitif ayrımcılık, belli bir dönem için bence yapılabilir. Normalleşme için karşılıklı travmaların iyileşmesi gerekir. Kürtler, zenciler gibi pozitif ayrımcılık bekliyor. Bir dönem için neden olmasın... ”
Tabii işin tam orijinine inecek olursak bir süre önce BDP milletvekili Bengi Yıldız’ın sözlerini hatırlamak gerekecektir. Bilindiği üzere Yıldız, “Demokratik özerklik” le konuşurken “Özerk yerlerin Ankara’ya vergi vermemesi ama devletten yardım almasının gerektiğini” söylemiş hatta bunu bir “olmasa olmaz” şeklinde yansıtmıştı. Bunun üzerine Başbakan Erdoğan’da Yıldız’ın sözlerine "Vergi ödemeyen bedelini ödemek durumunda kalır. ’Vergi vermeyeceğim, merkezi yönetim bana ayrıca destek verecek.’ Yağma Hasan’ın böreği nerede böyle ya? O zaman adil devlet nerede olacak?’’ şeklinde tepki göstermişti. Bunun üzerine BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş ise “Demokratik özerklikte vergi vermeme diye bir durum yoktur” şeklinde konuşarak süren tartışmaya bir “ayar atmak” ihtiyacı hissetmişti.
Ertuğrul Özkök’ün bu konudaki ilk yazısı olan “Afrikalı Kürtler vergi vermesin” başlıklı yazısında altını çizdiği hususlar bence önemliydi ve oldukça “yüksek perdeden” itirazcı bir tarzda ele alındı. Özkök, sadece böylesi bir adım ya da talebin “Türkler üzerindeki” yaratabileceği sonuçlara dikkat çekmek istemişti. Tabii ki ortada Özkök açısından bir “yanlış anlaşılma” durumu da yoktu. Tam tersine bence çok “doğru” anlaşılmıştı ve tüm bu “rahatsızlık” birazda onun içindi belki!
Özkök’ün haklı yanlarından birisi de her iki yazarında (Miroğlu ve Berkan) ABD’deki bazı uygulamaları örnek göstermeleriydi. Amerika’nın toplumsal-tarihsel koşullarının farklılığı bir yana uygulamada istenen verimi vermemiş hatta tam tersi sonuçlara yol açmıştı. (Bu konuda Özkök’ten ziyade Serdar Turgut’un “Kürtlere pozitif ayrımcılık” başlıklı yazısı çok daha “doyurucu” idi. Önerinin ABD’deki pratik iflasını gayet net anlatabilmişti.) Bir sorunun çözümü için başka ülkelerin örneklerinden faydalanmak başkaydı. Ancak onu kopyalamak hele de dayatmak bambaşkaydı. Nedense bazıları için ABD dendiğinde akan sular duruyordu!
TOPLUMUN “DERİN RUHSAL”INA YERLEŞMİŞ “NEGATİF KANAATLER” ÇOK DAHA VAHİMDİR!
Bence İsmet Berkan’ın itirazlarında özellikle sakıncalı yan bu konudaki şu an süren “dominant eğilime” karşı çıkan yaklaşımları hemen tartışma dışına atmak, yok saymak, susturmak ve damgalamak arayışıydı. (Bu arada Nuray Mert’inde kulakları çınlasın! O da olayın dayatılan kalıp dışında tartışılmasını “sorunu köpürtmek” olarak tanımlamıştı!) Bu ise sorunu çözmüyor sadece “duyulması istenmeyenler”in halının altına süpürülmesine yarıyordu.
Burada Berkan’ın göstermek istediğinin aksine “Türkler çok kızar ha!” blokajı değil, toplumun diğer bir kesimine hakim “halet-i ruhiye”nin “doğru saptanması” durumu söz konusuydu. Üstelik bu “bana ne, bu onların sorunu” lakaytlığı ile geçiştirilebilecek bir durum hiç değildi. Berkan ve Berkan gibi düşünenler acaba plazalarından çıkıp hiç berbere, kasaba, bakkala, çarşıya gidiyorlar, bir semt kahvesinde oturup ya da bir taksi şoförü ile bu konularda sohbet ediyorlar mı bilmiyorum. Orada –ki bunları belirtmekten bile hicap duyarım ama yumuşatarak ve küfürlü yaklaşımları eleyerek söylüyorum- “Kaçak elektriğin parasını vermezler bize ödetirler”, “Devletin onlara iş kursun diye verdiği kredilerle Güney’de otel, motel, diskotek alırlar”, “Habire çocuk yaparlar, sonra geçinemiyoruz diye yardım beklerler”, “üretmeden bizim sırtımızdan/vergilerimizle geçinmek isterler”, ”garibanlık edebiyatı yaparlar”, “zaten vergide vermezler”, “terör uygulayarak bu ülkenin maddi kaynaklarını, kalkınmasını engellerler”, vb gibi direkt “ekonomik kaynaklı” tepkiler mevcuttur.
Bütün bunlara gene aynı şekilde rahatlıkla ilave edebileceğimiz “Kürtler kaba sabadır, saldırgandır, şiddete eğilimlidir, her sorunu kaba güçle çözmeye meyillidirler, kriminal mentalite sahibidirler, çabucak mafyalaşırlar, birey olamamışlardır, (buna yer yer “kültürsüzlük”, “görgüsüzlük”, gibi yan kavramlarda eşlik etmektedir), bizim ekmeğimizi yerler sonra bizi sırtımızdan hançerlerler, kendilerini bu ülkeye ait hissetmezler, ayrı tutarlar, hoşgörüsüzdürler, kadın-erkek ilişkilerinde zorbadırlar, çağdaş normlara ayak uyduramazlar, vb gibi kanaatleri eklerseniz ortada nasıl bir bastırılmış “psikolojik tablo” olduğunu görürsünüz. Bunların “doğru” mu “yanlış” mı olduğunu tartışmıyorum bile, önemli olan reel olarak bu kanaatlerin varolması ve giderek yaygınlaşıp, yerleşmesidir. Böylesi bir “kanaat dalgası”nın olduğunu –kökeni ne olursa olsun- kimse inkâr edemez herhalde…
Sadece “gerçekçi” bakmaya çalışıyorum ve gösterilmeye çalışıldığı gibi yalnızca “pozitif” yaklaşımlar olmadığını anlatmaya gayret gösteriyorum. Üstelik ötelenmiş “negatif dalga”nın hayli güçlü olduğunu söyleyebilirim. Bu paralelde ne yazık ki Türklerle Kürtler arasında “yok” sayılıp bastırılsa veya “kardeşlik” yahut “kız alıp kız verdik” söylemi altında yumuşatılmaya çalışılsa da bir “gerginlik” oluştuğu (ya da oluşturulduğu) gizlenemez bir gerçektir. Bunda uzun süredir süren “PKK terörü” ve peşi sıra gelen ve artık sayıları binlerle ölçülen “şehitler” olgusu belirleyici gibi dursa da tepkiler artık sadece bunlarla sınırlı değildir. Sorun çoktan bu boyutun dışına taşmıştır. Çok daha sosyolojik, kültürel, “yaşam biçimsel” keskinlikler oluşmuştur. Kendim böyle bakmasam bile çevremdeki her seviyeden ve eğitimden birçok Türk özetle aynen böyle düşünmektedir. Bu bana göre “Kürt Sorunu”nun çözümünde en büyük psikolojik engeldir.
Hatta konuştuğum “Ver Kurtul”cu birçok Türk, “bunların ayrılması iyi olur, zaten bizim sırtımızdaki yüktürler” demekte ve hemen eklemekteler; “ama bir şartla, Batı’da bir tane bile kalmayacak, hepsi Doğu’ya gidecek!” (Böyle giderse bir gün Kürtler değil ama Türkler ayrılmayı isterlerse hiç şaşırmam! Bu anlamda tersine Türkler “bölücü”lüleşebilir!) Bizi ne kadar rahatsız ederse etsin, toplumun yaygın bir kesiminde “egemen kanaat” budur. Bu “nefret potansiyeli” sürdüğü sürece bir “Türk Breivik”inin çıkmadığına şükredebilirim sadece!
Görüldüğü üzere özellikle Türkler cephesinden bakıldığında Kürtlere yönelik “güven bunalımı” çok daha derin ve vahimdir. Objektif daha doğrusu günün “siyasi gereklerine”, “etnik kimliğimize” yahut ideolojik söylemlere göre düşünmediğimizde bunu rahatlıkla görürüz. Ayrıca doğru veya yanlış bütün bu kanaatlerin yaşanmakta olan sürece şu veya bu biçimde yansıyacağını tahmin edebiliriz.
HER TALEP VE ONUN “ALGILANIŞI” TOPLUMDA BİR TAŞI YERİNDEN OYNATIR!
Dolayısıyla son tartışma ekseninde gelişen türde taleplere de bu açıdan bakıyorum. Yani bu tarz talepler toplumdaki bu “negatif kanaatleri” azdıracak yönde mi bir “hareketlenme” yaratıyor/yaratacak yoksa meselenin “pratik çözüm”ünü kolaylaştıracak, rahatlatacak, gerginliği minimumlaştıracak bir seyir mi izliyor diye bakarım. Maalesef ortaya atılan önerinin sorunun çözümüne “katkı” yapar özellikte olmadığı aşikâr görünüyor. Bu söylediklerime kim ne tepki verirse versin bir “aydın” ın görevi sadece durumu saptamak değil öncelikle “uyarmak”tır. Bende buna inanıyorum. Eğer bir “sorun” tüm boyutlarıyla ve gerçekten “özgür” olarak tartışılacaksa tüm “tarafları” ve “yansımalarıyla” ele alınmalı. Aksi taktirde “tek taraflı” yaklaşımlarla yeni bir “düşünce blokajı” yürürlüğe konur ki, bu “bastırma” ileride başka biçimlerde patlak verebilir.
Kaldı ki, eğer gerçekten Türkler ile Kürtler olarak tüm “toplum” “makul”de buluşmak/buluşturulmak isteniyorsa bu kez bir “tersinden yok sayma” ile, yani dün Kürtlere yapılanı bu kez Türklere yapma gündeme getirir ki, bunun sonuçlarını tahayyül etmek bile istemiyorum. Dolayısıyla Türkiye toplumu tüm kesimleriyle halihazırda “eşitlik” fikrini bile tam benimsememiş, sindirmemişken buna birde “pozitif ayrımcılık” ilave etmeye kalkmak –eğer artniyetli değilse- son derece “çocukça”, hatta “provokatif” sayılabilecek, sosyal ve psikolojik temeli olmayan bir taleptir.
Bazı kafalar farkında mı bilmiyorum ama ortada basit bir “sosyal hak” dağıtımı ya da “ayrıcalığı” yoktur. Yani bu yolla otobüslerde yaşlılara, hamilelere, gazilere yer, öğrencilere paso verilmesi gibi bir takım “ayrıcalıklar”dan yahut “avantaj”lardan söz etmiyoruz. Gene aynı şekilde dayak yiyen kadınlara “sığınma evi” açılmasından, sakatlara iş yerlerinde belli bir “kontenjan” ayrılmasından söz etmiyoruz. Burada Türkiye’nin son 30 yılını esir almış, ortalama 30 bin kişinin canına mal olmuş (Ve maalesef halende can almakta olan!) gerilimi giderek artan “etnik bir fay hattı” üzerinde diken üzerinde durduğumuz, bu nedenle kendine özgü “hassasiyetleri”, “birikimleri” olan bir “sorun” ya da “durum”dan söz ediyoruz. Böylesi bir sorun üzerine değil “çözüm” önerirken üzerine laf ederken bile “dikkat” etmek zorundayız. Masa başında, bol keseden atan yaklaşımlar o gün için birilerine hayli “popülist” hatta çok “orijinal” bir fikir gibi gelebilir. Üç adım sonrasını düşünmeden çok “parlak” fikirlerde yumurtlayabiliriz. Ancak bu tarz yaklaşımlar sorunun üzerine yeni sorunlar bindirmekten, dolayısıyla “çözüme” değil, “çözümsüzlüğe” hizmet etmekten başka bir işe yaramaz. Unutmayalım köklü ve karmaşık sorunlar “sihirli kavramlar”la değil, uygulanabilir, pratik önerilerle çözülür!
YENİ “AYRIM NOKTALARI” İCAT ETMEYELİM!
Bence Türkiye’nin geleceği kimseye “pozitif” veya “negatif” ayrım yapmadan, kimseye “itilmişlik hissi” vermeden “eşit fırsatlar” ve “ortamlar” yaratmaktan geçiyor. Bu konuda ise zaten herkes açısından geçerli tümüyle “sorunlu” bir sistem içinde yaşıyoruz. Devletin ise zaten bugüne kadar işine geldiği kesimlere bir tür “pozitif ayrımcılık” (!) ---Partidaşlık, cemaatdaşlık, vb şeklinde- uyguladığını, bu yüzden devlet kadrolarının “niteliksizlerce” adeta ele geçirildiği biliyoruz. Bunu üniversiteye girmede, iş bulmada resmi ve yasal bir çizgi haline getirdiğinizde, hele de “etnik kriter”e göre belirlediğinizde ise iyice ayyuka çıkacaktır. İster istemez “diğer taraf” rencide olacak, tepki duyacak ve bir tür “haksızlık” hissine kapılacaktır. Hele de bunu “vergi vermeme”ye kadar vardırdığınızda –Ki, zaten “Kürtler bize değil PKK’ya vergilerini veriyor” gibi ayrıca bir kanaat vardır- hele de üste para istediğinizde önüne geçilemez bir “çatışma”ya kapıyı aralamış olursunuz. Sizin niyetiniz bu olmasa bile –şimdilik- kontrol altında tutulan bir yangına körükle gitmekten farkı kalmayacaktır.
Biliyorum –Özkök bağlamında- medyada zaten çoğu kişinin tepkisini fazlaca çeken bir isme “haklı” demek (Zaten her tür tepkiye oldukça “müsait” bir konuda konuştuğunuz için) fazladan tepkiyi göze almaktır. Ancak ben kişileri değil, fikirleri “haklı” veya “haksız” bulurum. Ertuğrul Özkök’ün itirazları bir çırpıda “ırkçılık” la damgalanıp, tartışma dışına atılabilecek türden değildir. Özkök, zaten dengede durmakta hayli zorlandığı belli olan terazinin bir kefesini çok yanlış bir biçimde eğdirecek bir öneriye dair “kaygılarını” dile getirmiştir. Bende bu kaygılara katılıyorum.
Hülasa; “Pozitif ayrımcılık yapıyoruz” diye zaten “istiap haddi” dolmak üzere olduğu işaretleri veren “negatif ayrımcılık”lara malzeme sağlamak, zemin hazırlamak son derece “tehlikeli” sonuçlara kapıyı aralamaktır.
Aklınızı başınıza devşirin, buna “kaş yapayım derken göz çıkarmak” derler beyler!..
Atilla AKAR
[email protected]