14 Eki 2012 13:30 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:15

PORTAKAL'I HÜLYA AVŞAR'LA SOYMAK!

Sinema yazarımız Murat Tolga Şen bir hafta süren 49. Altın Portakal macerasını değerlendirdi.

Bu ülkede kaç film festivali var? Çok… Ama gerçekten kaç tane diye sorarsanız cevap kısacık bir sayı: üç… İstanbul Film Festivali, Adana Altın Koza, Antalya Altın Portakal… Eğer heves sönmez de yaşamaya devam ederse belki Malatya…

Antalya’nın Altın Portakal’ı memleketin en köklü film şenliği… 89 yıllık Cumhuriyet tarihimizde tam 49 kez düzenlenebilme başarısıyla ayrı bir yerde duruyor. Biz her şeyi yaparız ama devam ettirmeyiz. Altın Portakal az sayıdaki devamlılıklarımızdan biri…

Doğal olarak organizasyon büyüdükçe sıkıntıları da artıyor. Sinema yapanlar ve yazanlar için tam bir sinekkapanıdır Altın Portakal… 7. Sanata bulaşan herkesin içinde olmak istediği bir âlem… Tabi bu ilgilenme bir süre sonra sahiplenmeyi ve hoşlanılmayan bir şey yaşandığında karşı çıkmayı getiriyor.

Son birkaç yıldır Koza ile Portakal arasında büyük bir çekişme var. Ne güzel! Ancak bu rekabetin giderek partizan bir tutum almasını izlemek acı verici… Koza, AKP’nin, Portakal CHP’nin festivali oldu / olduruldu. Bu yaftalamayı yapanlar da saygın sinema yazarları üstelik. Bu boş tartışmaların arasından sıyrılıp iyi filmler izlemek elbette mümkün ancak o zaman da başka bir buzdağına çarpıyoruz: Jürilerin kapıştırılması!

Altın Portakal’a bu yıl ilk itiraz jüri seçiminden, daha doğrusu başkan seçiminden ötürü geldi. 50 film çekmiş ancak kimselere yaranamamış, entelijansiyanın bir magazin ikonu olarak lanetlediği Hülya Avşar’ın Altın Portakal’ın jüri başkanı olması, sosyal medya acımasızlığıyla desteklenerek neredeyse festivalin ipe çekilmesine yol açtı.

Altın Portakal’ın jüri seçimleri hep itirazlarla gelir zaten. 2010 yılında Emir Kusturica’yı jüri başkanı yapan festival yönetimi bu kararı yüzünden medyada darağacına çekilmiş, hoş olmayan gelişmeler yaşanmıştı. Geçen yıl da tamamı kadınlardan oluşan jüri hem mevcudiyeti hem de kararlarıyla sorgulandı.

O kadar saçma itirazlar geldi ki bu jüri başkanlığına, festivale saldıranların samimiyeti sorgulanır oldu. Radikal’den Şenay Aydemir, Hülya Avşar’ın Türk sinemasının son 20 yılına hâkim olmadığı konusunda endişeye kapılmış, Cengiz Semercioğlu ise "Tek bir Fatih Akın filminde oynamış olsa bugün Hülya Avşar’ın jüri başkanlığını tartışmıyor olacaktık." buyurmuştu. Nurgül Yeşilçay ya da Sibel Kekilli jüri başkanı olsa gıkımız çıkmayacaktı yani? Saniyede çürüyen bir saptama denemesi...

49. Altın Portakal’da görülen en net manzara şudur: mecbur bırakıldığı entelektüel tercihlerden bunalmış, yeniden bir halk festivaline, bir Yeşilçam coşkusuna dönüşmek isteyen bir Altın Portakal var. Tam bir ‘festival filmi’ olan “Geleceğin Aslanı” ödüllü Küf’ün festivalden neredeyse eli boş dönmesi de bu yüzden ancak daha da ilginç olan, kimsenin buna bir itirazı olmaması… Sanırım hepimiz Tarkovsky’den sıkıldık. Biraz da başkalarından demlenelim istiyoruz.

Bu yıl hiç fena filmler izlemedik diye düşünüyorum. “Kimse filmini Portakal’a göndermez artık” saçmalamasına inat, Zerre, Güzelliğin On Par’ Etmez, Elveda Katya gibi hem eleştirmen hem de seyirci gözünde kıymetlenen filmlerle şenlendi Antalya…

Zerre’nin yönetmeni Erdem Tepegöz’le konuşmamız esnasında “Neden filmini Koza’ya değil de Portakal’a gönderdin”? diye sorduğum vakit, "Altın Portakal’a bir tür gönül borcum var. Yıllar önce buraya kısa filmimle gelmiştim ve bu tecrübe bana çok şey kazandırdı. Sinemayla ilgili çok şey öğretti, adeta bir okul oldu benim için. Filmimi tamamladıktan sonra her yerden önce burada göstermek istedim. Bu benim için çok önemliydi" diye cevap verdi. Bu bile Altın Portakal’ın hala festivallerin “Amiral Gemisi” olduğunu göstermeye yetiyor. Ayrıca Koza jürisinin hısım, akraba gözeten kararlarından sonra yönetmenlerin “Filmimizi ille de Koza’ya gönderelim” hevesini kaybettiğini düşünüyorum.

Zerre’den bahsediyorken araya sıkıştırmak istediğim bir şey var. Bence Zerre, son 5 yılda Türkiye festivallerinde yarışan en iyi, en tamamlanmış film… Festival filmlerimizin hepsi güzel yüzlü ancak vücut olarak sakat! O kadar vahim hatalar yapılıyor ki… Ben ilk yönetmenlik denemelerine fazla güvenen bir sinema yazarı değilim, yönetmenin sette iyice piştikten sonra filmiyle karşıma çıkmasını yeğlerim ancak Erdem Tepegöz daha ilk filminden tam bir auteur olmuş. Zerre boğaza takılan bir yumru, surata atılan bir yumruk… “Siyad jürisi en iyi film” ve “en iyi ilk film” ödülünü alan bir filmin festivalin en iyisi olduğuna itiraz edemeyiz. Jürinin mutlaka takdir etmesi gereken müthiş bir Jale Arıkan performansı içeriyor. O dalda hakkı yenildi diye düşünüyorum. Hülya Avşar “Yetenek Sizsiniz” jürilerinden etkilenerek genç performansları daha ciddiye aldı sanırım. Ercan Kesal’ın alacağı düşünülen “en iyi erkek” ödülünün de Güzelliğin On Par’ Etmez’in Veysel’i, Abdülkadir Tuncer’e gitmesi Hülya Avşar’ın anaç tavırlarının jürinin geri kalanını da manipüle ettiğini düşündürüyor.

Şu ilk film paradoksunu bu yıl da organizasyonunun gözüne sokayım. Eğer “en iyi ilk film” Zerre ise ve “en iyi film” Güzelliğin On Par’ Etmez’ de bir ilk filmse, Zerre ondan daha iyi bir ilk film olduğu için “en iyi film” olmaz mı? Bu arada yanlış anlaşılmasın, Güzelliğin On Par’ Etmez de festivalde izlediğim en iyi filmlerden biriydi. Gerçekten çok sevdim. Tüm ekibi kutlarım.

Her festivalde geleceğe dair bir tespit yaparım. Bu yılın ki bir soru olsun… İlk filmleriyle festivalleri coşturan yönetmenlere sonra ne oluyor? Neden bu kadar çok ‘ilk’ film varken, son 10 yılda, üçten fazla filmi olan yönetmen sayısı neredeyse ‘hiç’le ifade ediliyor?

Gençler sinema yapmak için hevesliler ancak entelijansiya onları ideolojik heveslendirmelerle sinemanın ve seyircinin uzağına düşürüyor. Dağıtım kanalları festival filmlerine artık yüz vermiyor, gençlerin filmleri salonlara giremiyor, TV’lerde gösterilmiyor. Çünkü bu çabanın seyircide bir karşılığı yok. Öyle olunca da Türkiye festivallerde açan sonra da hızla solan bir yönetmenler bahçesine dönüşüyor. Erdem Tepegöz, Hüseyin Tabak gibi yönetmenlerin başına da bu gelirse çok üzülürüm. Bunun vebalini de “Tarkovsky Allah’ım, NBC peygamberimdir. Acayip bir sanat filmi çekeceğim” diye heveslenen yönetmenlere yüklerim. Önce adam gibi bir film çekin, sonra sanat yapmayı deneyin!

Bütçesizlik yüzünden hoşgörülebilir bazı aksaklıkların yaşandığı 49. Altın Portakal sinemayla dolu, hepimize çok şey katan verimli bir organizasyon oldu. Sosyal medyada öne çıkabilmek için hangi kusuru gözümüze sokacağını şaşıranların yarattığı kakafoninin dışına çıkabilenler için tam bir sinema şöleniydi. Gösterilen filmler iyi, jüri kararları ise oldukça dengeliydi. Uzun yıllar sonra herkese ödül dağıtalım anlayışından uzaklaşılarak festivalin asıl iyileri öne çıkarıldı. Evet, Hülya Avşar başkanlığındaki jüri yaptı bunu… Sinemayı sevmek de, bilmek kadar önemlidir çünkü… Bu arada jürinin yakışıklısı olarak Erdil Yaşaroğlu dostumu seçtim. O ve eşi Begüm Kütük, gözüktükleri her anda Portakal’ın parlayan yıldızları oldular. Hem parıltılı hem de mütevazi olunabiliyormuş meğer.

Portakal’ın Antalya’nın en yağmurlu zamanlarına denk gelmesi tek şikayetim. Önümüzdeki yıl takvimde bir ay öne çekilecek gibi söylentiler vardı, umarım öyle olur. Tüm festivallerin anası olacağını düşündüğüm 50. Altın Portakal’da görüşmek üzere…

Not: İlyas Salman bu ülke sinemasının temel yapı taşıdır. O bu ülkenin insanlarının sinemayı sevme sebeplerinden biri, yandaş gazetesinde iktidar borazanlığı yapanlara yem olmayacak kadar da büyük bir değerdir. Böyle de biline!

Murat Tolga Şen