Orhan Pamuk: Türkiye’de düşünce özgürlüğü yerlerde sürünüyor
Nobel Ödüllü yazar Orhan Pamuk yeni kitabı ve Türkiye’ye bakışını anlattı
Yazar Orhan Pamuk, yeni kitabı “Kafamda Bir Tuhaflık”ı yazarken
yaşadıklarını anlattı. Pamuk, Türkiye’nin bulunduğu durum için
“Gezi’yi benim için saygın ve cazip kılan, laik orta sınıfların
sokağa çıkıp ‘Arkadaş, laik dünyama, hayat tarzıma ilişme’
demeleriydi. Sokağa çıkıp, fikirlerini ifade etmeleriydi. Benim
ilgimi çekti ama düşünce özgürlüğünü anlatabilmek için romanıma
Gezi’yi koymama gerek yok. Türkiye’de düşünce özgürlüğü ne yazık ki
çok kötü vaziyette. ‘Yerlerde sürünüyor’ demeyeyim de ne diyeyim?
Pek çok dostum ‘Şu, şu gazeteden atılmış. Bu, bu gazeteden atılmış’
diye anlatıyor. Artık iktidara en yakın gazeteciler bile takır
takır! Bu kadar çok gazeteci atılan bir yer görmedim. Bu bir...
İkincisi ve en kötüsü, bir korku var. Herkes korkuyor, onu
görüyorum. Hem bir şeyler söylemek istiyor hem işinden atılmaktan
korkuyor. Normal değil. Baskı, cesaretli laf söyleyeni önemli
kılıyor. Yaratıcı düşünce değil, cesaret öne çıkıyor. Freedom
House gibi dünyadaki önemli kurumlar söylüyor ama ben de
söylüyorum: Türkiye’de düşünce özgürlüğü yerlerde sürünüyor”
dedi.
Hürriyet gazetesinden Çınar Oskay’a konuşan Nobel Ödüllü yazar
Orhan Pamuk yeni kitabı ve Türkiye’ye bakışını anlattı. Oskay’ın
“Orhan Pamuk: Türkiye’de düşünce özgürlüğü yerlerde sürünüyor”
başlığıyla yayımlanan (7 Aralık 2014) söyleşisi şöyle:
Orhan Pamuk: Türkiye’de düşünce özgürlüğü yerlerde
sürünüyor
Sadece biz değil, 100’den fazla ülkedeki okuyucuları son romanını
bekliyor. Tam altı senedir... Nobelli yazarımız Orhan Pamuk bu kez
gözlerini İstanbul’un arka sokaklarına, gecekondu mahallelerine
çevirdi. Hızla değişen hayatımızı bir bozacının gözüyle anlattı.
Pamuk bugüne kadar yazdığı en iddialı romanı, dünyada ilk kez
Hürriyet Pazar'la paylaştı.
Nobelli değil sadece.
Mesela Le Point’a göre “Yaşayan en büyük yazar”.
Umberto Eco onu “Orhan Pamuk’un çılgınlığında deha var” diye
anıyor.
Bizim için ise bir Yaşar Kemal bir o...
Hiç bu kadar ara vermemişti romana.
Eserlerinin çevrildiği 100’den fazla ülkede okuyucuları altı yıldır
yeni kitabını bekliyor.
Birkaç ay önce, sonunda bitirdiğinde, telefonda görüştük.
“Romanı ilk sana okutacağım Çınar. Bu iş için şu tarihlerde zaman
ayır lütfen” dedi.
Hemen idrak edemedim. Yüzüm tutmadığı için de soramadım.
Yapı Kredi Yayınları’ndan Derya’dan “Bir dakika, emin olamadım.
Romanı dünyada ilk kez ben mi okuyacağım?” diye teyit almam
gerekti...
Daha önceki bir söyleşimize, başyapıtı sayılan ‘Kara Kitap’ı
Geçebilecek mi?’ diye başlık atmıştım.
Nobel tatminini yaşadığı, gençlik enerjisiyle ‘Kara Kitap’ gibi bir
doruğa ulaştığı için pek emin değildim.
‘Kafamda Bir Tuhaflık’ın ilk çıktılarını birkaç gün yanımda
taşıdım.
Ama büyük bölümü tabii ki son iki güne kaldı.
Sürekli kahve içerek, biraz iş gibi, stresle okumam gerekti.
Ama kahramanı bozacı Mevlut, değişen İstanbul sokaklarında, inatla
her boza satmaya çıktığında, ruhumu, kalbimi ele geçiriyordu.
Sabah 06.00 gibi son sayfalara geldiğimde, Mevlut ile Samiha ile
vedalaşma fikrini kabul edemiyordum.
Final ise beni öyle bir hale soktu ki...
İtiraf edeceğim... Kalp kırıklığı mı, umut mu, anlayamadığım tuhaf
bir duyguyla hüngür hüngür ağladım.
İstanbul’a, kargacık burgacık binalara, burnumuzun dibindeki onca
bahtsızın hikâyesine aynı gözle bakamayacağımı hissettim.
Biriyle konuşmak istedim ama hepsi uyuyordu.
Kitabı bırakıp derhal Pamuk’a soracağım soruları hazırlamam
gerekiyordu, yapamadım.
Balkona çıktım...
İstanbul’a baktım, 15 milyon kişinin hayatını düşündüm.
Tıpkı Mevlut gibi, hepimizin dertlerini, hayallerini gökyüzünün
kızılına karışıyor gibi gördüm.
Ben bir edebiyat eleştirmeni değilim. Yorumum kişisel beğeninin,
zevkin ötesine geçemez.
Ama biliyorum ki, o bir sonraki kitabını yazarken aklımdaki soru
artık “Kafamdaki Tuhaflık’ı geçebilecek mi?” olacak...
Bence bir seyyar satıcının hayatı üzerinden yazdığı, Türkiyemizin
destanı.
Bakalım, Orhan Pamuk benim gibi düşünüyor mu...
Bu romanı yazarlık yaşamınızda nereye
koyuyorsunuz?
Her zamanki romanlarımdan biri gibi düşünmek istiyorum ama öyle
olmadığını biliyorum.
Ne açıdan?
Bazı bakımlardan eskileri gibi. Kahramanlarım en iyi bildiğim yer
olan İstanbul’da yaşıyor. Ama bu sefer Nişantaşlı değil. Kuştepe
benzeri Duttepe, hayali bir tepe olan Kültepe ya da 1970-2000 arası
Tarlabaşı, Gazi Mahallesi, Cihangir, Feriköy, Gümüşsuyu’nda boza
satıyor. Satıcıların dünyası. İlk başta dışarıdan gördüğüm ama hep
anlayıp anlatmak istediğim bir âlem. Bütün enerjim özellikle son
dört yılda içine girip dünyayı, İstanbul’u, o âlemin içinden
görmekle geçti. Romancılık, yazarın kendisini bir başkasının yerine
koymasıysa başkahramanım Mevlut olmak için dört yıl uğraştım. Ve
evet ‘Mevlut’um’ diye hissetmeye başladım.
Neden o insanları anlattınız?
Ülkemi anlatmak için. Roman, modernleşmiş orta sınıfların icadıdır
ama toplumun hepsini görebilirsiniz. Tıpkı ‘Benim Adım Kırmızı’da
olduğu gibi... Orada, 16’ncı yüzyıl Osmanlı ressamları üzerinden
bugünkü topluma baktım. ‘Kar’da siyasetin üzerinden Türkiye’nin
çelişkilerine... Burada temel hikâye İstanbul’un değişimi.
İstanbul’da doğmuş büyümüş olanların birazcık da burun kıvırarak
‘dışarıdan gelenler’ dedikleri. Aslında şehrin sahibi onlardır.
Rakamlara bakalım. İstanbul, doğduğumda 1 milyondu. Şimdi 15
milyon. Bu şehirde yaşayan çoğunluğu anlatmak istedim.
Zihninizde Mevlut olabildiniz mi?
Olduğumu zannettim. Alçakgönüllü olmak lazım. Flaubert’in meşhur
lafı vardır. “Madam Bovary benim” der. Dünyayı onun baktığı
ayrıntılarla görmeye çalıştım. Mevlut bir sokakta yürür. Bozacıya,
yoğurtçuya yönelik tehlikeyi, kendisini kovalayan belediyeyi, bir
dostu veya para kazanmakla, esnaflıkla ilgili ayrıntıları görür.
Benim aynı sokakta yürürken ilk tepkim bu değildir. Ama romancı
olmak, kahramanın gözünden âlemi görmek için kendini terbiye
etmektir.
Nasıl terbiye ettiniz kendinizi?
Romancının iki malzemesi vardır: Bir hayal gücü, iki araştırma.
Romanın tarif ettiği geniş manzaradan bahsedelim. İstanbul’daki ilk
gecekondular, onlara çıkılan katlar, arsalar, şehrin kenarında
büyüyen ve sonunda şehri bir şekilde yutan, karmaşıklaştıran,
zenginleştiren manzaradan... Burada benim tecrübem vardır tabii ki.
Oralarda gezdim, gördüm. Ama en sonunda anlattığım; elektrik
tahsildarı, bozacı, yoğurtçu, midyeci, şerbetçi, pilavcı ya da
inşaatçıların hikâyeleri. Bütün bu insanlarla röportajlar yaptım,
arkadaşlık ettim. Onlara da dürüstçe söyledim: “Ben bir roman
yazıyorum. Konuşur musunuz?” Anlattığım dünyanın içinde derin bir
şekilde yaşayan insanlarla görüştüm ya da bazıları benim adıma
görüştü. Çoğunlukla Boğaziçi Üniversitesi’nden 3-4 kişilik bir
arkadaş grubu yaptı bunu.
En kıymetli hazinem
Bazı bölümleri okurken “Orhan Bey burada kesin Mevlut olmuş
ve yürümüş” dedim.
Çok! Özellikle bozacı gibi. Bozacı tesadüf değil. Şiirle yüklü,
daha önce kimse kullanmadığı için memnun olduğum bir tip. Boza,
gelenekle ilişkili bir şey. Bozayı sattıran bozacının yanık
sesidir... Bu lafı bozacı kendi söyler.
Ortak söyledikleri bir şey mi bu?
Evet, hepsi biliyor bunu. Bozayı tadı için değil, o töreni için,
Osmanlı’dan kalma olduğu için, sokakta kış gecesi üşüyerek giden
bir insanla temas etmek istediğin için alırsın. Bozacıyı
çağırdığımızda Osmanlı’dan birini çağırıyor gibi oluruz. “Bozacı,
bozacı! Gel bakayım” derken.... Bir sınıfsal durum da var orada.
Rahat, huzurlu, konforlu evlerinde yaşayan burjuvalar, geçmişten,
Osmanlı’dan ve yoksulluktan gelen bir adamı çağırıyor. Bastırılmış
şeyler aslında.
Biraz da hüzünlü değil mi? Elden bir şey gelmeyecek. Bozacı
filan kalmayacak gibi görünüyor.
Sorduğunuz, benim hayatımın sorusudur. Ülkeler modernleştikçe
kendilerine ilişkin unuttukları şeyleri yeniden keşfederler.
Eskiden utandıkları, ilgilenmedikleri, “Bırak canım bunlar pis
şeyler, Osmanlı’dan kalma boza ne yahu, rakı varken?” gibi
şeyler... Ama zenginleşince, kimliğimizi kaybettiğimiz endişesi
bize yavaş yavaş gelir. Sokaktaki bozacı bize onu hatırlatır.
Geçmişle ilgilenme ihtiyacı modernliğin elimizden kimliğimizi alıp,
bizi kişiliksiz bırakmasıyla ilgilidir.
Bozacı kaldı mı şimdi?
Var.
Çocukluğumda Cihangir’den kışın her gece
geçerlerdi.
Hâlâ var. Romanı yazdığımı bilen ne kadar arkadaşım varsa arıyor:
“Orhan bizim mahalleden geçti.” Dikkat etmiyor insanlar, ben roman
yazdığım için biliyorum. Çocukluğumda da severdim. Babaannem
pencereyi açsın “Bozacı yukarı gel” desin. Masaldan biri gelmiş
gibi gelirdi bana.
Ben hem severdim, biraz üzülürdüm hem de “acaba hijyenik mi
bu” diye düşünürdüm.
Aynen! Gözlüklü çocuk gibi davranırdım.
Bazı matrak detaylar var kitapta. ‘Parça’ konulan porno
filmler... “Acaba Orhan Bey buralara gitti mi” diye
düşündüm.
Gitmedim. O sinemanın kültürünü gidenlerden işittim.
Pavyona da mı gitmediniz?
Gittim. Pavyoncu arkadaşlarım vardı, entelektüellerdi ve gider,
anlatırlardı. Pavyon, parça film koyan sinemalar... Onların
kapısının önünden geçtim. 1960 yılında Cihangir’de otururduk. Annem
12 yaşındayken abim ve beni Beyoğlu’na sinemaya bırakmazdı! Çünkü
yaşımız küçük. Cihangir şimdi en güzide semtlerimizden biri.
1980’lerin sonu, 1990’larda travestiler polis zoruyla atılıyor,
radikal dergiler onları savunuyor. Küçük randevu evleri,
kabadayılar, cinsellik işçileri diyelim, travestiler daha yeni
başlıyordu. Sonra onlar çabuk bir şekilde temizlendiler. Ben bütün
bu sokakların üzerinden şehrin tarihini anlatmayı seviyorum. Onlar
en kıymetli hazinem, hatırlıyorum.
Roman, Türkiye’nin öyküsü. Yazarken uluslararası okuyucuyu
düşünür müsünüz? Nasıl çevirecekler şimdi bozayı
İngilizceye?
Düşünmüyorsun o sırada. Hikâyenin gerçekliği, buraya ait olması
seni heyecanlandırıyor. Bozayı çocukluğunda içmişsin. Hayal gücünü
yüksek bir şekilde çalıştırırsın. Ama hikâyeyi toparlarken yine de
evrensel yanını düşünüyorsun.
Dünyanın başkenti İstanbul
Kitabınızın ilk paragrafında “12 yaşında İstanbul’a geldi
ve ondan sonra hep orada, dünyanın başkentinde yaşadı” diye bir
bölüm var. İstanbul dünyanın başkenti mi?
İstanbul da bu roman da o cümleyi hak ediyor. Kalemin ucuna geldi.
İddialı bir cümle ama yazdığım için memnunum. Açıklamak istemiyorum
neden yazdığımı. Öyle hissediyorum. Kişisel hayat hikâyemde önemli
bu. Flaubert 1850’de İstanbul’a geldiğinde pek çok mektup
yazmıştır: “Bir gün dünyanın baş şehri burası olacak” demiştir.
Flaubert yanıldı. 50 yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu çöktü.
Osmanlı’nın son 10 yılında yapılmış metro, dünyanın ilk metrosuydu.
İmparatorluk kapitalizme ulaşsaydı o metro, Paris metrosu gibi bir
şey olacaktı. Halbuki ben bütün çocukluğumu “Aaa Batı’da metro var,
bizde yok” diye geçirdim. Belki o eziklik benden de gitti artık.
İstanbul için ‘dünyanın başkenti’ kelimesini bundan 20 yıl evvel
yazdığım bir romanda kullanamazdım. Hatta gülünç bulurdum. Şimdi
biraz gururla söylüyorum. Orada bir iddia var.
Nasıl çıktı bu iddia ortaya?
Son 20 yılda büyük bir zenginleşme oldu. Merkezi İstanbul’du.
Yalnız İstanbul değil hepimizin bildiği gibi Türkiye’de bir
ekonomik büyüme oldu ve dünyaya bakışımızı değiştirdi. Yeni
sorunlar çıkardı ama burayı başka bir şehir haline getirdi. Buna
“Şehrimizi mahvettiniz” diye itiraz edenler var. Bu itirazların bir
kısmı doğru. Kitabımda en çok uğraştığım şey, bu değişimin ahlaki
sonuçları. Şehrin tarihiyle ilgili sonuçlarını, dürüstçe, adil
olmaya çalışarak kahramanların üzerinden irdelemeye çalıştım.
10 yıl öncesine göre ne durumdayız? Kitapta anlattığınız
vahşi bir dönüşüm süreci var. Bu süreç tamamlandı mı?
Ne yazık ki devam edecek. İstanbul’un yüksek binaları hakkında
araştırma yaptım. Şu anda çoğumuz silueti bozuyor diye şikayet
ediyoruz. Bu gördüklerimiz, biraz araştırınca görürsünüz, gelmekte
olanın yarısı. Heybedeki turp daha büyük yani. Kitabım, şehir
böylesine acımasızca, amansızca, -bunu bazıları güzel de bulabilir-
değişirken orada yaşayan insanın ruh halini, şehre ait olma
duygusunu anlamak istiyor. Bir şehrin mimarisi değişirken, içindeki
insan da kesinlikle değişir. Eğer değişmezse insan oraya ait
olmadığını düşünür. Kitabın sonunda Baudelaire’in bir şiirinden
yaptığım alıntı var: “İnsan kalbi ne yazık ki şehir kadar hızlı
değişmiyor...”
Acı çekiyor...
Şehrin manzarası değişince, eski manzarada büyümüş insan acı
çekiyor. Hafif bir öfke taşıyor.
Zenginlik yozlaşma getiriyor
Baudelaire’in 19. yüzyılda yaşadıklarını biz şimdi mi
yaşıyoruz?
Kesinlikle. Haussmann’ın yaptığı yıkım Paris’te gerçekten pek çok
kalp kırmıştır. Bizim de kalplerimiz kırılıyor ama gelecek kuşaklar
bunu kalp kırıklığıyla anlamayacak. Zenginleşmenin getirdiği
değişimi, öfkeyle yaşayan insanı anlamak istedim. 50’ler, 60’lar,
70’ler, dededen kalma ahşap konağı yıktırıp yerine beton yapan,
sonra da hem kendi yıkan hem de “Gördün mü ya ahşap konağı
yıktılar, beton yaptılar. Tu Allah belasını versin” diyenler...
Bugün yaşadığımız aynısı değil mi? O çirkin TOKİ’ler için hem “Hay
Allah belalarını versin” diyoruz, hem de biliyoruz ki burada da
bazı insanlar yaşayacak. Bunlar aynı zamanda Mevlut’un
ikilemleridir. Mevlut hem zengin olmak hem geleneğe bağlı kalmak
istiyor. Mevlut’un ikilemi, Türkiye’nin ikilemi. Hem zengin olup
hem de eski ahlakını, geleneğini, kültürünü koruyamıyorsun.
Zenginlik bir zaman sonra yozlaşma getiriyor.
Romanda çok farklı bir teknik var. 10’a yakın karakteri
konuşturuyorsunuz. Bu sık görülen bir yöntem mi?
Hayır, ilk defa ben yaptım ve çalıştı. Masumiyet Müzesi’nde ne
yaptım? Bir roman bir de müze... İlk defa... Bu o kadar
iddialı bir şey değil ama mütevazı bir şekilde elimden geldiğince
söyleyeyim.
Dünya romanında bu var mı?
Yok. Masumiyet Müzesi’ni ilk yaptığımda “Böyle bir müze var mı”
diye soruyorlardı.
Adı var mı?
Yok, birlikte şimdi bulalım istiyorsan.
Çok sesli roman gibi. Bence çok
zenginleştirmiş.
Evet, devam etmeyi düşünüyorum.
“Kafamda bir tuhaflık vardı. İçimde de ne o zamana ne de o
mekâna aitmişim duygusu...” William Wordsworth’un bu sözleri kitaba
adını vermiş. Yaşadığınız zamandan ve mekândan memnun
musunuz?
Evet memnunum, çünkü ben bir şehrin bir milyondan 14 milyona
geçişini, 62 yılda gördüm. Bunu görmüş kaç romancı var ki? Ben
yazmaya başladığım zaman insanlar bu konuyla ilgili değildi. Köy
romanıydı önemli olan. Ben İstanbul’u yazdığım için “Yanlış bir iş
mi yapıyorum” diye utanıyordum. Ama sonra hikâye buraya döndü.
14 milyon kişiyi anlamaya ne dersin?
İstanbul’u yazmak ayıp bir şey miydi?
Ayıp değil de ilgilenilmeyen bir şeydi. Marjinal romancılar yazardı
onları. İstanbul yazarı Tanpınar’dı. Halbuki ben yazmaya
başladığımda Fakir Baykurt’tan Yaşar Kemal’e Türk romanının ana
gövdesi köy romanıydı. Haklıydılar da. Yoksul bir ülkeydi ve okumuş
yazmış olmak da bu ülkenin geri kalanıyla ilişki, empati kurma
çabasıydı. Ama şimdi anlamak için 14 milyon kişi var. “Aaah eski
İstanbul’un nostaljisi” diyen 14 milyon kişiyi anlamaya ne dersin
arkadaş? Sorum budur.
Kayıp güzel günler, eski zamanların güzel insanları...
Böyle şeyler var mıdır gerçekten?
“Eskiden satıcılar daha az hile yapıyordu, hayat daha güzeldi.”
Hepimizin içinden geçen ama düşününce pek doğru olmayan şeyler.
Eski zamanlarda daha iyi insanlar daha güzel zamanlar olduğu
şiirsel gerçeğini şiir olarak kabul ediyorum. Nesnel gerçek olarak
ise bu kitapta olduğu gibi sorguluyorum. Ama şiir olmadan, geçmişe
bağlılık olmadan Mevlut’unki ya da Mevlut’un müşterileri gibi
“Bozacı bozacıı” diye sırf o sesle yaşamak da mümkün değil.
Bastırılmışlık, görücü usulü evlilikler, içine parça
konulan filmler, bir bakışa âşık olup hayatını karartan insanlar,
rakı içen kocasından dayak yememek için erken yatan kadınlar...
Bunlar hâlâ var değil mi?
Kitabım aslında özellikle kadınların Türkiye’de ezilmesiyle ilgili.
Onu da sloganlarla değil günlük ayrıntılarla göstermek istedim.
Kocasından dayak yiyen kadınlar ya da benim en sevgi, şefkat
duyduğum Vediha. Türkiye’ye dışarıdan bakıp eleştireceksek en büyük
şey kadının toplumdaki yeri. Siyasetçilerimiz de maşallah çok
düşüncesiz. Hatta kavga çıksın diye demeçler veriyorlar.
Cumhurbaşkanı’nın “Kadın ile erkeği eşit konuma
getiremezsiniz, o fıtrata terstir” açıklamasından söz
ediyorsunuz.
Cumhurbaşkanı sonra düzeltti. “Ben onu kastetmedim” diyerek işin
içinden çıktı ama bir siyasetçi “Kadınlar sokakta gülmemeli” dedi.
Düşüncesizce edilmiş laflar. Türkiye’de arsalar, evler, fabrikalar,
eşyalar... Bunun ne kadarı kadının üstüne, ne kadarı erkeğin? Bir
rakamlara bak, ondan sonra eşitlik, fıtrat falan de. Bunu
değiştirmeden modern olunmaz. Tabii, acaba Cumhuriyet’te ne kadar
değişti bu, ona da bakmak lazım.
Dünyaya kadın olarak gelmiş olsaydınız hayatınız nasıl
olurdu?
Türkiye’den çıkan çok parlak kadın yazarlarımız var.
Peki sizin için işler farklı olur muydu?
Şu olurdu herhalde: Kendimi gençliğimde savunamazdım. Ben yine de
aileme “Romancı olacağım” diyebildim. Kız olsaydım bunu
yapamazdım.
Direnemez miydiniz?
Direnemezdim evet.
Sizin evde bile?
Evet direnemezdim. Şimdi anne-babama haksızlık etmeyeyim ama en
sonunda kadın, özgürlüğü ailesinden ya da kocasından hoşgörü
gördüğü kadar alabiliyor. Ama bir kadını düşünebiliyor muyuz, evde
kendi kitaplarıyla yaşayacak, toplum da onu hoş görecek. Kolunu
bükmeyecek. Yapamazdım. Ben aileme ve çevreme “Romancı olacağım. Ne
birine emir verip çalıştırmak istiyorum ne birinden emir alarak
çalışmak. Kendi başıma yaşamak istiyorum. Şuradaki küçük evin
kirası da bana yeter” deyip ilk 10 yılımda bir romancı olarak
kendimi korudum. O zaman romancılık gelirim yeterli değildi. Kadın
olsaydım hayal etmesi bile zor. Bu ülkenin bütün kadın yazarlarına
saygı duyuyoruz.
Herkes korkuyor, bunu görüyorum
Kitap pek çok toplumsal olaya değiniyor. 6-7 Eylül, askeri
darbeler, Madımak... Ama Gezi yok. Hikâyenin önüne geçmesinden mi
çekindiniz?
Böyle bir soru bekliyordum. 12 Eylül oldu, romanları yazıldı. Ben
istemedim. Çok sıcak olduğu için. Ama 12 Eylül romanlarında
anlatılan siyasi, tarihi gelişmeleri 12 Eylül’den bahsetmeden
yazdım.
Gezi’yi benim için saygın ve cazip kılan, laik orta sınıfların
sokağa çıkıp “Arkadaş, laik dünyama, hayat tarzıma ilişme”
demeleriydi. Sokağa çıkıp, fikirlerini ifade etmeleriydi. Benim
ilgimi çekti ama düşünce özgürlüğünü anlatabilmek için romanıma
Gezi’yi koymama gerek yok. Türkiye’de düşünce özgürlüğü ne yazık ki
çok kötü vaziyette. “Yerlerde sürünüyor” demeyeyim de ne diyeyim?
Pek çok dostum “Şu, şu gazeteden atılmış. Bu, bu gazeteden atılmış”
diye anlatıyor. Artık iktidara en yakın gazeteciler bile takır
takır! Bu kadar çok gazeteci atılan bir yer görmedim. Bu bir...
İkincisi ve en kötüsü, bir korku var. Herkes korkuyor, onu
görüyorum. Hem bir şeyler söylemek istiyor hem işinden atılmaktan
korkuyor. Normal değil. Baskı, cesaretli laf söyleyeni önemli
kılıyor. Yaratıcı düşünce değil, cesaret öne çıkıyor. Freedom
House gibi dünyadaki önemli kurumlar söylüyor ama ben de
söylüyorum: Türkiye’de düşünce özgürlüğü yerlerde sürünüyor.
Yolsuzluklara nasıl bakıyorsunuz?
17 Aralık’tan sonra YouTube’da ve başka yerlerde gördüklerim beni
rahatsız etti. Toplumdan, devletten, sistemden içimi rahatlatan bir
yanıt alamadım. Bunların üstünün kabaca örtülmesi toplumun önemli
bir sorunu, utancı.
Neden böyle?
İletişim sorunu ve muhalefetin başarısızlığı. Muhalefet
partilerinin eski bürokratik, aşağılayıcı, Mevlut’a yaptıkları gibi
“Gel bakayım buraya” dediği insanların öfkesi de var.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Nobel, kararlarını
objektif mi veriyor? Asla! Bunları gördük, görüyoruz” açıklamasını
nasıl karşıladınız?
Bence Sayın Başbakan benim Nobel aldığımı duymuş olmalı! Çünkü
kendisi telefon edip beni çok nazik şekilde tebrik etmişti o zaman.
Başbakan diyorum, Cumhurbaşkanı! (Gülüyor)
Roman bitti. Şimdi sırada ne var?
Bir eksiğim varmış gibi hissediyorum, kısa roman yazamıyorum sanki.
Bir çocuğun bakışına yaklaşarak kısa bir roman yazmak istiyorum. Ne
olacağını tam ben de bilmiyorum.
Hiçbir kitabımı bu kadar elememiştim
Kahramanı çocuk olan bir öykü mü?
Ergenlik yaşındaki bir çocuğun dünyasını, büyümesini, gerçek ve
hayali babasıyla kavgasını yazmak istiyorum. 16-17 yaşında birinin
dünyayı, cinselliği ve ergenlikten yetişkinliğe geçmesini,
sorumluluklarını anlatmak istiyorum.
Kızınızdan esinlendiğiniz bir şey mi?
Hayır. Yazın para sıkıntısı yüzünden çıraklık yapan ama Mevlut
kadar yoksul olmayan, orta sınıf bir çocuğu anlatmak istiyorum.
Artık esas soruyu sorabilirim... ‘Kafamda Bir Tuhaflık’
sizin en güçlü romanınız olabilir mi? ‘Kara Kitap’ı aştınız mı
sonunda?
Bilmiyorum, onu başkalarına sor. Ama kapsadığı alan, girmek
istediği insanın çeşitliliği ve zenginliği, dayandığı araştırma,
verdiğim vakit ve hayal gücü olarak çok şey gitti bu kitaba. Hiçbir
kitabımı bu kadar elememiş, kesmemiştim. 700 sayfa da çıkabilirdi.
Çok zengin bir malzeme var. Kitabımın içindeki insanlığa
güveniyorum. Çok büyük bir hakikatin içinden geliyor. Şehrin
gürültüsünü, bütün o 12 milyonun sesini duya duya yazdım. Onun bir
gücü var. Hikâyelerin hepsi özgün. İster ticari ister insani ister
siyasi olsun. Bunların özgünlüğü, değişikliği, yeniliği dünyanın
hiçbir yerinde yok. O bakımdan, elinde çok iyi bir şey olan birinin
güvenini taşıyorum. Ama ötekilerle karşılaştırmak istemiyorum.
Romanlarım çocuklarımdır. Yeni çocuğumu övmek için eskileriyle
karşılaştıramam. Yine de önü açık bir evladım olduğunun
farkındayım. (gülüyor)
Tatlı dilinle, insanlığınla konuşamıyorsan başka ne yolun
var?
Hiç aşk mektubu yazdınız mı?
İki tür aşk mektubu var. Biri ilişkiniz olan insana tatlı sözler...
O kolay. Bir de bir kere gördüğün birini mektubun kararlılığıyla
tavlamak. Kızla erkeğin yan yana gelmediği toplum bu demek. Tatlı
dilinle, insanlığınla, hayal gücünle doğrudan konuşamıyorsan başka
ne yolun var? Erkek, mektupla ısrar ederek verdiği değeri gösterir.
Tığla iş yapar gibi... Cevap geldi mi, eline geçmedi mi yoksa geldi
de beğenmedi mi... Bunları, belki bütün insani durumları kenarından
bir kaşık tatmışımdır. Bunun ne büyük acı olacağını...
Erkek kıskançlığıyla baş etmek zordur
Çok hayranınız var. Ama bir o kadar gıcık olan da... Maalesef
eleştiri bizde nefret ile el ele yürüyen bir şey. Bunu nasıl idare
ediyorsunuz?
İdare ettiğimi söyleyemem, edemiyorum. Basmakalıp bir laftır ama
meyve veren ağacı taşlarlar Türkiye’de. Siyasi yanı da var. Mesela
Ermeni katliamından bahsetmek istemiyor, duymak istemiyor, hak
verebilirim. Bunlara itirazım yok. Hak vermediğim, erkek
kıskançlığı. Özellikle benim yaşımda, iddialı, önemli olmak isteyen
erkeklerin kıskançlığıyla baş etmek zordur. En kötü yanı, siyasi
bir maske edinip insanları etkileyebilmesidir.