Orhan Pamuk: Can Dündar tutuklanırken oturup romanını yazamıyorsun
Yeni romanı 'Kırmızı Saçlı Kadın' bu hafta çıkacak Orhan Pamuk, Türkiye'de olan bitenden babasıyla ilişkisine, kız arkadaşından bir sonraki romanının adına her şeyi ilk kez anlattı.
Babasının terk ettiği, liseli, parasız bir genç, yaz
tatilinde bir kuyucu ustasının yanında çalışır. Bir gün
gizemli, kırmızı saçlı bir kadına âşık olur. Bu ona büyük,
dayanılmaz bir suç işletir. Orhan Pamuk salı günü çıkacak romanı
‘Kırmızı Saçlı Kadın’da büyük efsanelerin, destanların kaderimizi
nasıl etkilediğini yazmış. Oidipus’tan Şehname’ye, Karamazov
Kardeşler’den Freud’a insan ruhunun karanlıklarında çıktığı
yolculuk 1980’lerin Küçükçekmece’sine uzanıyor. Buradaki genç bir
liselide anlam kazanıyor. Binlerce yıldır yeryüzünde yaşamış tüm
insanların suçluluk duyguları, korkuları nasıl oluyor da hayatımızı
etkiliyor? İnsanlığın ortak bilinçaltı, aşklarımızdan ülkemizdeki
siyasete kaderimizi nasıl belirliyor? Ve Doğu’yla Batı’yı ayıran
ne? Pamuk son romanını ve akademisyenlerden günlük tartışma
programlarına Türkiye’deki gelişmeleri nasıl gördüğünü Hürriyet
Pazar'dan Çinar Oskay'a anlattı. Söyleşi şöyle:
Bir yıl sonra yeni bir roman. Bu sefer ara
vermediniz...
Bundan evvelki, altı yılımı aldı ama bitirilmiş hali 700 sayfaydı.
40 yıldır yazıyorum, yılda ortalama 200 sayfa tuttururum. Yaşım
ilerledikçe daha çabuk yazıyorum. O konuları 30-35 yıl düşünmüş
oluyorum, iş yazmasına kalıyor.
Kuyucu hikâyesi ne zaman aklınıza geldi?
1980’lerin sonu, Heybeliada’daki aile evi satılmamıştı. ‘Kara
Kitap’ı yazıyorum, eşim İstanbul’a gidip geliyor. Yandaki bahçede
iki kişi kuyu kazıyordu. Onlarla röportaj yaptım. Taşınabilir
televizyonları vardı, beşten sonra taşa ocak konur, tencere yemeği
yaparlardı. Tıpkı kitaptaki gibi... Aralarındaki ilişkiyi merak
ettim. Baba-oğul, otorite-birey, emir alma- emir verme
ilişkisini...
Kitapta toplumu bir psikanalist gibi masaya yatırmışsınız.
Freud okusa, mezarından kalkıp teşekkür ederdi size...
Edebilirdi! Güçlü baba, babaya isyan, annenin sevgisini kazanma...
Bu konuları severim. Freud’cu değilim ama epey okudum. Rüyalar, dil
sürçmeleriyle ilgili kitaplarından çok şey öğrendim.
Destanların gücüne, insanlığın tarihöncesi dönemlerde oluşan ortak
bilinçaltına inanıyorsunuz.
Efsanelerin, edebiyatın, felsefenin, ahlak teorisinin toplumları
şekillendiren yanı var, evet. Freud’un öğrencisi Jung’un
düşüncelerine yakınım. “Arketip” diyor. İnsanların bazı kültürel
yapılarla doğduğunu, ruhunun derinliklerinde, kafasının arkasında
bunlarla hareket ettiğini söylüyor. Ama taşları Freud
döşemiştir.
O ne diyor?
Yaşadığımız hayatların arkasında hep metinler vardır. Freud’un
anlatmaya çalıştığı, insanlığın bilinçaltının bu metinlerden
oluştuğudur. Kütüphanede yaşamaya gerek yoktur. Bilgiler bize
geçer. Toplumdan, çevremizden alırız, hiç kitap okumasak da... Din
de bunlarla iç içedir. Tek-tanrılı dinler Eski Yunan’dan, Mısır’dan
çok şey alır. En ilginci de bu efsanelerin benzeştiği yerlerdir. Bu
romanda böyle iki hikâyeyi bir araya getirerek, okuru düşünmeye
kışkırtıyorum.
YEŞİLÇAM SAHNELERİ DE BABANIN OĞLUNU ÖLDÜRME TRAJEDİSİNİ
İŞLER
Hangi efsaneleri?
Biri Batı’da Freud’un yardımıyla ortaya çıkarılan Oidipus, diğeri
Şehname’den Rüstem ile Sührab. Oidipus soylu bir ailenin şehzadesi.
Bilmeden babasını öldürüp annesiyle evleniyor. Batı medeniyetinin
psikolojik çelişkilerini oluşturan parlak metinlerden biri. Bize
babanın ne olduğunu gösteriyor, onu öldürenin saflığına inanarak
bunu meşrulaştırıyor. Ama bir yandan suçluluk duygusu koyuyor.
Oidipus kendisini kör ediyor.
Şehname’de fark ne?
Osmanlı’da memur olacak, âlim olacak kişiler bu hikâyeleri iyi
bilirdi. “Dur, o senin oğlun!” gibi Yeşilçam sahneleri bu hikâyeye
dayanır. Babanın oğlunu öldürmesi trajedisini işler. Aslında bunu
meşrulaştırır.
Oidipus’un tam tersi yani...
Evet, Oidipus birey olmak için babasını öldürmek yani otoriteye
isyan etmek zorunda. Şehname ise Doğu toplumlarında otoriter
babanın evladını ezebileceğini, babanın otoriterliğine ihtiyaç
olduğunu, bunun kaçınılmaz olduğunu işler. Biz tam ortadayız. Bu
karşılaştırmayı yapmak bir Türk’e düşer.
Tam ortada olmamız gelenekten kopmamızla mı ilgili? Kitapta
“İranlılar Batılılaşma yüzünden geçmiş şair ve efsanelerini unutan
biz Türkler gibi değiller” diye bir cümle var.
Kabul edelim, İran medeniyetinin çok güçlü bir geleneği var.
Tanıdığım İranlılar şairlerini okur, Ömer Hayyam’ı, Mevlana’yı
bilir. Biz edebi geleneğimizi değiştirmeye karar verdik. Açıkça da
söyledik. Bu büyük bir unutmaya yol açtı.
TÜRK OLDUĞUM İÇİN BANA SÜREKLİ SİYASET SORUYORLAR
Ben de İran’a gittim ve kültürün zenginliğine hayran kaldım. Yine
de kendime sordum: İranlılar bunun yararını ne kadar
görüyor?
Bu çok ilginç bir konu. Gelenek, babanın oğlunu öldürmesini değerli
buluyor ve vazgeçilmez kılıyorsa o gelenekten de kopmak lazım.
Bizim bilinçaltımızı oluşturan böyle efsanelerimiz var
mı?
Bu konudaki metnimiz hiç şüphesiz Dede Korkut’tur. Dede Korkut’un
Freud’cu karşılaştırmalarla incelenmesini çok isterdim.
Kitabın Türkiye’nin otoriterleşmesiyle ilgisi var
mı?
Bu tür şeyler hep tesadüf olur. Gittikçe otoriterleşen bir
toplumdayız. Ne yazık ki buna seçmen de onay vermiş. Belki o
karamsarlık etkili olmuştur. Ama bir yıldır yazıyorum, seçimden 2-3
ay önceydi. Otoriterlik ve bireylik bizim için bitmez
konulardır.
Biraz Türkiye’yi konuşalım... Nasıl
görüyorsunuz?
Kötü görüyorum, üzülüyorum da. İktidar partisi milletvekili
olsaydım üniversite hocalarına bu kadar yüklenilmesinden rahatsız
olurdum. Evet, metnin kusurları, eksiklikleri var ama artık
imzalanmış. “Ben sana bunu soracağım” diye bir toplum olmaz ki. Bu
kadar göstere göstere öğretim üyelerini ezmek, hırpalamak,
aşağılamak, “Vatan haini” demek kabul edilebilir değil. Can
Dündar’ın hapse tıkılması var. Ne diyebilirim ki?
Amerikan internet sitesi Daily Beast’te “Nobel laneti Orhan
Pamuk’u öldürdü mü?” başlıklı bir yazı vardı. “Artık nostalji ve
aşk romanları yazıyor, nasıl olsa nobeli var” demiş
eleştirmen.
Independent da “En iyi kitaplarını Nobel’den sonra yazdı” dedi.
Bak, kitabın arkasında var. Bunlara cevap vermek istemiyorum. Belki
dünyada en çok siyasi röportaj yapan, en talihsiz yazarım. Türk
olduğum için bana sürekli siyaset soruyorlar.
Ülkenin en önemli aydınlarından birisiniz. Çevrenizde hapse
girenler, işsiz kalanlar, hatta saldırıya uğrayanlar oluyor. “Ben
de bir şey yapmalıyım” gibi bir suçluluk duygusu hissediyor
musunuz?
Bazen romana kaptırırsın, birileri işten atılır, hapse girer, sen
hiçbir şey yapmıyorsundur. Öyle suçluluk duyduğum dönemler oluyor.
Ama inan, buna vakit kalmıyor. Durmadan mail geliyor, “İmza verir
misin” deniliyor; biri telefon ediyor, “Orhan Bey bilmem kim hapse
girdi, bana yardım eder misin” diye soruyor. Unutmama imkân
yok.
Nasıl karşılık veriyorsunuz bunlara?
Bazısına “Evet” diyorum, bazısına “Daha dün yaptım” diyorum. İki
sakınca var. Birincisi, mevcut otoriter, kötücül kampanyalara hedef
olmak. Ölçüsünü tutturmak, ucuz saldırgan laf etmemek gerekiyor.
İkincisi, her ağzımı açtığımda siyaset konuşan bir adam konumuna
düşmek... Norveç’te bir akşam Paul Auster ile buluştuk. “Ne güzel,
sen Amerika’dasın. Bana durmadan siyaset soruyorlar” dedim. O da
“Bana da Körfez Savaşı’nı, Bush’u soruyorlar” demişti. Yazarlıkta
kaçınılmaz bir durum. Ama mesela akademisyenlere gösterilen kaba,
duyarsız şeyleri içime sindiremiyorum. Sen o kadar kötü davranırsan
insanlar başka ülkelere gider. Öğretim üyesi yetiştirmek kolay
mı?
Böyle bir hassasiyet var mı?
Ne istiyorlar? Bütün muhaliflerin yurtdışına atıldığı bir ülkede
yaşamak çok mu iftihar edilecek bir şey? Onu istediklerini
düşünmüyorum. Sistematik olarak ne yaptıklarını bilmediklerini
düşünüyorum. Öfkeye kapılıp kendi üniversitelerine zarar
veriyorlar. Öğretim üyelerinin önüne bir metin geliyor. “Tamam,
tamam” deyip tıklıyorlar. Çatışmalara üzülüyorlar, hükümete karşı
bir şey yaptıklarını düşünüyorlar. Demokratik bir ülkede insanlar
en son seçimi kazananın düşüncelerini papağan gibi tekrarlamak
zorunda değildir. Demokrasi dediğimiz şey budur. Senin düşüncende
olmayan birinden korkmazsın. “Aynı düşüncede olmadığım bir adam
geldi, şimdi ne olacak?” diye
düşünürsen orası demokratik olmaktan yavaş yavaş çıkar.
OTORİTERLİK EKONOMİK BÜYÜMEYE DE MANİ OLACAK
Demokrasi ilkeleri üzerinden yapılan eleştiriler hâlâ anlamlı mı?
Çok kafaya takılıyor mu bunlar sizce?
Beni o korkutuyor. Ama şunu da unutmayalım, kasım sonuçlarını
öğrendiğim zaman bana benzeyen herkes gibi hayal kırıklığına
kapıldım. Ama ilk defa mı? Çocukluğumda da Demirel vardı. İlk hayal
kırıklığı yaşayan liberal, solcu ya da özgürlükçü ben miyim?
Hayatımız böyle geçti! Ama bu sefer ölçüsü kaçtı.
Neden?
Yalnız Türkiye’de değil Rusya’da, Hindistan’da, diğer Asya
ülkelerinde de seçmen için özgürlükler, hoşgörü, ekonomik büyümeden
sonra gelen değerler. İnsanı kahreden gerçek bu. Ekonomik büyüme
otoriterliği gizliyor. Putin onu da yapmadan sırf otoriterlik
reklamıyla kazanıyor.
Bu nasıl değişir?
Otoriterlik ekonomik büyümeye de mani olacak ve yavaş yavaş
değişecek. Batılı ülkeler tarihte bu tür gidişatlar sonrası ciddi
trajediler yaşadı. Ancak sonrasında ders alabildi.
Evet, öyle olmasını istemiyorum. Kendi gazetelerinde bile
eleştiriye tahammül edemiyorsun. Yanlış yaptığında seni kim
uyaracak? Yanlışlar, sonunda ekonomiyi, büyümeyi, şunu bunu
zehirlemeye başlayınca nereden çıkış bulunacak? Kasım seçiminde
seçmen biraz da anarşiden korktu. “Şimdi boş ver özgürlükleri.
Ekonomiyi koruyan otoriter ‘babamız’ olsun, ne olursa olsun” dedi.
İç açıcı bir sonuç değil. Gazetecilere baskı var mı? Fikirlerini
rahatça yazabiliyor musun? Özgür müyüz? Seçmenimiz ne yazık ki
böyle bakmıyor. Asya ülkeleri de böyle. Bu beni korkutuyor çünkü
artık sadece Batı değil başka kültürler de dünyayı belirliyor.
Onlar için özgürlükçülük en önemli değer değil.
Sadece Asya değil ki, Amerika’da Trump gibi nefret
söylemiyle yükselen biri ortaya çıktı. Avrupa’nın Türkiye ile
ilişkilerinde demokrasi değerlerinin altını çizme hassasiyeti
ortadan kalktı.
IŞİD ve göçmen krizi Avrupa’nın elini kolunu bağladı, bütün
değerleri unuttular. Bize bir dönem Suudi Arabistan’a baktıkları
gibi bakıyorlar. Bizim istediklerimizi yapıyorsa içeride ne yaparsa
yapsın! Göçmenleri filtrele, IŞİD’le savaşımızda yanımızda yer al.
Biz de insan haklarını ihlal etmeni, gazetecileri içeri atmanı
görmemeye çalışırız!
Şimdi gündem başkanlık. Buna nasıl
bakıyorsunuz?
Zaten başkanlık sistemi gibi bir şey yaşıyoruz artık. Cumhurbaşkanı
“Can Dündar’dan hesabını sorarım” diyor, hâkimler gereğini yapıyor.
Bürokrasi, hukuk sistemi Cumhurbaşkanı’ndan fazlasıyla korkuyor.
Sesini çıkaran yok. Bundan başka ne isteniyor, farkında değilim
açıkçası.
Tüm bunlar olurken ülkedeki kültürel atmosferi nasıl
görüyorsunuz?
15 yıllık ekonomik gelişim, bireyliğini önemseyen insanlar yarattı.
İstediğin kadar kültürü, sanatı yasakla, onlar dertlerini ifade
eder. En büyük sorun düşünce özgürlüğü. Özellikle gazetecilerin,
politik yorumcuların özgürlüğü... Stalin Rusya’sı, 70’lerin
Rusya’sı gibi sanatçının özgürlüğüne saldırı yok. Ama politik
yorumcunun üzerine çok büyük bir saldırı var. Hükümetin çatıştığı
yerler gazeteler. Roman yazarken kendimi kısıtlanmış hissetmiyorum.
Ama her gün köşe yazısı yazdığım zaman baskı gelecektir.
Romanınızın Silivri Cezaevi’nde bitmesinin sembolik bir
anlamı var mı?
Kahramanın İstanbul yakınlarında bir hapishaneye gitmesi
gerekiyordu. Biraz araştırınca herkesin oraya gittiğini anladım.
Muhalif gazeteciler, eski askerler, Kürtler, adi suçlular...
Silivri’nin hayatımızda yeri var, durmadan Silivri’den
bahsediyoruz. Eskiden FİTAŞ Sineması açılır, “Avrupa’nın ve
Balkanlar’ın en büyük sineması” denirdi. Şimdi Avrupa’nın en büyük
hapishanesini açmakla övünüyoruz.
Huffington Post sizi dünyanın en etkili dördüncü kanaat
önderi seçti. Birinci Papa. Ne hissettiniz?
Ben de gazetelerden öğrendim. İnsan gülüyor, arkadaşlarına
gösteriyor. “Herhalde bir yanlışlık var” deyip geçiyor. Herhalde
Papa da “Bir yanlışlık var” diyordur.
Papa demiyor olabilir. Fikir almak için sizi sürekli
arıyorlar mı yurtdışından?
Evet. Ama sebepleri hiçbir zaman güzel değil. Roman yazıyorum, o
günkü gazeteleri okumamış oluyorum. Bir bakıyorum, gene kötü bir
şey olmuş. La Republica’dan, Almanya’dan dört mail gelmiş! Ben daha
olayın ne olduğunu bilmiyorum. Fransa’da da bomba patlıyor ama
bütün toplum o bombaya karşı, hepsi aynı fikirde. Bizde bir bomba
atılıyor. Herkes birbirini “Senin yüzünden atıldı” diye suçluyor.
Bu tarz bir ülkenin yazarı olmak gerçekten yorucu. Açıklama
yapmasan -demin sordun işte- suçluluk duyuyorsun. Yapsan, sabah
akşam her olaya maydanoz olmak istemiyorum! Böyle böyle gidiyoruz,
bakalım nereye kadar...
RÖPORTAJIN TAMAMINI OKUMAK İÇİN
TIKLAYINIZ