02 Ağu 2011 15:02 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:38

ORDUDA ''CUNTALAŞMA''NIN ÖNÜ ASIL ŞİMDİ AÇILMIŞ MI OLDU? ATİLLA AKAR'DAN ÇARPICI ANALİZ!

Medyaradar'ın siyaset analizcisi Atilla Akar, TSK'daki depremin ardından 'Yeni Bir “Rüştü Erdelhun Vakası” Yaşanabilir mi?' sorusuna cevap aradı.

Orduda “Cuntalaşma”nın Önü Asıl Şimdi Açılmış mı Oldu ?.. (Yeni Bir “Rüştü Erdelhun Vakası” Yaşanabilir mi?)

Sonunda kendimde kanaat getirdim; hakikaten benim “tuhaf işleyen” bir zihnim var. Herkes bir olayın görünür sonuçlarına, şu anki duruma (Hadi bilemedin birkaç adım ötesine) ve “kişiler”e takmış iken ben o olayın görünmesi “ilk anda pek mümkün olmayan” sonuçlarına, kısa değil orta-uzun vadeli etkilerine bakarım. Sorulmayan sorulara odaklanır ve insanlara ilk anda “absürt” gelebilecek cevaplar bulurum. Çoğu kez sorduğum sorulardan ve bulduğum cevaplardan kendim bile rahatsız olurum. “Bunları düşünmenin sırası mı şimdi?” derim ve kendi kendime“Lâ havle!” çekerim…

Örneğin birileri “Her şey normal mecrasına girdi” diyorsa ben “ya girmediyse?” şeklinde düşünürüm. Mutlaka o olayda “herkesin aklına gelmeyen” bir yan, sayılanların dışında bir “ihtimal” bulmaya yönelirim. Olayların akışının hangi “tahmin edilemeyen” mecralara sürüklenebileceğini düşünürüm. Fesatlığımdan, tarafgirliğimden ya da illâ ki “cinslik olsun” çabamdan değildir bu. Doğal tepkimdir adeta. Beni tanıyanlar, bu yöndeki kitaplarımı okuyanlar, yazılarımı takip edenler bendeki bu “takıntı” derecesindeki “huyu” da sanırım bilirler. Ne yapayım herkesin bir “fıtratı” var. Benimkisi de böyle demek ki!

O yüzden son yaşananlar bu duygumu bir kez daha tetikledi. Hemen herkes Genelkurmay Başkanının ve üç kuvvet komutanının teknik olarak “emekliliğini isteme” ancak reel olarak “istifa” olayını ilk anda “Demokrasinin zaferi”, “Normalleşme yönünde büyük bir adım”, vb olarak değerlendirirken benim kafamda ise “acaba”lar uçuşuyordu. Ben gene olayı “bir tarafın bir tarafa galebe çalması”, “dediğini yaptırması” olarak değil kurumların birbiriyle “harmonik ilişkisi” açısından yaklaştım ve bu durumun sanıldığının aksine bir “son” değil yeni çatışkılara yol açabilecek bir “hamle” olarak algıladım. Bu anlamda çatışma “form” ve aşama değiştirmiş oluyordu sadece…

Dolayısıyla hükümet ve onu destekleyen medyadaki adeta “bayram havası”nı oldukça garipsedim hatta biraz “erken” buldum diyebilirim. Zaten böylesi bir “çatışma sörfü” üzerinde yükseldiği söylenen “saflaşmalar”ın aynı zamanda kendi içinde hesap dışı “sapma” potansiyelleri taşıdığını düşünürüm. Eğer siyasal analizleriniz ilkokul yurttaşlık bilgileri seviyesinde değilse, (Çoğu kalem bu düzeyde “yorum” yapıyor bence. Hepsi birbirinin tekrarı bir sürü “laf salatası” şeklinde!) bu gibi “yönleri” görebilirsiniz demektir. Ayrıca tarihin, devletin/iktidarın, güç mücadelelerinin “doğası” hakkında iyi-kötü sağlam bir bakışa sahipseniz bazı durumların fiilen hangi “fayları” harekete geçirmiş olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Bu açıdan bakıldığında söz konusu yeni durum ordunun ve ülkenin geleceği açısından “çok sakıncalı” bir süreci başlatabilir. Bunu ortalığı endişeye sevk etmek için değil, sadece bir “ihtimal” olarak söylüyorum. Umarım öyle olmaz. Peki niye mi böyle düşünüyorum?

HÜKÜMET “KAŞ YAPAYIM DERKEN GÖZ ÇIKARMIŞ” OLABİLİR Mİ?
Son günlerde özellikle “ulusalcı” ortak paydasında toplanabilecek gazeteler, siteler, yazarlar ile bu olayla ilgili yapılmış “okur yorumları”nı takip etmeye çalışıyorum. İlk anda “Büyük tepki”, “Onur hareketi”, “Komutanların AKP’ye haddini bildirdiği”, “TSK’nın çetin ceviz olduğu”nun ortaya çıktığı şeklindeki değerlendirmeler kısa sürede tam tersine dönüştü. Hemen ardından ise orduya bir “tuzak” kurulduğu, istifacı” komutanların bu oyuna geldikleri ve yeni atanan eski Jandarma Genel Komutanı ve yeni Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in de “Tayyip’in Komutanı”, “Yeni Hilmi Özkök”, olduğu yönünde yaklaşımlar (Dahası “cemaatçi mi?” soruları atılarak) öne çıkmaya başladı. (Hatta “Bundan sonra orduevlerinde nasıl karşılanır?” gibi laflar söylendiği bile ileri sürüldü. Gerçi sözün sahibi olduğu iddia edilen Fikret Bila reddetti ama bilemiyorum.) Böylelikle komutanlar istifaya (emekliliğe) zorlanarak Özel’in önünün açıldığı, silah arkadaşları gibi davranmayarak, hatta hemen Erdoğan’la görüşmeye “koşa koşa giderek” bu konuda ne kadar “hevesli” olduğunu gösterdiğini iddia ediyorlar. Sonuçta “orduya komplo” kurulduğu tespitine paralel olarak “AKP ile uyumlu” hatta “AKP’nin Truva atı”, “yandaş” bir ismin başa getirildiğini söylüyorlar ya da ima ediyorlar. Yeni komutana “sıfır güven” gibi bir kanaat oluşuyor veya oluşturuluyor. Şimdilerde de tam aksi yönde bir “imaj harekâtı” başlatılmış görünüyor. Buna göre de “Orgeneral Özel, alınan ortak karar gereği, ortalığı boş bırakmamak için görevde kalmış” izlenimi veriliyor. Bu iddialar ne kadar geçerli bilmiyorum. Bunu biraz da süreç gösterecek…

Ancak burada dikkat çeken nokta şu; ordunun zaten çoktandır süren “hırpalanması”, bu olayla “son” mu bulmuştur yoksa yeni bir “boyut”a mı sıçramıştır? Bence ikincisi. Peki bu “yarılma” hali ordunun daha alt kademelerinde nasıl karşılanacaktır? Artık “Or.”lardan, “Gen.Kur.”lardan ümit iyice kesilmiş olacak, bu ise bir tür “nihilizmi” ve radikalizmi canlandırmayacak mıdır? Madem “tepe”den hayır yok, o halde “iş bize düştü, kolları sıvayalım” diyenler çıkmayacak mıdır? Eğer bir ordunun ana gövdesi genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarından ümidi keserse “kendi göbeğini kendi kesme” yönelimine girmez mi? Düne kadar “Or.”ların “Gen.Kur.”ların kendilerini “oyaladığını”, “kandırdığını” hatta bir tür “ihanet” içine girdiklerini düşünenler artmaz mı? Hadi daha açık konuşalım; daha alt rütbelilerde (Albay, yarbay, binbaşı, yüzbaşı hatta teğmen) bir takım “cuntasal arayışlar”ı, “zincir dışı” çıkışları körüklemeyecek midir? Umarım böyle olmaz ancak bu ihtimal tümüyle “değerlendirme dışı” da sayılamaz…

O yüzden illâ “böyle olacak” gibi bir iddiam olmasa bile, ast-üst ilişkilerinde doğabilecek böylesi bir “güven bunalımı”nın yarın öbür gün bir “itaat bunalımı”na dönüşmeyeceğinin garantisi nedir? Eğer üstlerin silah arkadaşları için bir şey yapmadığı/yapamadığı, üstelik yerine gelenlerinde “hiç niyetinin olmadığı” şeklinde bir kanat inşası oluşursa bunun “geri yansıması” nereye varabilir? Bu anlamda orduların psikolojisi ilginçtir. Daha ilk eğitimlerden itibaren bir “anca beraber kanca beraber” anlayışı hakimdir. Astlar bir çarpışmada bizzat kendisi en önde gitmeyen komutana güvenmezler. Bu yönde herhangi bir “zaaf” belirtisi gösterene içten içe –bazen açıkça- diş bilenir. “İstenmediği” hissettirilir. Tarihte birçok ordu sırf “karşı taarruz” yapabilmek adına bile olsa -ağır kayıplar vermek pahasına- bunu yapmaktan çekinmemiştir. O yüzden siviller bu “hisleri” anlayamaz. Çünkü siviller pragmatik, ordular “doktriner” düşünür!

YENİ BİR “RÜŞTÜ ERDELHUN VAKASI” YAŞANABİLİR Mİ?
Bence Türk ordusunun şu anki ruh hali bir miktar 27 Mayıs öncesi içine düştüğü/düşürüldüğü psikolojik atmosfer riskini barındırmaktadır. Bilindiği gibi 27 Mayıs öncesi alt kademe subaylarla üst kademeler arasında kopukluk had safhaya varmış, bu yüzden hareket bir “alt kadro subay girişimi” şeklinde cereyan etmiştir. (O kadar ki sırf başlarında bir orgeneral var gözüksün diye emekliliğini bekleyen Org. Cemal Gürsel’i apar topar İzmir’den getirmişler ve olaya adeta monte etmişlerdir.) Bu konudaki güvensizlik en çok da dönemin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’a ilişkin olmuş ve alt kademe subaylarda onun “DP hükümetinin adamı” şeklinde görülmesine sebep olmuştur. (Ordu içinde teğmenler tarafından bile çok alaycı, aşağılayıcı ithamlara maruz kaldığı rivayet edilir.) Bu anlamda 27 Mayıs sadece DP iktidarına karşı değil aynı zamanda TSK’nin o günkü komuta kadrosuna karşıda yapılmıştır dahi denebilir.

Nitekim Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun darbe gerçekleşir gerçekleşmez tutuklandı, Yassıada’da yargılandı ve idama mahkum edildi. Ne var ki hüküm önce ömür boyu hapse çevrildi sonra da cumhurbaşkanı tarafından affedilmekle sonuçlandı. Ancak sırf bu örnek bile (Doğru veya yanlış) “Hükümetin adamı Genelkurmay Başkanı” imajının “genç subaylar”a yerleşmesi halinde ne kadar “tehlikeli” bir sonuç yaratabileceğini yeterince göstermiştir. Yakın dönemde ise benzeri kanaatler Hilmi Özkök’e karşı oluşmuş veya oluşturulmuştur. Kimi iddialarda olduğu gibi eğer ülkede bir “darbe” gerçekleşseydi Özkök’ün başına neler gelirdi bilemiyorum?

“HİYERARŞİK ZİNCİR” KOPMASA BİLE “MANEVİ ZİNCİR” KOPABİLİR!
Öyle veya böyle, eğer “kırılma” tarif edildiği gibi ise “hiyerarşik zincirde” bir “kopma” olmasa dahi (Çünkü boşalan yerlere derhal yeni komutanlar atanmaktadır) “manevi zincir”de kopmalar oluşabilir. Bu ise 27 Mayıs öncesi Erdelhun’a ve üst rütbeli paşalara karşı oluştuğu türden bir “güvensizlik” hatta “antipati” duygusunu körükleyebilir. O zaman hükümete duyulan tepki ile komuta kademesine duyulan alerji aynı “pota”da buluşabilir ve muhtelif “radikal arayışlar” için zemin oluşturabilir. Çünkü sanılanın aksine üst düzey komutanlar –özellikle bizim gibi ülkelerde- alttan kabarabilecek radikal kıpırdanışlara karşı “fren tertibatı”dır. (Nitekim sathi zihinlere “muhtıra” gibi gelen Büyükanıt’ın 27 Nisan’da oynadığı “rol”de, “Dolmabahçe’nin Sırrı” da aslında bana göre budur!) Bu noktada “kendilerini oyalayan” tüm üst düzey komutanlar bertaraf edilmesi gereken “yabancılaşmış unsurlar” olarak telakki edilebilir. Bunun sonu ise “istenmeyen çıkışlar”la neticelenebilir.

Üstelik Türk devlet geleneği bu tarz tartışmaları yeni yaşamıyor. Özellikle son 700 yılda kendini defalarca ortaya koyan bu tür çatışkılar mevcut. Dolayısıyla farkındaysanız ben istifaların “iyi” ya da “kötü” olduğuna dair kanaat belirtmiyorum. Ben sadece “istifalar” sonrasının olaylar silsilesi içinde bir “ihtimal değerlendirmesi” yapıyorum. O yüzden lafı kulaklarıyla değil de “başka yerleriyle” anlayan kimileri “Vay!... Sen ne demek istiyorsun?” şeklinde yaygara koparabilir. Oysa ne dediğim -veya demediğim- gayet açık sanırım. Bu mutlaka “olacak” ya da “olması istenen” bir durum değil, “olması mümkün”lere dair sadece bir “senaryo denemesi”dir.

Elbette ki bugünkü dünya ve Türkiye koşulları çok farklıdır. Ayrıca mevcut hükümet bugün 27 Mayıs öncesindekinden çok daha fazla duruma hakim görünmektedir. Dolayısıyla böylesi bir “senaryo”nun gerçekleşme ihtimali “sıfır” olmasa bile oldukça düşüktür. Ya da bir dizi “eğer” şartına tabidir. Ancak gene tarih bize öğretiyor ki, iktidar savaşlarının dinamiği her zaman pek “mümkün sayılmayan” sürprizlere açık seyreder…

Umarım her şey benim bir “senaryom” ve hatta “paranoyak fantezim” olarak kalır!...

Hepimiz demokrasi istiyoruz ama kurumların çivisini çıkarmadan!...

Atilla AKAR

[email protected]





ETİKETLER
#atilla akar