ÖLÜM ORUCUNA YATMIŞ BİR KADININ ÇARESİZLİĞİNİ GÖSTERMEK İSTEDİM!
Ölüm Oruçlarının yol açtığı Wernicke Korsakoff hastası olan bir kadının dramını filme çekmek üzere olan genç yönetmen Okşan Dede ile Murat Tolga Şen konuştu.
Söz konusu, Ölüm oruçlarını anlatan politik bir filmse, çay-kahve
içerken kırıtarak söyleşecek halimiz yok. Keza yine öyle yaptık
ve ilk filminin çekim hazırlıklarındaki Okşan Dedeyi bir
köşede sıkıştırarak kendisine ucu alevli beş ok fırlattık. Aynı
zamanda bir sinema yazarı olduğu için sert sorularımızın amacını
anlar diye düşündük ve yanılmadık. Okşan Dede sorularımıza sabırlı
ve samimi cevaplar ve bize de filmini görmek için güzel bir bahane
verdi. İşte Okşan Dede ve filmi Ölümden Kalmanın samimiyet
testi
1- Ölüm Oruçları ilk kez Adanada yarışan Simurg
belgeseliyle gündeme geldi ama şimdi sol sinemanın yeni duyarlılık
haline dönüşmüş gibi duruyor. Sizin meselenin rantı yüzünden böyle
bir film çekmediğinizi nereden bileceğiz?
Aslında benim Simurg filmini duymam çok yenidir. Yeniden kastım
şu; benim öykümün iki buçuk yıllık bir oluşum ve kendi tamamlama
süreci mevcut. Yaklaşık bir yıl evvel Simurg herkesin diline
pelesenk olmuştu biraz sual edip, kurcalayınca belgesel olduğunu
öğrendim. Zira kurmaca bile değil 96 Ölüm Orucu eylemine katılıp,
Wernicke Korsakoff Sendromuna yakalanmış altı arkadaşın biraraya
gelişini konu ediyordu. Bu bağlamda hoşumada gitti Ölüm Orucu ile
ilintili sinemasal anlatımlara realist bir aktarımla adım atmak
kanımca durumun vehametini de seyirciye geçirmek için iyi bir
adımdı. Hatta akabinde sevgili Ruhi Karadağ (Ruhi abi) ile
enformasyon sağladım. İzlemek istediğimi, keza şu an ıkınarak
kendini doğurmaya uğraşan öyküm içinde bunun çok yararlı olacağını
söyledim kendisine. Bundan da öte Ruhi Karadağın da bu işe
harcadığı vakit mevzunun derinliği açısındanda yetkin olacağına
inandırdığı için beni görüşmek ve tanışmak istedim. Kendisi de bu
talebimi müsbet karşıladı oturup konuştuk. Hastalık (Wernicke
Korsakoff) ve bunun fiziksel etkileri üzerine çok pragmatist bir
konuşma oldu hatta çünkü Ruhi abi uzun bir vakittir gözlemliyordu
onları ama gelin görün ki filmi hala izlemedim ve sanırım vizyona
girdiğinde oyuncularım ve filmimin diğer ekibi ile izleyeceğim.
sol sinemanın yeni kanıksadığı meselesine gelirsek esasında ben
Simurg haricinde ölüm oruçlarını konu edinen başka bir filme
rastlamış değilim zaman zaman kulağıma değen öyküler oluyor ama
onlarda seyir anlamında hayat bulmamışlar. Belki senaryo anlamında
yeni öykü üretiminin dayanağıdır Ölüm Orucu süreci ama film
olarak başka bir üretim yok. Benim filmim (Ölümden Kalma) kurmaca
olarak ilk olacak hatta. Konunun cazibesi sebebiyle bu mevzuyu
senaryomun konusu olması ise elbette bu türlü paranoyak fikirlere
gebe bırakacaktır sizleri. Sonuçta bir dönem 12 Eylülün komedi,
popülist ve gişe filmlerine dahi konu olduğunu gördük. Ama benim
öyküm seyre dönüştüğünde herkes görecek ki, ölüm orucu ve kadın
hikayesi minvalinde ilerliyor. Bir kadın üzerinden anlatıyorum
hatta anlattırıyorum. Hatta hikayem tamamen behremin üzerine
kurulu. Onun dışındakiler var olmak zorunda oldukları için öyküme
dahil ettiğim karakterlerdir. Sekter ve propagandist bir önerme ile
kaleme almadım hatta yüzeydeki hikayeyi soft kurgulayarak
alt-metinde ilerleyen hikayeyi ağırlaştırdım izleyeni görünenin
ardındaki ile (simülasyon) vurmak için.
2- Sol sinemanın oyuncuları da genelde aynı kişilerden
oluşur. Behrem karakteri için neden daha popüler bir oyuncu olan
Dolunay Soyserti tercih ettiniz?
Bu soruyu Dolunay kesinleştiğinden beri bekliyordum. Behrem
karakteri filmimin atardamarı hatta filmimin kendisi. O sebeple
Behremi seçerken çok iyi muhakeme etmem gerkiyordu geçtiğimiz
nisan ayından itibaren aramalara başladım.
Pek çok isimle görüştüm popüler isimlerden düşündüklerim çokça oldu
bir çoğu ile deneme çekimi aldım ancak sonrasında Behremle doku
uyuşmazlığı yaşadı pek çoğu. Esasında istediğim saf bir oyunculuk
değildi çünkü filmim bir aşk hikayesi değil karakterimde aşkına
kavuşamayan ortalama bir kız değil. Yani bu tanımla varmak
istediğim şudur; bilindik bir karakter değil Behrem. Öncelikle
tipolojik olarak eledim oyuncuları zihnimde. Behrem ölüm orucundan
kalma bir bedenle deviniyor evvela bunu düşündüm batılı görünümü
olan bir kadın olması sarik olurdu yani sonradan boyanmış sarı
saçlar, renkli göz, uzun boy vs. Herkesçe bilinir ki görsellik
karakterin yoluna çıkan bir şeydir.Zira ölüme yatmış insanlarda
kendi bedenlerine bu türden komformist yatırımlar yapmazlar bu bir
dünya görüşü netice de. Bende daha mütevazı fizyonomiye sahip bir
kadın peşine düştüm. 1,60 boylarında 50 kilo civarında kumral-esmer
ve her şeyden ziyade yüzünde yaşanmışlık hali olan oyuncu aradım.
Bu kategoriye uygun oyuncularla görüştüm hatta tabiri caizse
yıpranmış bir suret istiyordum
hafif aşağı doğru çökmüş bir yüz,
torbalı göz altları, yanaklarda belli belirsiz kırışıklık..vs.
plastik makyaj artık en güzeli en çirkine dönüştürebilen bir erke
sahip olmaya başladı yani baktım birebir bulamayacağım ben de
makyajın nimetlerinden yararlanmaya karar verdim. Ama baştaki
kriterlerimden elbette vazgeçmedim.
Bu süreçte tanınmış, tanınmamış, alaylı, akademili pek çok kadın
oyuncu ile görüşüp, hasbuhal edip, deneme çekimleri aldım ama
istediğim yetkinlikte bir oyunculuk göremedim ya da şöyle
söyleyeyim Behrem için doğru kast değildiler. Arama süreci devam
ederken temmuz ayında sevgili Emre (Emre Karayel) aradı beni. Emre
benim kesinleşen ilk kastımdır ve en başından beri bu projenin
sahiplenicisidir. O da arıyordu Behremi. İşte o Temmuz gecesi
Dolunayla Bodrum da karşılaşmışlar laf lafı açmış Emrenin de
aklına birden Behrem için Dolunay gelince gecenin 12sinde beni
aradı soluksuz. Behremi buldum dedi ben ilk etapta Dolunayıı
Behrem için konuşlandıramadım zihnimde çünkü sektörde yarattığı
vizyona pek uyumlu bir karakter değil gibi düşünmüştüm ama
sonrasında bu önkabulleri yıkarak senaryoyu gönderdim. Beni dahi
heyecanlandıracak bir hevesle geri dönüşü oldu bana. Karakteri çok
sevdiğini, çok etkilendiğini anlattı. Seçmelere gelmek istediğini
söyledi bende elbette olur dedim ama öncesinde benimle tanışmak
istedi bende seve seve gönüllü oldum iyiki de olmuşum. İlk
görüşmemize kocaman bir dosya ile geldi Wernicke Korsakoff
hastalığı hakkında ne bulduysa okumuş, altını çizmiş. Ölüm Orucu
sürecini doğru bir şekilde araştırmış ve araştırmaya devam
ediyordu.
Hastalığın fiziki ve psikolojik etkileri için bir psikiyatrla
görüşmüş. Senaryoyu derdes etmiş notlar almış hatta bazı yerleri
denemiş. Bu istek ve disiplin karşısında gözlerim kamaştı. Taktir
edersiniz ki bir yönetmenin cezbedilme merkezidir disiplin ve
kontrollü heves. Çünkü diğer oyuncu adaylarıyla anlaşamadığım bir
nokta da bu idi; karakteri anlamadan, içeselleştirmeden telaffuz
etmeye çalışmışlardı. Oysa ki Behremi anlayabilmek için o
konjoktörü, Ölüm Orucu eylemini ilk önce anlaması gerekiyordu.
Sonrasında Wernicke Korsakoff Sendromunu tabiri caizse
hatmetmeliydi. Bunu da layıkıyla yapan bir tek Dolunayı gördüm
ben.
Elbette ki daha muhalif bir isimle çalışabilirdim en azından
sürecin kendisine hakim biriyle ancak onunda Behrem karakterini
sekterleştirme handikapı doğardı. Sert-devrimci bir karakter
yaratmaktan kaçınarak oluşturduğum bir karakterdir Behrem.
İdeolojik olarak birikimli biri Behremi düz ve sloganlaştırarak
oynardı ama apolitik hatta bu sürece bakir bir zihin benim işime
daha çok yarayacaktı çünkü karakterime mesafe koyabilecek ve
oyunculuğuna doğru nakışlayabilecekti keza öyle de oldu. Deneme
çekimlerinde Dolunaya hayran kaldım en başında beni etkileyen
disiplini de aynı tutarlılıkla devam ediyor. Diyetisyen gözetiminde
kilo veriyor, biri Nörolog biri Psikiyatr olmak üzere iki doktorla
çalışıyor. Wernicke Korsakoff hastası bir rol modelle görüşüyor
ve onu gözlemliyor. Saçlarını koyulaştırdı vs. Buna benzer pek çok
şeyi Behrem için yapıyor. Önümüzdeki günlerde sıkı bir prova
dönemine gireceğiz şuna inanıyorum ki Dolunay Soysert, Behremin
üstesinden ziyadesiyle gelecek.
3- Sinemasıyla değil de meselesiyle ödül toplayan bir sürü
film var. Sizin derdiniz ne? Sinema yapmak umurunuzda mı yoksa
derdinizi anlatmak için elinize geçen en popüler araç bu olduğu
için mi tercih ediyorsunuz?
Politik mevzuların sinemayı bir amaç olarak kullanması çok marazi
bir tabir. Hatta irkiltiyor insanı. Çünkü özellikle bizim ülkemiz
siyasi sebeplerden ötürü kenara köşeye fırlatılmış insan
hayatlarıyla dolu eğer onlardan birini ele alacaksak bunu en doğru
biçimde aktarmalıyız. Ya da zaten insanların gözyaşları gözlerinin
hemen ucunda, ağlamaları için ufak bir fısıltı yeter
mantalitesiyle film yapanlarında vicdanlarını kolaçan etmeli. Şimdi
ben burada kişisel bir savunmaya girmek istemiyorum ancak benim
filmim bu ülkenin derman bulamamış dertlerinden birini anlatıyor
ilk önce 1996 ve 12 ölüm sonrasında 2000 de başlayıp yedi yıl süren
ve 122 ölüm. Bu rakamların karanlığı bile gölgesiz bırakıyorken
beni bunu filmimin, teşbihte hata olmaz objesi olarak kullanırsam
bu kendimi sırtımdan kurşunlamayla eş değerdir.
Devrimci ahlakı taa çocukluğundan öğrenmiş biriyim insanların
acılarına sadakat bunların başında geliyor. O eylemde insanlar peş
peşe yorgun kollarıyla birbirlerinin elllerinden sadece su içerek
ölüm yattılar. Tüketim kültürü almış başını gitmişken, salt
dürtülere ve doyuma ulaşmaya indirgenmişken yaşam, 20sinde gençler
tüm bu göz alıcı yaşama inat ölmeye durdular. İhtiyaç
hiyerarşisinin dahi en tepesinde bulunan açlığa direndiler. Tüm
film üreticileri olarak buna benzer bir iradeyi acaba hayatımızın
neresinde, ne için gösterdik? Bu soruya kendimde dahilim.
Anlattığım meselenin yükünü hiçbir şeyle tasvir edemem ama tipik
oportünist bir ağızda kullanmayacağım yani öyle sloganvari beylik
laflar etmeyeceğim fakat şunu söyleyebilirim ki ben sıkıntımı
ulaştırmak için sinemayı bir araç olarak kullanıyorum.
Resmi ideolojinin gürültüsüyle sağırlaşan kulaklara duyurmak
istiyorum bu süreci ve ölen insanları. Ölüm Orucu eylemi
sonrasında da bir sürü insan Wernicke Korsakoff hastası oldu
benim karakterim Behrem gibi. Hayata Döndürme martavalı ile bir
çoğunu bilinçli olarak sakat bıraktılar çünkü tıp dünyasında da
bilinir ki uzun vadeli aç kalmış ve yıpranmış vücuda tedavi amaçlı
direk şekerli su verilmez. B1 eşliğinde verilir ki hasar
önlenebilsin yoksa öbür türlü kontrol merkezine fırlatılan bir
dinamit gibidir şekerli su. Eğer gerçekten bunları görmemiş
gözlere, duymamış kulaklara ulaştırabilirsem ne mutlu bana. Bertolt
Brecht nasıl ki tiyatroyu politik meseleleri anlatmak için araç
olarak kullanmış, benim de şimdilik sinema yapmamdaki gayem bu.
4- Ölüm orucu bitmiş bir mesele değil. Ülke çapında
düzenlenen en büyük ölüm orucu direnişi 52. gününde
Sizin bu
direniş şekline bakış açınız nedir? Çünkü anlaşılan bu sorun
bitmeyecek.
Ölüm Orucu eylemleri elbette nihayetlenmez. Bu bir etki tepki
meselesi. Ülkedeki zulüm antidemokratik uygulamalar, başka
bir kimliğe ve dile tecrit edilmeler bitti mi ki açlıkla direniş
bitsin. İnsana, insanlığı sorgulatacak despotik yaklaşım gün
geçtikçe kılıcını keskinleştirirken devrimci-demokrat insanlara da
artık bedenlerinden vazgeçmekten başka yapacak bir şey kalmıyor.
Ölüm orucu ve açlık grevi eylemleri dünyada da çok sık başvurulan
bir eylem türüdür. Ve bunun geneli de cezaevlerindeki uygulamalara
başkaldırı niteliğindedir zira bizim ülkemizdeki 1996 ve 2000 Ölüm
Orucu eylemleri de F TİPİ hapishaneleri engellemek adına
yapılmıştı. Dünyada da Rusya, Küba, Bolivya örnekleri de mevcut ama
en bilineni sanırım İrlanda da IRA nın açlık grevi eylemleridir.
İrlanda tarihi ta 1917lerden başlayan bir açlık grevi eylemi
kronolojisine sahiptir bunların bazıları özellikle 1920lerden
sonrakiler irlanda cumhuriyetçisi eylemcilerin İngilizler
tarafından zorla beslenilerek öldürülmesiyle sonuçlandı. Ama yine
bunlar içinde istenilen neticenin sağlandığı eylem ise 1981de
IRA tutuklularının başlattığı eylemdir. Bobby Sandsin
önderliğinde başlayan eylem 10 kişinin ölmesiyle bitirildi. Çünkü
bundan sonra İrlanda hükümeti tutukların bütün taleplerini kayıtsız
şartsız kabul etti. Türkiyede en çok aşina olunan Ölüm Orucu
eylemleri ise 1984te yine cezaevindeki onur kırıcı uygulamalara
karşı başlatılan eylem ve 2000 de F TİPİ cezaevlerini durdurmak
için başlatılan eylem. Bu süreçlerde pek çok insan öldü pek çoğu da
sakat kaldı. Bir eylem biçimi olarak Ölüm Orucu ve Açlık
Grevleri bana pasifist eylemler olarak geliyor ancak zalimin
nefesi enselerde dahi duyulmaya başlayınca da ölümü kutsamak en
anlamlısı geliyor.
5- Wernicke-Korsakoff hastaları şimdiki durumları için ne
düşünüyorlar. Direniş haklılığı ve duygusallığı devam mı ediyor
yoksa feda ettikleri yaşamları için pişmanlar mı? Bu soruyu
direnişi anlamsızlaştırmak için değil bu ülkenin insanlarının
fedakarlığa verdiği tepkisizliğin altını çizebilmek için
soruyorum.
pişmanlık.. bunu cümle içinde kullanırken hayli düşünmenizi
öneriyorum. Ülkenin direniş tarihine ve direnişçilerine bir
projektör tutun buradan yani şimdiden pişmanlığı dillendirmiş
veyahut bu duygunun rehavetine sığınmış olanına rastlar mısınız
acep? Ölüm Orucu eylemcileri de çıktıkların yolun sonunda
aydınlık bir gökyüzü olmadıklarını biliyorlardı hepsi aynı şahsi
kararlarıyla ölüme yattılar ve istikrarlı duruşlarından hiç ödün
vermediler. şanlı direniş duygusallığı gibi bir sözcük kümesi
sistemin şimdilerde kullandığı şov yapıyorlar cümlesiyle aynı
şidettedir kanımca.
Bizler mantolamalı evlerimizde bolonez soslu makarna yerken onlar
demiri kemiklerine değen ranzalarda kan kusuyorlardı. Ne için?
İnsanlığın daha güneşli sabahlara uyanması için..o sebeple bu
derece hassas bir mevzuya biraz daha insancıl yaklaşmayı denersek
en azından anlamaya başlayabiliriz. Ölenler öldü kalanlar ise
senaryomda Behremin dediği gibi ölmediler ama yaşamadılar da.
Kusurlu bir hayatı dayattılar onlara ama buna rağmen hiçbiri
köşesine çekilmiş akşam beş çayı toplantısı yapmıyor. Bir kere pek
çok Wernicke Korsakoff hastası hala çalışıyor. Çünkü bürokratik
bağlamda hiçbir güvenceleri yok yani tedavi masraflarını da yine
bizzat kendileri üstlenmiş durumdalar. Zaten ölmek için
hazırlamışlardı heybelerini yani talepleri kabul edilip, anlaşma
sağlanmadığı müddetçe hiçbirinin geri dönüşü yoktu.
19 Aralık Hayata Dönüş Operasyonu sırasında pek çoğuna zorla
müdahale edildi. Bence zorla müdahale insanlık dışı uygulamaların
en başında ve dik alasıdır Kendilerince yok etmenin ve eksik
bırakmanın en vahşi metodudur. Dünyada da buna benzerleri
yaşanmıştı. 2006′da Guantanamodaki açlık grevi yapanların günde
bir saat sandalyelere bağlanıp zorla beslendiğini ve bir intihar
girişimi olarak yiyecekleri kusmalarının engellendiğini bildirilmiş
ve kanıtlanmıştı. Bunun üzerine New England Journal Of Medicine
28 Eylül 2006′da açlık grevindeki tutukluların gözetmen veya
hekimlerce zorla beslenmesini tıbbi etik açıdan incelediği bir
makale yayınladı. Makalede zorla beslemeye katılan hekimler için
yasal ve etik bir sorgulamaydı:
Askeri hekimler tutukluları zorla
beslemek için askeri emirleri takip edemezler, tıbbi bilgi yoluyla
onlara zarar vermek için hiçbir zaman tıbbi etiğin temel emirleri
ihlal edemezler. Diye bir bildiri yayınlamıştı. Dünya Tıp
Birliğinin 1975 yılında çıkarttığı Tokyo Bildirgesinin 6.
maddesinde doktorların belli sınırlar dahilinde müdahale etmesi ve
ikinci bir hekime danışarak hareket etmesi belirtilmiştir:
Bir hükümlü beslenmeyi reddettiğinde, eğer hekim, beslenmeyi
gönüllü olarak reddetmenin yol açacağı sonuçlar üzerinde kişinin
tam ve doğru bir yargıya varacak yetenekte olduğu kanısında ise, bu
kişiyi damardan beslemeyecektir. Hükümlünün böyle bir yargıya varma
yeteneği ile ilgili karar, en azından bir başka bağımsız hekimce
onaylanmalıdır. Beslenmeyi reddetmenin yol açacağı sonuçların hekim
tarafından hükümlüye anlatılması gerekir.
1991deki malta bildirgesinin 21. maddesinde zorla beslemenin
insanlık dışı ve aşağılayıcı bir hareket olduğu belirtilmiştir.
Tüm bu somut bilgilere rağmen bu ülke bu insanlara bunu yaptı ve
sanırım o bundan pişman değil. Ama şimdilerde Wernicke Korsakoff
hastası olan hiçbir Ölüm Orucu eylemcisi de pişman değil.
Karanlık bir mağarada güneşi aramaya çıkmışlardı..o zifir karaltıda
olacak her şeyi de göze almışlardı. En başta ölmek içindi şarkılar
ama sakat kaldıktan sonra da aynı şarkıları söylemeye devam ettiler
ve ediyorlar da
Tarih, onları bu hastalığın yazgısına
bırakanları değil bu ölüme bile meydan okuyup, ölümün başını öne
eğdiren güzel ve cesur insanları anımsayacak.
Röportaj: Murat Tolga Şen