02 Kas 2012 16:31 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 14:20

ÖLÜM ORUCUNA YATMIŞ BİR KADININ ÇARESİZLİĞİNİ GÖSTERMEK İSTEDİM!

Ölüm Oruçlarının yol açtığı Wernicke Korsakoff hastası olan bir kadının dramını filme çekmek üzere olan genç yönetmen Okşan Dede ile Murat Tolga Şen konuştu.

Söz konusu, Ölüm oruçlarını anlatan politik bir filmse, çay-kahve içerken kırıtarak söyleşecek halimiz yok. Keza yine öyle yaptık ve ilk filminin çekim hazırlıklarındaki Okşan Dede’yi bir köşede sıkıştırarak kendisine ucu alevli beş ok fırlattık. Aynı zamanda bir sinema yazarı olduğu için sert sorularımızın amacını anlar diye düşündük ve yanılmadık. Okşan Dede sorularımıza sabırlı ve samimi cevaplar ve bize de filmini görmek için güzel bir bahane verdi. İşte Okşan Dede ve filmi Ölümden Kalma’nın samimiyet testi…

1- Ölüm Oruçları ilk kez Adana’da yarışan Simurg belgeseliyle gündeme geldi ama şimdi sol sinemanın yeni duyarlılık haline dönüşmüş gibi duruyor. Sizin meselenin rantı yüzünden böyle bir film çekmediğinizi nereden bileceğiz?

Aslında benim “Simurg” filmini duymam çok yenidir. Yeniden kastım şu; benim öykümün iki buçuk yıllık bir oluşum ve kendi tamamlama süreci mevcut. Yaklaşık bir yıl evvel “Simurg” herkesin diline pelesenk olmuştu biraz sual edip, kurcalayınca belgesel olduğunu öğrendim. Zira kurmaca bile değil 96 “Ölüm Orucu” eylemine katılıp, “Wernicke Korsakoff Sendromu”na yakalanmış altı arkadaşın biraraya gelişini konu ediyordu. Bu bağlamda hoşumada gitti “Ölüm Orucu” ile ilintili sinemasal anlatımlara realist bir aktarımla adım atmak kanımca durumun vehametini de seyirciye geçirmek için iyi bir adımdı. Hatta akabinde sevgili Ruhi Karadağ (Ruhi abi) ile enformasyon sağladım. İzlemek istediğimi, keza şu an ıkınarak kendini doğurmaya uğraşan öyküm içinde bunun çok yararlı olacağını söyledim kendisine. Bundan da öte Ruhi Karadağ’ın da bu işe harcadığı vakit mevzunun derinliği açısındanda yetkin olacağına inandırdığı için beni görüşmek ve tanışmak istedim. Kendisi de bu talebimi müsbet karşıladı oturup konuştuk. Hastalık (Wernicke Korsakoff) ve bunun fiziksel etkileri üzerine çok pragmatist bir konuşma oldu hatta çünkü Ruhi abi uzun bir vakittir gözlemliyordu onları ama gelin görün ki filmi hala izlemedim ve sanırım vizyona girdiğinde oyuncularım ve filmimin diğer ekibi ile izleyeceğim.

“sol sinemanın” yeni kanıksadığı meselesine gelirsek esasında ben “Simurg” haricinde ölüm oruçlarını konu edinen başka bir filme rastlamış değilim zaman zaman kulağıma değen öyküler oluyor ama onlarda seyir anlamında hayat bulmamışlar. Belki senaryo anlamında yeni öykü üretiminin dayanağıdır “Ölüm Orucu” süreci ama “film” olarak başka bir üretim yok. Benim filmim (Ölümden Kalma) kurmaca olarak ilk olacak hatta. Konunun cazibesi sebebiyle bu mevzuyu senaryomun konusu olması ise elbette bu türlü paranoyak fikirlere gebe bırakacaktır sizleri. Sonuçta bir dönem “12 Eylül”ün komedi, popülist ve gişe filmlerine dahi konu olduğunu gördük. Ama benim öyküm seyre dönüştüğünde herkes görecek ki, “ölüm orucu ve kadın hikayesi” minvalinde ilerliyor. Bir kadın üzerinden anlatıyorum hatta anlattırıyorum. Hatta hikayem tamamen behrem’in üzerine kurulu. Onun dışındakiler var olmak zorunda oldukları için öyküme dahil ettiğim karakterlerdir. Sekter ve propagandist bir önerme ile kaleme almadım hatta yüzeydeki hikayeyi soft kurgulayarak alt-metinde ilerleyen hikayeyi ağırlaştırdım izleyeni görünenin ardındaki ile (simülasyon) vurmak için.

2- Sol sinemanın oyuncuları da genelde aynı kişilerden oluşur. Behrem karakteri için neden daha popüler bir oyuncu olan Dolunay Soysert’i tercih ettiniz?

Bu soruyu Dolunay kesinleştiğinden beri bekliyordum. Behrem karakteri filmimin atardamarı hatta filmimin kendisi. O sebeple Behrem’i seçerken çok iyi muhakeme etmem gerkiyordu geçtiğimiz nisan ayından itibaren aramalara başladım.

Pek çok isimle görüştüm popüler isimlerden düşündüklerim çokça oldu bir çoğu ile deneme çekimi aldım ancak sonrasında Behrem’le doku uyuşmazlığı yaşadı pek çoğu. Esasında istediğim saf bir oyunculuk değildi çünkü filmim bir aşk hikayesi değil karakterimde aşkına kavuşamayan ortalama bir kız değil. Yani bu tanımla varmak istediğim şudur; bilindik bir karakter değil Behrem. Öncelikle tipolojik olarak eledim oyuncuları zihnimde. Behrem ölüm orucundan kalma bir bedenle deviniyor evvela bunu düşündüm batılı görünümü olan bir kadın olması sarik olurdu yani sonradan boyanmış sarı saçlar, renkli göz, uzun boy vs. Herkesçe bilinir ki görsellik karakterin yoluna çıkan bir şeydir.Zira ölüme yatmış insanlarda kendi bedenlerine bu türden komformist yatırımlar yapmazlar bu bir dünya görüşü netice de. Bende daha mütevazı fizyonomiye sahip bir kadın peşine düştüm. 1,60 boylarında 50 kilo civarında kumral-esmer ve her şeyden ziyade yüzünde “yaşanmışlık” hali olan oyuncu aradım. Bu kategoriye uygun oyuncularla görüştüm hatta tabiri caizse yıpranmış bir suret istiyordum… hafif aşağı doğru çökmüş bir yüz, torbalı göz altları, yanaklarda belli belirsiz kırışıklık..vs. plastik makyaj artık en güzeli en çirkine dönüştürebilen bir erke sahip olmaya başladı yani baktım birebir bulamayacağım ben de makyajın nimetlerinden yararlanmaya karar verdim. Ama baştaki kriterlerimden elbette vazgeçmedim.

Bu süreçte tanınmış, tanınmamış, alaylı, akademili pek çok kadın oyuncu ile görüşüp, hasbuhal edip, deneme çekimleri aldım ama istediğim yetkinlikte bir oyunculuk göremedim ya da şöyle söyleyeyim “Behrem” için doğru kast değildiler. Arama süreci devam ederken temmuz ayında sevgili Emre (Emre Karayel) aradı beni. Emre benim kesinleşen ilk kastımdır ve en başından beri bu projenin sahiplenicisidir. O da arıyordu Behrem’i. İşte o Temmuz gecesi Dolunay’la Bodrum da karşılaşmışlar laf lafı açmış Emre’nin de aklına birden “Behrem” için Dolunay gelince gecenin 12’sinde beni aradı soluksuz. “Behrem’i buldum” dedi ben ilk etapta Dolunayı’ı Behrem için konuşlandıramadım zihnimde çünkü sektörde yarattığı vizyona pek uyumlu bir karakter değil gibi düşünmüştüm ama sonrasında bu önkabulleri yıkarak senaryoyu gönderdim. Beni dahi heyecanlandıracak bir hevesle geri dönüşü oldu bana. Karakteri çok sevdiğini, çok etkilendiğini anlattı. Seçmelere gelmek istediğini söyledi bende “elbette olur” dedim ama öncesinde benimle tanışmak istedi bende seve seve gönüllü oldum iyiki de olmuşum. İlk görüşmemize kocaman bir dosya ile geldi Wernicke Korsakoff hastalığı hakkında ne bulduysa okumuş, altını çizmiş. “Ölüm Orucu” sürecini doğru bir şekilde araştırmış ve araştırmaya devam ediyordu.

Hastalığın fiziki ve psikolojik etkileri için bir psikiyatrla görüşmüş. Senaryoyu derdes etmiş notlar almış hatta bazı yerleri denemiş. Bu istek ve disiplin karşısında gözlerim kamaştı. Taktir edersiniz ki bir yönetmenin cezbedilme merkezidir disiplin ve kontrollü heves. Çünkü diğer oyuncu adaylarıyla anlaşamadığım bir nokta da bu idi; karakteri anlamadan, içeselleştirmeden telaffuz etmeye çalışmışlardı. Oysa ki Behrem’i anlayabilmek için o konjoktörü, “Ölüm Orucu” eylemini ilk önce anlaması gerekiyordu. Sonrasında Wernicke Korsakoff Sendromunu tabiri caizse hatmetmeliydi. Bunu da layıkıyla yapan bir tek Dolunay’ı gördüm ben.

Elbette ki daha muhalif bir isimle çalışabilirdim en azından sürecin kendisine hakim biriyle ancak onunda Behrem karakterini sekterleştirme handikapı doğardı. Sert-devrimci bir karakter yaratmaktan kaçınarak oluşturduğum bir karakterdir Behrem. İdeolojik olarak birikimli biri Behrem’i düz ve sloganlaştırarak oynardı ama apolitik hatta bu sürece bakir bir zihin benim işime daha çok yarayacaktı çünkü karakterime mesafe koyabilecek ve oyunculuğuna doğru nakışlayabilecekti keza öyle de oldu. Deneme çekimlerinde Dolunay’a hayran kaldım en başında beni etkileyen disiplini de aynı tutarlılıkla devam ediyor. Diyetisyen gözetiminde kilo veriyor, biri Nörolog biri Psikiyatr olmak üzere iki doktorla çalışıyor. Wernicke Korsakoff hastası bir “rol model”le görüşüyor ve onu gözlemliyor. Saçlarını koyulaştırdı vs. Buna benzer pek çok şeyi Behrem için yapıyor. Önümüzdeki günlerde sıkı bir prova dönemine gireceğiz şuna inanıyorum ki Dolunay Soysert, Behrem’in üstesinden ziyadesiyle gelecek.

3- Sinemasıyla değil de meselesiyle ödül toplayan bir sürü film var. Sizin derdiniz ne? Sinema yapmak umurunuzda mı yoksa derdinizi anlatmak için elinize geçen en popüler araç bu olduğu için mi tercih ediyorsunuz?

Politik mevzuların ‘sinema’yı bir amaç olarak kullanması çok marazi bir tabir. Hatta irkiltiyor insanı. Çünkü özellikle bizim ülkemiz siyasi sebeplerden ötürü kenara köşeye fırlatılmış insan hayatlarıyla dolu eğer onlardan birini ele alacaksak bunu en doğru biçimde aktarmalıyız. Ya da “zaten insanların gözyaşları gözlerinin hemen ucunda, ağlamaları için ufak bir fısıltı yeter” mantalitesiyle film yapanlarında vicdanlarını kolaçan etmeli. Şimdi ben burada kişisel bir savunmaya girmek istemiyorum ancak benim filmim bu ülkenin derman bulamamış dertlerinden birini anlatıyor ilk önce 1996 ve 12 ölüm sonrasında 2000 de başlayıp yedi yıl süren ve 122 ölüm. Bu rakamların karanlığı bile gölgesiz bırakıyorken beni bunu filmimin, teşbihte hata olmaz objesi olarak kullanırsam bu kendimi sırtımdan kurşunlamayla eş değerdir.

Devrimci ahlakı taa çocukluğundan öğrenmiş biriyim insanların acılarına sadakat bunların başında geliyor. O eylemde insanlar peş peşe yorgun kollarıyla birbirlerinin elllerinden sadece su içerek ölüm yattılar. Tüketim kültürü almış başını gitmişken, salt dürtülere ve doyuma ulaşmaya indirgenmişken yaşam, 20’sinde gençler tüm bu göz alıcı yaşama inat ölmeye durdular. İhtiyaç hiyerarşisinin dahi en tepesinde bulunan “açlığa” direndiler. Tüm film üreticileri olarak buna benzer bir iradeyi acaba hayatımızın neresinde, ne için gösterdik? Bu soruya kendimde dahilim. Anlattığım meselenin yükünü hiçbir şeyle tasvir edemem ama tipik oportünist bir ağızda kullanmayacağım yani öyle sloganvari beylik laflar etmeyeceğim fakat şunu söyleyebilirim ki ben sıkıntımı ulaştırmak için sinemayı bir araç olarak kullanıyorum.

Resmi ideolojinin gürültüsüyle sağırlaşan kulaklara duyurmak istiyorum bu süreci ve ölen insanları. “Ölüm Orucu” eylemi sonrasında da bir sürü insan “Wernicke Korsakoff” hastası oldu benim karakterim Behrem gibi. “Hayata Döndürme” martavalı ile bir çoğunu bilinçli olarak sakat bıraktılar çünkü tıp dünyasında da bilinir ki uzun vadeli aç kalmış ve yıpranmış vücuda tedavi amaçlı direk şekerli su verilmez. B1 eşliğinde verilir ki hasar önlenebilsin yoksa öbür türlü kontrol merkezine fırlatılan bir dinamit gibidir şekerli su. Eğer gerçekten bunları görmemiş gözlere, duymamış kulaklara ulaştırabilirsem ne mutlu bana. Bertolt Brecht nasıl ki tiyatroyu politik meseleleri anlatmak için araç olarak kullanmış, benim de şimdilik sinema yapmamdaki gayem bu.

4- Ölüm orucu bitmiş bir mesele değil. Ülke çapında düzenlenen en büyük ölüm orucu direnişi 52. gününde… Sizin bu direniş şekline bakış açınız nedir? Çünkü anlaşılan bu sorun bitmeyecek.

“Ölüm Orucu” eylemleri elbette nihayetlenmez. Bu bir etki tepki meselesi. Ülkedeki zulüm antidemokratik uygulamalar, başka bir kimliğe ve dile tecrit edilmeler bitti mi ki açlıkla direniş bitsin. İnsana, insanlığı sorgulatacak despotik yaklaşım gün geçtikçe kılıcını keskinleştirirken devrimci-demokrat insanlara da artık bedenlerinden vazgeçmekten başka yapacak bir şey kalmıyor. Ölüm orucu ve açlık grevi eylemleri dünyada da çok sık başvurulan bir eylem türüdür. Ve bunun geneli de cezaevlerindeki uygulamalara başkaldırı niteliğindedir zira bizim ülkemizdeki 1996 ve 2000 “Ölüm Orucu” eylemleri de “F TİPİ” hapishaneleri engellemek adına yapılmıştı. Dünyada da Rusya, Küba, Bolivya örnekleri de mevcut ama en bilineni sanırım İrlanda da “IRA” nın açlık grevi eylemleridir. İrlanda tarihi ta 1917’lerden başlayan bir açlık grevi eylemi kronolojisine sahiptir bunların bazıları özellikle 1920’lerden sonrakiler irlanda cumhuriyetçisi eylemcilerin İngilizler tarafından zorla beslenilerek öldürülmesiyle sonuçlandı. Ama yine bunlar içinde istenilen neticenin sağlandığı eylem ise 1981’de “IRA” tutuklularının başlattığı eylemdir. Bobby Sands’in önderliğinde başlayan eylem 10 kişinin ölmesiyle bitirildi. Çünkü bundan sonra İrlanda hükümeti tutukların bütün taleplerini kayıtsız şartsız kabul etti. Türkiye’de en çok aşina olunan “Ölüm Orucu” eylemleri ise 1984’te yine cezaevindeki onur kırıcı uygulamalara karşı başlatılan eylem ve 2000 de “F TİPİ” cezaevlerini durdurmak için başlatılan eylem. Bu süreçlerde pek çok insan öldü pek çoğu da sakat kaldı. Bir eylem biçimi olarak “Ölüm Orucu” ve “Açlık Grevleri” bana pasifist eylemler olarak geliyor ancak zalimin nefesi enselerde dahi duyulmaya başlayınca da ölümü kutsamak en anlamlısı geliyor.

5- Wernicke-Korsakoff hastaları şimdiki durumları için ne düşünüyorlar. Direniş haklılığı ve duygusallığı devam mı ediyor yoksa feda ettikleri yaşamları için pişmanlar mı? Bu soruyu direnişi anlamsızlaştırmak için değil bu ülkenin insanlarının fedakarlığa verdiği tepkisizliğin altını çizebilmek için soruyorum.

“pişmanlık”.. bunu cümle içinde kullanırken hayli düşünmenizi öneriyorum. Ülkenin direniş tarihine ve direnişçilerine bir projektör tutun buradan yani “şimdi”den pişmanlığı dillendirmiş veyahut bu duygunun rehavetine sığınmış olanına rastlar mısınız acep? “Ölüm Orucu” eylemcileri de çıktıkların yolun sonunda aydınlık bir gökyüzü olmadıklarını biliyorlardı hepsi aynı şahsi kararlarıyla ölüme yattılar ve istikrarlı duruşlarından hiç ödün vermediler. “şanlı direniş duygusallığı” gibi bir sözcük kümesi sistemin şimdilerde kullandığı “şov yapıyorlar” cümlesiyle aynı şidettedir kanımca.

Bizler mantolamalı evlerimizde bolonez soslu makarna yerken onlar demiri kemiklerine değen ranzalarda kan kusuyorlardı. Ne için? İnsanlığın daha güneşli sabahlara uyanması için..o sebeple bu derece hassas bir mevzuya biraz daha “insancıl” yaklaşmayı denersek en azından anlamaya başlayabiliriz. Ölenler öldü kalanlar ise senaryomda Behrem’in dediği gibi “ölmediler ama yaşamadılar” da. Kusurlu bir hayatı dayattılar onlara ama buna rağmen hiçbiri köşesine çekilmiş akşam beş çayı toplantısı yapmıyor. Bir kere pek çok Wernicke Korsakoff hastası hala çalışıyor. Çünkü bürokratik bağlamda hiçbir güvenceleri yok yani tedavi masraflarını da yine bizzat kendileri üstlenmiş durumdalar. Zaten ölmek için hazırlamışlardı heybelerini yani talepleri kabul edilip, anlaşma sağlanmadığı müddetçe hiçbirinin geri dönüşü yoktu.

“19 Aralık Hayata Dönüş Operasyonu” sırasında pek çoğuna zorla müdahale edildi. Bence “zorla müdahale” insanlık dışı uygulamaların en başında ve dik alasıdır Kendilerince yok etmenin ve eksik bırakmanın en vahşi metodudur. Dünyada da buna benzerleri yaşanmıştı. 2006′da Guantanamo’daki açlık grevi yapanların günde bir saat sandalyelere bağlanıp zorla beslendiğini ve bir intihar girişimi olarak yiyecekleri kusmalarının engellendiğini bildirilmiş ve kanıtlanmıştı. Bunun üzerine “New England Journal Of Medicine” 28 Eylül 2006′da açlık grevindeki tutukluların gözetmen veya hekimlerce zorla beslenmesini tıbbi etik açıdan incelediği bir makale yayınladı. Makalede zorla beslemeye katılan hekimler için yasal ve etik bir sorgulamaydı: “…Askeri hekimler tutukluları zorla beslemek için askeri emirleri takip edemezler, tıbbi bilgi yoluyla onlara zarar vermek için hiçbir zaman tıbbi etiğin temel emirleri ihlal edemezler.” Diye bir bildiri yayınlamıştı. Dünya Tıp Birliği’nin 1975 yılında çıkarttığı Tokyo Bildirgesi’nin 6. maddesinde doktorların belli sınırlar dahilinde müdahale etmesi ve ikinci bir hekime danışarak hareket etmesi belirtilmiştir:

“Bir hükümlü beslenmeyi reddettiğinde, eğer hekim, beslenmeyi gönüllü olarak reddetmenin yol açacağı sonuçlar üzerinde kişinin tam ve doğru bir yargıya varacak yetenekte olduğu kanısında ise, bu kişiyi damardan beslemeyecektir. Hükümlünün böyle bir yargıya varma yeteneği ile ilgili karar, en azından bir başka bağımsız hekimce onaylanmalıdır. Beslenmeyi reddetmenin yol açacağı sonuçların hekim tarafından hükümlüye anlatılması gerekir.”

1991’deki malta bildirgesinin 21. maddesinde zorla beslemenin insanlık dışı ve aşağılayıcı bir hareket olduğu belirtilmiştir.

Tüm bu somut bilgilere rağmen bu ülke bu insanlara bunu yaptı ve sanırım o bundan pişman değil. Ama şimdilerde Wernicke Korsakoff hastası olan hiçbir “Ölüm Orucu” eylemcisi de pişman değil. Karanlık bir mağarada güneşi aramaya çıkmışlardı..o zifir karaltıda olacak her şeyi de göze almışlardı. En başta ölmek içindi şarkılar ama sakat kaldıktan sonra da aynı şarkıları söylemeye devam ettiler ve ediyorlar da… Tarih, onları bu hastalığın yazgısına bırakanları değil bu ölüme bile meydan okuyup, ölümün başını öne eğdiren güzel ve cesur insanları anımsayacak.

Röportaj: Murat Tolga Şen