Okulda Öğrendiklerimiz Hayata Uymadı Hiç! Gazeteleri Gazeteciler Yönetmiyor Artık!
İlk Yazı!.. (Okulda Öğrendiklerimiz Hayata Uymadı Hiç!)
Hayatım boyunca sadece ve sadece “gazeteci” ve “yazar” olmak istedim. Başka bir işi yapmayı hiç düşünmedim. (Hoş şimdilerde bizim meslekten çoğu kişi gibi zaman zaman “pazarda limon satsaydım daha iyi olurdu” diye düşünüyorum ama daha satanına rastlamadım!) İyi mi yaptım kötü mü yaptım bilmiyorum. Çoğu kez bu yüzden işsiz, parasız kalma durumlarıma bakılırsa “kötü” yaptım. Fakat “gönlümün çektiği, ruhumun yattığı” işi yapmak açısından ise “iyi” olduğunu düşünüyorum. Üstelik, sizi bilmem ama ben ayrıca “kader”e inanırım. Herkesin bir “fıtrat”ı ve ona uygun izleyeceği bir “yol”u olduğunu bilirim!
Hep bu örneği veriyorum ancak kendi durumumu bu kadar net özetleyecek başka bir misal bulamıyorum. Şimdi 1975 yılında, 15-16 yaşında bir erkek çocuk düşünün. Ortaokulu bitiriyor. Babası ona “Okulu bitirme hediyesi olarak ne istersin?” diye soruyor. Sizce o yıllarda bir çocuk ne ister? Bisiklet, futbol topu, takım forması, vb… Neden olmasın? Fakat o çocuk bunların hiçbirini istemiyor. Onların yerine - çevresinde, ailesinde bu konuda örnek alabileceği ya da teşvik eden kimse olmadığı halde- ne istiyor dersiniz? Bir daktilo!... Evet, bir daktilo!... (Yeni bilgisayar kuşağı bunu anlayamaz elbette!) Babası önce garipsiyor lakin onu kırmayıp, elinden tutup Sirkeci’ye götürüyor. Vitrinde daktilolar pırıl pırıl parlıyor. Çocuğun gözleri kamaşıyor. Onun için bir lunaparktan daha cazip bir yer orası. En beğendiği daktiloyu hemen alıyor. Havalarda uçuyor. Ve o tercihi yapan çocuğun hayatında “yazar” olmaktan başka daha ne gibi bir “kader” olabilir? İşte o çocuk benim…
Gel zaman git zaman o çocuk liseyi bitiriyor, artık bir “genç” olarak üniversite sınavına giriyor. Ne doktor, ne avukat, ne mühendis hiçbirini olmak istemiyor. Tek istediği var; gazetecilik. Tercihini yapıyor ve sonunda “Basın Yayın Yüksek Okulu”nu (Şimdilerin “İletişim Fakültesi”) kazanıyor. Postacının sınav sonucunu getirdiği o günü ve sevincini unutamıyor. Büyük bir hevesle gidip okuluna kaydoluyor.
Fakat kısa sürede anlıyor ki ne “gazeteci” olmanın o okulda okumakla doğrudan bir ilgisi var ne de öğretilenlerin hayata uymasıyla. (Yanlış anlaşılmasın, okul hocalarımız bize çok doğru bilgiler verdiler, olayın “kavramsal çerçevesi”ni aktardılar. Bize işin temeline yönelik asli noktaları öğrettiler. Hepsine şükran borçluyum.) Evet, belki haber yazmanın kurallarını, gazetecilik ahlakını, olayları takip etmenin ve yorumlamanın mantığını, dünya ve Türk tarihinden önemli gazetecilik olaylarını, simalarını, sayfa düzenlemesini, basın fotoğrafçılığını, vb teorik olarak ilk orada öğrendik. Ancak asıl “kavrayışımız” biraz zaman aldı sanırım…
Ardından “Mekteplilik” bitip “Alaylılık” başlayınca (Ki, kendi payıma ben her ikisini uzun süre bir arada yürüttüm) işin inceliklerini, püf noktalarını, edebini “usta”lardan öğrenmeye başladık. “Gazetecilik namusu”, “haber namusu” nedir, “elinizdeki gücü kötüye kullanmamak”, “kimsenin borazanı olmamak” nedir orada kavradık. Belki her şeye rağmen birazda şansımdan -ki Babıali henüz İkitelli’ye taşınmamıştı- işi hep mütehassıslarından öğrendim. Ben o geleneğin son demlerine yetiştim.
Hiç unutmuyorum ve hatırladıkça halen kendi kendime gülerim. 80’li yılların ortasında Hürriyet Grubu “Cumhuriyet’e alternatif” olarak Hürgün’ü çıkarmıştı. Tam 49 gün/nüsha çıktı. Sonra ani bir kararla “tepeden” kapatıldı. Bende profesyonel manada gazeteciliğe ilk orada başladım. İstihbaratta “çaylak” bir muhabirdim. “Gazetecinin oturanı değil, dolaşanı makbuldür” felsefesiyle ortadan kaybolur ama muhakkak elim “dolu” gelirdim. Nitekim bir gün sabah gazeteden çıktım ve akşama kadar koşturup durdum. Ne gazeteye uğradım ne de telefon ettim. (O zaman cep telefonu diye bir icat yapılmamıştı henüz!) Ertesi sabah gazeteye adeta koşarak geldim. Fakat bir tuhaflık vardı. Gazete çok sessizdi ve birkaç kişi dışında kimse yoktu. O kadar kaptırmıştım ki ona bile uyanamadım. Doğrudan şefin önüne gittim ve haberleri masaya koyup anlatmaya başladım. Şef biraz sert görünümlü ama kâmil bir adamdı. Gazetenin kapandığını lisan-ı münasiple anlattı. Ardından muhasebeye gidip paramı almamı söyledi. Ben halen safça “neden?”, “niçin?” diye sayıklıyordum. Daha ilk profesyonel denememde kısa sürede işsiz kalmıştım. Fakat galiba en önemlisi asıl haberi, yani gazetenin kapandığını atlamıştım!
Bütün bunları şundan dolayı anlatıyorum. Mesleğin idealistliği ile gerçekleri arasındaki farkı zamanla kavradık. Okulda öğrendiklerimizle pratikte yaşadıklarımız arasındaki –uçurum diyemesem bile- “çatlağı” süreçte fark edebildik ancak. Basının öyle sandığımız gibi “bağımsız” olmadığını, belli güçlerin kontrolünde olduğunu, her daim “gerçekleri” yazamayacağımızı, yazmaya kalktığınızda başınıza türlü belalar gelebileceğini zamanla öğrendik. Üstelik gün geçtikçe daha da kötüye gitti işler. Basın patronlarının “sınıfsal bileşimi” değişti. Gazeteleri gazeteciler yönetmiyor artık. (Hoş, o zamanlarda yönetmiyorlardı fakat “görece” bir ağırlıkları” vardı.) Şimdilerde medya, gazeteciler, yazarlar çoğunlukla “doğrudan” sürüp giden bir savaşın tarafı. Yazarların bir kısmı çirkefçe militanlaşmış. Artık haber bile bir olayı doğrudan anlatmanın aracı değil. Onda bile türlü manipülasyonlar yapılıyor. Asgari hasletler bile önemsenmiyor. Daha da vahimi sizden “yandaş” ya da “candaş” olmanız bekleniyor. Bu sürece ayak direyen gazeteciler, yazarlar türlü entrikalarla susturulmaya, “ayar verilmeye” çalışılıyor. Üstelik buna “yeni medya dönemi”, “medyada büyük değişim” denebiliyor utanmazca. Nicelik, vasatizm niteliğe galip geliyor!
O yüzden bende elimde kalan son “savunma mevzisi” olan kitaplarım ve internet ortamındaki makalelerimle “doğru bildiklerimi” aktarmaya, anlatmaya çalışıyorum. (Dikkatinizi çekerim; hep “doğru”yu yazdığımı ya da yazacağımı iddia etmiyorum. “Doğru” hem “görece” bir kavramdır hem de insanım ve yanılabilirim. Ancak hep “doğru bildiğimi” yazdım ve yazacağım.) Önemli olan bu “doğrultuyu” kaybetmemek bence. Sadece bunun taahhüdünü verebilirim. O yüzden şu an okumakta olduğunuz sitede ve bu köşede de farklı davranmayacağım. Asıl ilgi alanım “medya gözlemciliği” olmadığı halde kimi zaman medyada gördüğüm çarpıklıkları da yazacağım.
Dediğim gibi şimdilerde işin “gazetecilik” kısmından çok “yazarlık” kısmıyla iştigal ediyorum. Ama o “gazetecilik” pratiğim, birikim ve deneyimim olmasaydı “yazarlığı” da doğru düzgün yapamazdım büyük ihtimalle. (İllâ ki böyle olmalı diye bir iddiam yok. Fakat şimdilerde hiç “muhabirlik” yapmamış, haber peşinde saatlerce koşmamış, haberi veya yazısı için kavga etmemiş, bu yüzden işinden olmamış, ilk imzalı yazısını büyük bir özenle kesip, kutsal bir metne dokunur gibi saklayıp, koklamamış, türlü ilişkilerle adeta tepeden atanır gibi –üstelik kifayetsiz- “yazar” olmuş kişilere şaşırıyorum!) Aksi takdirde o “ruh”u besleyemez, bu kalemi kırmadan savunamazdım herhalde.
Ben bu yazıyı aslında başka amaçla tasarladım. Fakat kısmen “Anılar” gibi oldu daha ziyade. Hatta “serbest çağrışımlar”ımı paylaştım. Bu yüzden bende fren koymadım. Üstelik benden “derin analizler” bekleyen okurları da galiba biraz şaşırttım. Ne yapayım, onu da “ilk yazı”nın opsiyonu saysınlar…
Atilla Akar
[email protected]
Hayatım boyunca sadece ve sadece “gazeteci” ve “yazar” olmak istedim. Başka bir işi yapmayı hiç düşünmedim. (Hoş şimdilerde bizim meslekten çoğu kişi gibi zaman zaman “pazarda limon satsaydım daha iyi olurdu” diye düşünüyorum ama daha satanına rastlamadım!) İyi mi yaptım kötü mü yaptım bilmiyorum. Çoğu kez bu yüzden işsiz, parasız kalma durumlarıma bakılırsa “kötü” yaptım. Fakat “gönlümün çektiği, ruhumun yattığı” işi yapmak açısından ise “iyi” olduğunu düşünüyorum. Üstelik, sizi bilmem ama ben ayrıca “kader”e inanırım. Herkesin bir “fıtrat”ı ve ona uygun izleyeceği bir “yol”u olduğunu bilirim!
Hep bu örneği veriyorum ancak kendi durumumu bu kadar net özetleyecek başka bir misal bulamıyorum. Şimdi 1975 yılında, 15-16 yaşında bir erkek çocuk düşünün. Ortaokulu bitiriyor. Babası ona “Okulu bitirme hediyesi olarak ne istersin?” diye soruyor. Sizce o yıllarda bir çocuk ne ister? Bisiklet, futbol topu, takım forması, vb… Neden olmasın? Fakat o çocuk bunların hiçbirini istemiyor. Onların yerine - çevresinde, ailesinde bu konuda örnek alabileceği ya da teşvik eden kimse olmadığı halde- ne istiyor dersiniz? Bir daktilo!... Evet, bir daktilo!... (Yeni bilgisayar kuşağı bunu anlayamaz elbette!) Babası önce garipsiyor lakin onu kırmayıp, elinden tutup Sirkeci’ye götürüyor. Vitrinde daktilolar pırıl pırıl parlıyor. Çocuğun gözleri kamaşıyor. Onun için bir lunaparktan daha cazip bir yer orası. En beğendiği daktiloyu hemen alıyor. Havalarda uçuyor. Ve o tercihi yapan çocuğun hayatında “yazar” olmaktan başka daha ne gibi bir “kader” olabilir? İşte o çocuk benim…
Gel zaman git zaman o çocuk liseyi bitiriyor, artık bir “genç” olarak üniversite sınavına giriyor. Ne doktor, ne avukat, ne mühendis hiçbirini olmak istemiyor. Tek istediği var; gazetecilik. Tercihini yapıyor ve sonunda “Basın Yayın Yüksek Okulu”nu (Şimdilerin “İletişim Fakültesi”) kazanıyor. Postacının sınav sonucunu getirdiği o günü ve sevincini unutamıyor. Büyük bir hevesle gidip okuluna kaydoluyor.
Fakat kısa sürede anlıyor ki ne “gazeteci” olmanın o okulda okumakla doğrudan bir ilgisi var ne de öğretilenlerin hayata uymasıyla. (Yanlış anlaşılmasın, okul hocalarımız bize çok doğru bilgiler verdiler, olayın “kavramsal çerçevesi”ni aktardılar. Bize işin temeline yönelik asli noktaları öğrettiler. Hepsine şükran borçluyum.) Evet, belki haber yazmanın kurallarını, gazetecilik ahlakını, olayları takip etmenin ve yorumlamanın mantığını, dünya ve Türk tarihinden önemli gazetecilik olaylarını, simalarını, sayfa düzenlemesini, basın fotoğrafçılığını, vb teorik olarak ilk orada öğrendik. Ancak asıl “kavrayışımız” biraz zaman aldı sanırım…
Ardından “Mekteplilik” bitip “Alaylılık” başlayınca (Ki, kendi payıma ben her ikisini uzun süre bir arada yürüttüm) işin inceliklerini, püf noktalarını, edebini “usta”lardan öğrenmeye başladık. “Gazetecilik namusu”, “haber namusu” nedir, “elinizdeki gücü kötüye kullanmamak”, “kimsenin borazanı olmamak” nedir orada kavradık. Belki her şeye rağmen birazda şansımdan -ki Babıali henüz İkitelli’ye taşınmamıştı- işi hep mütehassıslarından öğrendim. Ben o geleneğin son demlerine yetiştim.
Hiç unutmuyorum ve hatırladıkça halen kendi kendime gülerim. 80’li yılların ortasında Hürriyet Grubu “Cumhuriyet’e alternatif” olarak Hürgün’ü çıkarmıştı. Tam 49 gün/nüsha çıktı. Sonra ani bir kararla “tepeden” kapatıldı. Bende profesyonel manada gazeteciliğe ilk orada başladım. İstihbaratta “çaylak” bir muhabirdim. “Gazetecinin oturanı değil, dolaşanı makbuldür” felsefesiyle ortadan kaybolur ama muhakkak elim “dolu” gelirdim. Nitekim bir gün sabah gazeteden çıktım ve akşama kadar koşturup durdum. Ne gazeteye uğradım ne de telefon ettim. (O zaman cep telefonu diye bir icat yapılmamıştı henüz!) Ertesi sabah gazeteye adeta koşarak geldim. Fakat bir tuhaflık vardı. Gazete çok sessizdi ve birkaç kişi dışında kimse yoktu. O kadar kaptırmıştım ki ona bile uyanamadım. Doğrudan şefin önüne gittim ve haberleri masaya koyup anlatmaya başladım. Şef biraz sert görünümlü ama kâmil bir adamdı. Gazetenin kapandığını lisan-ı münasiple anlattı. Ardından muhasebeye gidip paramı almamı söyledi. Ben halen safça “neden?”, “niçin?” diye sayıklıyordum. Daha ilk profesyonel denememde kısa sürede işsiz kalmıştım. Fakat galiba en önemlisi asıl haberi, yani gazetenin kapandığını atlamıştım!
Bütün bunları şundan dolayı anlatıyorum. Mesleğin idealistliği ile gerçekleri arasındaki farkı zamanla kavradık. Okulda öğrendiklerimizle pratikte yaşadıklarımız arasındaki –uçurum diyemesem bile- “çatlağı” süreçte fark edebildik ancak. Basının öyle sandığımız gibi “bağımsız” olmadığını, belli güçlerin kontrolünde olduğunu, her daim “gerçekleri” yazamayacağımızı, yazmaya kalktığınızda başınıza türlü belalar gelebileceğini zamanla öğrendik. Üstelik gün geçtikçe daha da kötüye gitti işler. Basın patronlarının “sınıfsal bileşimi” değişti. Gazeteleri gazeteciler yönetmiyor artık. (Hoş, o zamanlarda yönetmiyorlardı fakat “görece” bir ağırlıkları” vardı.) Şimdilerde medya, gazeteciler, yazarlar çoğunlukla “doğrudan” sürüp giden bir savaşın tarafı. Yazarların bir kısmı çirkefçe militanlaşmış. Artık haber bile bir olayı doğrudan anlatmanın aracı değil. Onda bile türlü manipülasyonlar yapılıyor. Asgari hasletler bile önemsenmiyor. Daha da vahimi sizden “yandaş” ya da “candaş” olmanız bekleniyor. Bu sürece ayak direyen gazeteciler, yazarlar türlü entrikalarla susturulmaya, “ayar verilmeye” çalışılıyor. Üstelik buna “yeni medya dönemi”, “medyada büyük değişim” denebiliyor utanmazca. Nicelik, vasatizm niteliğe galip geliyor!
O yüzden bende elimde kalan son “savunma mevzisi” olan kitaplarım ve internet ortamındaki makalelerimle “doğru bildiklerimi” aktarmaya, anlatmaya çalışıyorum. (Dikkatinizi çekerim; hep “doğru”yu yazdığımı ya da yazacağımı iddia etmiyorum. “Doğru” hem “görece” bir kavramdır hem de insanım ve yanılabilirim. Ancak hep “doğru bildiğimi” yazdım ve yazacağım.) Önemli olan bu “doğrultuyu” kaybetmemek bence. Sadece bunun taahhüdünü verebilirim. O yüzden şu an okumakta olduğunuz sitede ve bu köşede de farklı davranmayacağım. Asıl ilgi alanım “medya gözlemciliği” olmadığı halde kimi zaman medyada gördüğüm çarpıklıkları da yazacağım.
Dediğim gibi şimdilerde işin “gazetecilik” kısmından çok “yazarlık” kısmıyla iştigal ediyorum. Ama o “gazetecilik” pratiğim, birikim ve deneyimim olmasaydı “yazarlığı” da doğru düzgün yapamazdım büyük ihtimalle. (İllâ ki böyle olmalı diye bir iddiam yok. Fakat şimdilerde hiç “muhabirlik” yapmamış, haber peşinde saatlerce koşmamış, haberi veya yazısı için kavga etmemiş, bu yüzden işinden olmamış, ilk imzalı yazısını büyük bir özenle kesip, kutsal bir metne dokunur gibi saklayıp, koklamamış, türlü ilişkilerle adeta tepeden atanır gibi –üstelik kifayetsiz- “yazar” olmuş kişilere şaşırıyorum!) Aksi takdirde o “ruh”u besleyemez, bu kalemi kırmadan savunamazdım herhalde.
Ben bu yazıyı aslında başka amaçla tasarladım. Fakat kısmen “Anılar” gibi oldu daha ziyade. Hatta “serbest çağrışımlar”ımı paylaştım. Bu yüzden bende fren koymadım. Üstelik benden “derin analizler” bekleyen okurları da galiba biraz şaşırttım. Ne yapayım, onu da “ilk yazı”nın opsiyonu saysınlar…
Atilla Akar
[email protected]
DİĞER YAZILARI
“Gandi Kemal”den “Sokrat Kemal”e! Yargılanan “yargılayan” mı oldu?
İmralı film stüdyoları iftiharla sunar! Öcalan olmadı videosunu verelim mi?
Teğmenlere ağır hakaretler! Nasıl utanmaz bir zihniyettir böyle?
CHP’nin adayına AK Parti hesapları! Özgür Özel’e “Parlatma” operasyonu mu?
Kalçası Suudileri sallamış! Suudilere medeniyeti Jennifer mı getirecek?