19 Şub 2012 11:42 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:21

"OBJEKTİF GAZETECİLİK DİYE BİR ŞEY OLSA TEK GAZETE YETERDİ"

Gazeteci Umur Talu, 2000 yılından bu yana yazdığı medya eleştirilerini 'Bedelli Gazetecilik' adıyla kitaplaştırdı.

Umur Talu'nun büyük dedesi, dedesi, babası da gazeteci. 6 yaşında babasını kaybettiği için hiçbirini görmemiş ama bir öğretmeninin de dediği gibi 'kaderine yazılmış' gazetecilik. Boğaziçi'nde ekonomi eğitimi alırken sendikacılık yapan, Belediyeler Birliği'nde çalışan Umur Talu, okul bittiğinde iyi bir ekonomist olmayı planlarken kendini medyada bulmuş. 20'li yaşlarında en önemli gazetecilerle çalışmış; 35 yaşında Milliyet'in Yayın Yönetmeni olmuş. 90'larda yaşanan o büyük 'ansiklopedi savaşı'nın mimarlarından. Elbette o kavganın tek sebebi promosyonlar değildi ama konumuz o günler değil...

Bugün yapılan kavgaları da o günle kıyaslamak mümkün mü; soruyorum: 'Yeni yetme gazetecilik türünde vahşi bir linç kültürü gelişti. Ama bu sadece bir kesime ait değil. Bugün mağdur gibi gözüken kimileri de bunu geçmişte yaptı.' Geçmişte 'kovulma' tecrübesi yaşadığı için bugün ardı ardına kovulan gazetecilerle ilgili 'muhalif' oldukları için kovuldukları iddialarını şöyle değerlendiriyor: 'Bekir Coşkun'un ne yazdığını bilerek alıyorsunuz, Nuray Mert'in de... O zaman, baştan almayabilirsiniz! Kimse niye şunu yazdırmıyorsun diye seni yargılamıyor ama bir kere başladıktan sonra o yolculuğun devamında ayrılmaya karar verdiğinizde nedenini düzgün izah etmeniz lazım. Ama şimdi patronların kendi yazarlarına küfreden başka yazarları ziyaret ettiği dönemlerdeyiz; patronların kendilerine küfreden yazarları da istihdam ettiği dönemleri gördük. Ömer Lütfü Mete'ye de çok üzüldüm, Bekir'e de, Ece'ye de, Nuray'a da üzüldüm. Fehmi Koru'nun işine son verildiğinde de üzüldüm. Bu herkesin başına gelebilecek bir şey; kimse bir başkasının başına gelenden bir zafer payı çıkarmamalı kendine...'

- 2000 yılında yazılarınızı, 'Dipsiz Medya' adıyla kitaplaştırmıştınız; bu kitap onun devamı mı?
Aslında o kitabın devamını yapmayı düşünmedim. 'Bedelli Gazetecilik'te editör olarak gördüğünüz İsmail Sert'i tanımıyordum; yıllarca bu yazıları biriktirmiş, tasnif etmiş. Bir gün aradı, 'Böyle bir şey yaptım' dedi. Geldi, tanıştık; çok düzgün tasnif etmiş, bir süre daha elimizde kaldı. Tekrar yeniledi, derken Everest Yayınları ile yayımladılar. Kitap, İsmail'in emeği...

- Çok enteresan; gazeteci mi peki?
TRT'de gazeteci ama tanımıyordum. Şimdi dost olduk tabii.

- Değiştirdiğiniz yazılar oldu mu?
Hayır, sonuçta o yazılar öyle yayınlanmıştı. Dönüp, 'ne yazmışım, şimdi şunu gizlesem, şu yazıyı koymasam' gibi dertlerim yok.

- Siz 'ulaşılabilir' bir yazarsınız; kitabınızı da okurunuzun size doğrudan ulaşabilmesine borçluyuz...
Türkiye'de, okurlara açık cep telefonu kullanan ilk yazarım. Şu sıralar birtakım sebeplerden dolayı sürekli açık değil. O telefondan mecazi değil, gerçek anlamda 'dağ başındaki' okur bile ulaştı bana.

- Okura açık cep telefonu fikri nasıl ortaya çıkmıştı?
Bir dönem işsiz kalmıştım, sonra bir gazetede yazmaya başladığımda üniversitede kadroluydum. Milliyet'teyken gazeteye gider bir şekilde okurla iletişim kurardım ama o sıralar gazeteye de gitmek istemediğimden cep telefonu koydum sütunuma. O telefon sayesinde çok okur dostum oldu. Bu kesinlikle bir şöhret-hayran ilişkisi değil. İşe, yürüyerek gidip gelirim. Zaten, çok ortadayım.

- Son yıllarda ortaya atılan 'Tanrı yazar'lardan farklı bir kulvar sizinki. Okurla sürekli temas halinde...
Temas ettiklerinizi tanırsınız. Sadece tanrılarla temas ediyorsanız, devlet adamları, büyük işadamları, şöhretli oyuncular gibi; o zaman dünyanız da onlardan ibaret oluyor. Benimki değişik; ben tanrılara kapalıyım tabii bunu bir gazetecilik tavsiyesi olarak söylemiyorum. Bu benim gazetecilik hayatımın bir döneminden sonra yaptığım seçim; davetlere gitmiyorum, gezilere katılmıyorum ama sokaktayım.

TEMEL DUYGUM: UTANMA
- Sorunlarını takip ettiğiniz kesimler arasında birbirine tamamen zıt kutuplar da var...
Benim için ölçü yaşanan acıları duyurmak; sadece duyurup istismar etmek değil, çözülmesine de katkıda bulunmak. Denizyıldızı hikayesini bilirsiniz. Zaten yazdığım her şeyin sonuçlarına da yetişemiyorum; beni arayıp 'bir denizyıldızı daha gitti Umur Bey' diyor okurlarım. Her soruna bir köşeden yetişmek gibi bir iddiam yok ama bunu yapmazsam çok utanırım. Temel duygum bu: Utanırım!

- Fatih Altaylı, Ece Temelkuran'ın kitabından bahsettiği yazısında bu hafta 'gerçek vicdan sahibi yazar' sıfatını kullandı ve bunun bir de sizde olduğunu ifade etti. Ece Temelkuran, vicdanının sesini dinleyip sosyal medyada yazdıkları nedeniyle işsiz kaldı, sizin böyle bir endişeniz var mı?
Ben, çok daha yaşlı bir gazeteciyim; en azından daha fazla şey gördüm. Sadece kendi başıma gelenleri değil tabii ki başkalarının başına gelenleri de... Kendi adıma endişem yok. Sokakta birinin saldırmasından ya da işsiz kalmaktan tabii ürkerim ama bir şey yazarken bunları düşünerek yazmıyorum. Öyle bir gazetecilik olmaz zaten. Yani sürekli kafanızın arkasında başka bir şey düşünürken ilgisiz şeyler yazmak ikiyüzlülüktür. Bildiğimi yazarken tek ölçüm şudur: Meslek örgütleri dışında kimseye ait olmamak. Kendimi kovdurabilirim ama kelimelerimi kovdurmam çünkü ben o kelimeleri düşünerek, yüreğimden koyuyorum ortaya. Onlar titiz kelimeler; hiçbirini kovdurtmam. Ha, o kelimeler Başbakan'a gidiyormuş, Genelkurmay Başkanı'na gidiyormuş düşünmem.

- Ece Temelkuran'ın yaşadıkları hakkındaki fikrinizi merak ediyorum...
Detayları çok bilmiyorum ama o konuda yazdım da. Yazıda çok sempatim olmadığı halde Yiğit Bulut da vardı. Müesseseler insanları parlatıp kamuoyuna sunduktan sonra bir gün yok ettiklerinde buna dair ikna edici izahları olmalıdır. Ece'nin olayında, müessese kendine göre bir açıklama yapıyor ama o açıklamalar bana da yetersiz geliyor. Fakat kendilerine göre ilkeler açıklıyorlar, bunlar daha yeni tartışılan şeyler, twitter, aktivist olmak... Bunlar elbette tartışılacak ama demek ki başta o kadar parlatılan insanlar bir anda tu kaka da edilebiliyor; bu hepimizin başına gelebilir. 16 yıl taşıdığım, büyüttüğüm, logosunu, mizanpajını değiştirdiğim, kadrolarını yaptığım bir gazeteden duvarları kazıyarak kovuldum. O gün, o gazetede olan pek çok kişi bir satır yazmadı arkamızdan. Dolayısıyla ben hep gidene bir şey söylemeye çalışırım. Bu benim için mesleki bir görev, bir şey değiştirmez ama iz bırakır.

BEN DE ÇOK HATA YAPTIM
- Bu hafta da Nuray Mert, yazılarına ara verdi. Neden hep bir tür yazarlar gidiyor?
Evet, belli tür yazar grubunun gönderilmesi daha kolay hale geldi. Buna karşılık bir grup da daha güçlü oluyor. Ama onlarda bir cemaatin, cemiyetin ya da birtakım iktidarların sözcüleri olarak güçlü oluyor. Gazetecilikle aktivizmi karıştırmak, benim de tartıştığım bir mesele ama diğer yanın da aktivistliğinden söz etmeliyiz. Siz de muktedir olanların aktivisti olarak çalışıyorsunuzdur. Dolayısıyla gidenlerin suçlandığı her şeyin bin beterini gönderenler yahut yerinde kazık çakanlar ya da yerinde büyüyenler de yapıyor. Onun için tutarlı olmaya çalışmak ya da bağımsız kalmak için giderek koyulaşmış bir muhafazakarlık içindeyim. Mümkün olduğu kadar mesafelerimi uzak tutuyorum. Bu biraz, hafif tecrit, münzevi bir gazetecilik türü de olabilir. Tavsiye ettiğim bir şey değil ama yolunu şaşırmamak için, yolunu sadece kendin çizmen gerekiyor.

- Sizin için 'omurgalı yazar' sıfatı çok kullanılıyor. Bu hem zaten olması gereken hem de bu kadar altı çizildiği için zor bir konum değil mi?
Önce şunu söyleyeyim; ben de çok hata yaptım. Maddi yanlışlıklar olduğu gibi basiret bağlanması, akıl edememek yahut dönemin koşullarına teslim olmak gibi yanlışlar da yaptım. Gökten pirupak inmiş değilim. Çok genç yaşımdan beri hayata müdahale etmeye çalışıyorum. Bin türlü yanlış düşüncem ve eylemim de oldu ama temelde arzum doğru şeyler yapmaktı.

- Bir de çok genç yayın yönetmenliği yaptınız...
Çok çabuk yönetici oldum, hem toyluklarım vardı, hem endişelerim. 30'lu yaşlarımın ortasında yayın yönetmenliğini bırakınca yurtdışından valizlerle kitap taşıdım, gazeteciliği yeniden öğrendim. Teorisini değil felsefesini; yeniden insan olma eğitiminden geçirdim kendimi. O arada üniversitede ders verdim, ders verirken ders çalıştım. Yazı yazmaya başladığımda kendimi de yeniden şekillendirdim ama bu yeniden aldığım şekil, geçmişime de çok aykırı değil. Sadece, gündelik koşuşturmanın içinde yapmış olmam muhtemel hatalardan arınmış bir gazeteciliğe varmak istedim. Bu da ermişlik falan değil. Gazetecilik beceriniz olmalı ve buna ilaveten kötülük yapmama arzunuz.

KARNELİ HABERCİLİK YAPILIYOR
- Bu bugünün meselesi olmamakla beraber çokça eleştirilen medya-iktidar ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP'nin medya karnesi nasıl?
AKP hükümetinin medya karnesi var mı bilmiyorum, yani zaten o kendisi karne vermiş medyaya. Karneli habercilik yapılıyor... Bir iktidar ya da medya kuruluşlarının sahipleri, yöneticileri bu manzaradan gurur duyabiliyorlarsa, ne mutlu. Ortada sorunlu bir manzara var.

- Sorunlu manzara nedir?
İster bazısını, ister hepsini, ister hiçbirini terörist kabul edin ya da etmeyin, gazeteci kimliğiyle birtakım insanlar hapiste. İsterseniz bunlar gazetecilikten yargılanmıyor deyin. Ama piyasada gazetecilik yapanların çoğu da gazetecilik yapmıyor. İkincisi, iktidar içi bir mesele; MİT-polis meselesinde bile nasıl kümeleniyor gazeteciler? Demek ki herkes aportta bekliyor cephanesiyle, demek ki herkesin ait olduğu bir birlik var. Bazen bu birlikler birlikte başka ordulara karşı savaşıyor, bazen kendi içlerinde kapışıyorlar. Adanmış gazetecilik gurur duyulacak şey değil. Bu tür işlerde 'utanmıyor musun' sorusu önemlidir. Kendinle kaldığında utanmıyor musun?

- Başta da dedim, bu iktidarlar olduğu sürece olan bir kavga yeni değil; bugünü özel kılan nedir?
Türkiye tarihi benzer örneklerle dolu. Fazla uzağa gitmeyelim; 12 Eylül var, ardından kartel dönemi, sonra 28 Şubat dönemi... Bütün bunlara sözde karşı olan bir iktidar döneminde de yine bir sürü medya rezilliklerinin olduğu bir noktadayız. Dürüstçe sübjektif olabilirsiniz ya da siyasi bir tarafın gazetesi olabilirsiniz. Bütün bunlar deklare olabilir. Zaten herkes objektif olacaksa bir tane gazete çıksa yeter. Objektiflik palavra ama elinize bir şey tutuşturularak gazetecilik yapılmaz ya da sorularınızı, kelimelerinizi saklayarak yapılmaz. Yapılıyor tabii, yapılır da ama utanılacak bir şeydir, ayıptır, günahtır. Sonra bunu yapanlara da sıkıntı verir. Yazdıklarından çok yazmadıkların, verdiğin haberlerden çok vermediğin haberlerin önemli olduğu bir gazetecilik olabilir mi? Buna gazetecilik denebilir mi? Cesur gördüğünüz yazarın bile ne yazdığına değil ne yazmadığına bakın!

O KOLTUKTAN KALKMAK KOLAY DEĞİL!
- Erken genel yayın yönetmenliği yapmak şans mı, şanssızlık mı?
Şans elbette. 10. gazetem burası. 20-30 yaş arasında Günaydın, Güneş, derken Cumhuriyet, arkadan Milliyet... Rahmi Turan, Çetin Emeç'i de gördüm, Erol Simavi'yi de. Bu gazetelerin hepsi bana bir şey kattı. Milliyet'te oranın çocuğu olarak yayın yönetmeni oldum. Sonra ölçeğimiz büyüdü, benim de sebep olduğum birtakım gazete mücadeleleri derken çok hoşlanmayacağım bir tarafa doğru evrildiğini gördüm. Siyasi iktidarla barışık olma ihtiyacı çıktı ki biz o zaman başbakanın servetini ortaya çıkarmıştık... İstifa ettim, bütün bunlar şansımdır benim.

- Genel yayın yönetmenliği sizin yaptığınız dönemde de bu kadar güçlü müydü?
Tabii, çünkü benim oturduğum koltuk Abdi İpekçi'nin koltuğuydu. Hatta bugünkünden daha güçlüydü o koltuklar ama gazetecilik anlamında daha güçlüydü. Yazı işlerinde çalışan genel yayın yönetmeni modelinin sonuyum ben. Başbakanlar, ben bıraktığım dönemde refakatçi yayın yönetmeni götürmeye başlamıştı. Bugün, gururla söylüyorum, ben o uçağa hiç binmedim, mesafelerimi korurdum yani. Patron da bunu bildi, 'Git o uçağa bin diyebilirdi' demedi, diyemedi.

- Peki, o güçten soyunmak kolay mı?
Tabii o koltuktan kalkmak kolay bir karar değil. Ben 30'lu yaşlarda bırakırken, 60'lı yaşlarında bu göreve gelmeye çalışanlar ya da devam ettirmeye ya da bıraktıktan sonra bir daha ihtirasla saldıranlar var.

- Bıraktığınız için pişmanlık oluyor mu, acabalar...
Oldu tabii ama 12 yıllık yatılı okul tecrübem var. Yatılı okulda, en kalabalıkta yalnız olmayı öğrenirsin. Bir anda kendimi o kadar keskin tecrit ettim ki dört sene yazı işlerine inmedim. Gittim, ders verdim. Gazeteciler Cemiyeti'nin yönetimine girdim, ilk başta biraz bunalımlı oldu ama sonra müthiş bir şekilde kendimi buldum ve rahatladım.

- Basının en büyük kavgaları yaptığı dönem yayın yönetmeniydiniz. Kavganın taraflarından biriydiniz. Kavga esnasında 'ağır oldu' dediğiniz şeyler oldu mu?
Evet... Küfür, hakaret etmedim ama çok sert yazılar da yazdım, beni çok üzen şeyler de oldu. Orada bir pişmanlığım yok, pişmanlığım o kavganın sonucunda bir grubun bu kadar büyümesidir. Ancak o kavga verilmeseydi, belki de Milliyet o gün ölmüştü.

ARTIK ÖZKÖK İLE MÜCADELE ETMEK GEREKMİYOR
- Son dönemde polemiklerde yoksunuz ama polemik yazılarınızda en çok ismi geçen gazeteci Ertuğrul Özkök...
Artık pek yazmıyorum. Geçmişte o bir güçtü, iktidarlarla birlikte iktidardı ya da iktidar karşısında bir iktidardı tabii kendi başına değil, patronunun, gazetenin gücüyle. O zaman mücadele edilmesi gereken bir şeydi, şimdi mücadele edilmesi gerekmiyor. Ben kişilerle uğraşmak istemem, çoğu zaman isim bile yazmam, en sert polemiklerde de hakaret etmedim. En sevmediğim insana bile ettiğim bir laf, o kişinin çocuğuna, torununa yansır ve onlar da üzülürse, üzülürüm.

- Bugünlerde polemikler bayağı açık açık ve 'işini kaybettin oh olsun' ya da 'şu kişi tutuklanacak' gibi bir boyutta.
Ayıp! Bu eleştiri değil! Bazen küstahlık küstahlıkla buluşuyor. Siz gazeteciliği bir küstahlık türü olarak anlarsanız her zaman sizden baskın cazgır birileri çıkabilir. Kendimi de dahil ederek söylüyorum, hepimizin kabahati var bu işlerde. Biraz popülarite, biraz şöhret, başkalarına bir sürü laf etme hakkını veriyor bize. Derken birileri de çıkıyor bize birtakım laflar ediyor. O lafları da hak etmiyoruz ama başkaları da bizim ettiğimiz lafları hak etmiyordu. İnsanların ismiyle, cinsiyle, zaaflarıyla alay etmek gazetecilik değil.

Gülay ALTAN / AKŞAM