19 Mayıs 2014 15:08 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 16:11

Nuri Bilge Ceylan: Twitter başkalarını suçlama arenasına döndü

67. Cannes Film Festivali’nde ‘Kış Uykusu’ filmiyle 'Altın Palmiye' için yarışan ünlü yönetmen Nuri Bilge Ceylan, Hürriyet'e konuştu.

Nuri Bilge Ceylan’ın 3 saat 16 dakikalık son filmi ‘Kış Uykusu’ 67. Cannes Film Festivali’nde ‘Altın Palmiye’nin favorilerinden. Soma faciası yaşandığı sırada büyük final için yola çıkmak üzere olan Ceylan ve ekibinin karmaşık duygular içinde geldiği galada yaşadığı duygu seline, kıyısından da olsa ortak oldum. Ardından da Ceylan’ın zar zor verdiği türden detaylı bir röportaj fırsatı yakaladım. Bütün direncine rağmen içinden siyaset bile geçen bir sohbet oldu. Filmlerindeki muğlaklığın izdüşümünü bu satırlarda da bulacaksınız. Dokuz kat zarın altına zarafetle gömse de, güncele dair fikirleri aslında epey tartışma başlatacak cinsten. Özellikle de, filmde Haluk Bilginer’in canlandırdığı Aydın karakterinde buluşturduğu ‘Türk aydını’ tiplemesinin defolarına dair söyledikleri.

YAPTIĞIM FİLMİN TAM OLARAK NE ÜZERİNE OLDUĞUNUN FAZLA ANLAŞILMASINI İSTEMEM

- ‘Kış Uykusu’ siyasi mesaj kaygılı bir film değil ama yaşadığımız topluma ve ülkeye siyasi referansları çok. Ben de dahil pek çok kimse ‘Acaba Nuri Bilge Ceylan bu kez siyasi bir şey mi söylüyor’ diye düşündü. Böyle bir derdiniz var mıydı?
Bu galiba biraz da seyreden insanın boşlukları nasıl doldurduğuyla ilgili bir şey. Ama ben bir filmi kurarken şu politik olay ya da şu sosyal mesele için bir şey yapayım diye düşündüğümü söyleyemem. Hatta daha da ileri giderek söyleyecek olursam, ben yaptığım filmin tam olarak ne üzerine olduğunun bile fazla anlaşılmasını istemem. Karmaşık, iç içe, bir konuyu açıklığa kavuşturmaktan çok, meseleyi tersine daha da bulandırmayı seven biriyim. Varsa bile böyle bir şey, bunun dokuz kat zar altına saklanmasını tercih ederim. Ancak filmlerimde tabii ki sosyal bir fon, siyasi diye nitelenebilecek benzetmeler ya da metaforlar olabilir. Bunlar genelde filmi yeterince gerçekçi kılabilmek için oluşturulması gerekli arka planlar. Ben kendimin de anlamakta zorlandığım, kendisini üzerime dayatan, benim için biraz anlamlandırması zor, muğlak bir yapısı olan meseleler üzerine film yaptığımı sanıyorum.

TWITTER BAŞKALARINI SUÇLAMA ARENASINA DÖNDÜ

- Bizim ülkemiz de pek çok anlamda biraz muğlak değil mi?
Muğlaklığı o anlamda kullanmadım. Bizde insanların davranışlarının temelinde çözülmesi zor kompleks dürtülerden ziyade, nedeni belli, daha kolay anlaşılabilir dürtüler var. Bir de özellikle bizim kültürde insanlar kendilerini kandırmaya biraz fazla meyilli. Kimse suçu üstlenmiyor. Twitter bile başkalarını suçlamanın bir arenası haline geldi gitti. Başkalarının hatalarını, yanlışlarını yakalayıp deşifre ettikleri bir yer. Bu meziyet değil. Kimse bir şey üstlenmiyor. Asıl ihtiyacımız olan sorumluluğu üstlenecek birileri.

- Basın toplantısında Japonya örneğini bunun için mi verdiniz?
Japonya’da ya da İngiltere’de belli bir olayın sorumluluğunu üstlenip istifa eden adam direkt olarak suçlanabilecek durumda değildir belki ama sorumluluğun kendisine ait paydası bunu yapmasına yetiyor. Öğrenmemiz gereken bu.

- Bunu Soma’ya referansla söylediniz değil mi?
Hem Soma’ya hem diğer şeylere.

- Hiç bakıyor musunuz Twitter’a? Sizin adınıza bir hesap var.
Sahte hesapları önlemek için açtığımız bir hesap o, pek kullandığım yok.

TÜRK AYDINI KENDİNİ TANIMADA KARA CAHİL

- Filmdeki ‘Türk aydını’ tipolojisini kendi çevrenizdeki bazı insanlardan esinlenerek yazdığınızı söylediniz. Hatta ‘benden de bir parça var’ demeye getirdiniz.
Evet.

- O aydın tipine ve kendi içindeki sınırlarına bir eleştiri getiriyorsunuz.
Eleştiri getirmek demeyeyim de beni sinir eden bazı özelliklerine değinmeden edemedim diyeyim.

- Bugün Türk aydınının en büyük sorunu nedir? Siz onu filmde çok iyi tarif etmişsiniz ama şu an kelimelere dökseniz nasıl tanımlarsınız?
Ne diyeyim şimdi? Zaten Türk aydını dediğimiz şeyin tümüyle genellenebilecek homojen bir yapısı olduğunu da söyleyemem. Ama yakın çevremde sık rastladığım ve filme de bir şekilde girmeyi başarmış özelliklerden bazıları olarak söyleyecek olursam, başkaları hakkında epey gelişmiş sezgileri ve bilgileri olmasına rağmen, kendilerini tanımak konusunda şaşırtıcı derecede kara cahil oluşlarını, bıçak kemiğe dayandığında kendini kandırma yeteneklerinin son derece gelişmiş ve kıvrak olduğunu, yaptıkları hemen her şeyi bir takım erdemlerle süsleme eğilimlerini söyleyebilirim. Vicdan, ahlak gibi temel kavramları çok fazla kullanmaları ve bunu sürekli kendilerini temize çıkartmak için yapmaları. Kendini korumak için harcanan enerjinin yarısı kendini tanımak ve gerektiğinde gerçekle yüzleşmek için harcansa aslında çok daha büyük yüklerden kurtulunacak.

- Filmde nasıl karşılığını buluyor bu söyledikleriniz?
Filmde de birbirini iyi tanıyan üç karakter, birbirlerinin kendini aldatmasına sürekli sinir oluyor ve kendince oyunu bozup buna izin vermemeye çalışıyor. Necla, Aydın’ın kendini kandırmasına tahammül edemiyor. Bunu onun yüzüne vurma eğilimi hissediyor devamlı. Oysa kendisi de, dizginleyemediği kocasına geri dönme arzusunu bir kitapta rastladığı “kötülüğe karşı koymama” gibi değerden düşmüş bir felsefeye bel bağlayarak rasyonalize etmeye çalışıyor. Nihal bunu hissedip, o da Necla’ya sinir oluyor. Bunun gibi şeyler.


KARAKTERLERİMİN LAİK ANTİLAİK ÜZERİNDEN TARTIŞILMASI ZOR

- Ben filmde bizim toplumda bir süredir yaşadığımız bölünmüşlüğün izlerini gördüm. Aydın’la imam arasındaki ilişkide yok mu bu izler? Yoksa benim bir gazeteci olarak duyargalarım mı tarafa çekiyor?
Biraz öyle galiba. Çünkü zaten eğer özellikle onu kastediyorsanız, Gezi’den sonra yaşanan ya da ortaya çıkan hızlı kutuplaşmadan önce çekildi film. Ve çok önce yazıldı.

- Ama bu konuştuğumuz aslında Cumhuriyet tarihinde çok uzun süredir var olan bir kutuplaşma.
Aydın’la imam arasındaki ilişkinin böyle bir kutuplaşmanın ürünü olduğunu sanmıyorum. Ama Hamdi’nin imam olması, Aydın’ın en azından önemli olduğunu düşündüğü ve bu nedenle önemli bulunacağını umduğu bir takım kavramlar üzerine yazılar yazmasını sağlıyor. Ama laik-antilaik gibi üzerinde tümüyle özgür, doğrudan bir şekilde tartışılması zor, hassas konularda bir kutuplaşma söz konusu olduğunda, tartışmanın, başka kavramların üzerine yapıştırılarak sürdürülmeye çalışılması alışmadığımız bir şey değil. Belki de Aydın’ın yaptığı öyle bir şeydir. Ama Aydın din gibi hassas bir konuda iki laf edip kendince bir kahramanlık yapmak istiyor, ama öte yandan bunu yaptığı için, fazla korunaklı yaşamaktan iyice hımbıllaşmış yüreğinde sürekli korkular oluşmasına engel olamıyor. Ben aydın kavramı ya da Türk aydını kimdir gibi konulara kafayı takmış, bu konularda araştırmalar yapmış biri değilim. Biz, yani Ebru ve ben, sadece çevremizde gördüğümüz, kendimizde yakaladığımız veya bizi bir şekilde rahatsız eden bir takım değer yargılarını irdeleyen bir film yapmak istedik. Kendimizin ve başkalarının zayıflıklarına, karakterlerimizin de filmde yaptığı gibi belki, dayanamayıp bir iğne batırmak istedik.

SORUN ZAYIFLIĞI SUÇMUŞ GİBİ DAYATIP GİZLEME REFLEKSİYLE DONATAN KÜLTÜRDE

- Kendi zayıflığınız nedir?
Kendi güçlülüğünüz nedir diye sorsanız belki yanıtlamak daha kolay olurdu. İnsan tabii ki son derece zayıf bir yaratık. Ama bunda sorun yok. Sorun bu zayıflığı bir suçmuş gibi algılatıp, içinde yaşayan herkesin hayatını bunları gizleme refleksleriyle donatmış olan bir kültürün içinde yaşıyor olmakta. İnsanları bir araya getirmeyi sağlayan nedenler genellikle bir ideoloji, bir eylem ya da bir inanç gibi dışsal nedenler olduğu için, içte yakalanan gerçeklikler hayata geçecek derinleşecek ya da kişiyi dönüştürecek bir kıvama ulaşamıyor.

- Siz böyle bir kampa ait olmayı ret mi ediyorsunuz?
Sürekli bir takım grupların, ideolojilerin içinde bir sürüyle birlikte korunaklı bir şekilde yaşamanın insan özgürlüğüyle bağdaşmadığını düşünüyorum belki. Bilemiyorum. Bünyemde bu tarz bir varoluşu kararlılıkla reddeden ne olduğunu tam olarak bilmediğim bir şey var. Belki de Çehov ve Sait Faik’i bu kadar seviyor olmamın nedeni, onlarda da sanki benzer bir ruh hali olduğunu hissediyor oluşum bile olabilir. Elbette uğruna savaşacak idealler, insanları bir araya getirecek düşünceler olmasın demiyorum.

DİN KONUSUNA GİRSEYDİK MUHTEMELEN KAYGI YAŞARDIK

- Aydın, imamı eleştiren bir köşe yazısını ‘İslam bir yüksek kültür dinidir’ diye bitiriyor filmde. Bu bir kaçış cümlesi gibi değil mi?
Korku. Daha önce yazdıklarından korktuğu için öyle bir cümleyle bitirerek durumu yumuşatmaya çalışıyor. Başıma bir şey gelir mi korkusuyla yumuşatıcı bir son cümle yazıyor. Benim meselem dinle değil, onu uygulayanlarla demek istediğinin altını çiziyor.

- Siz de bununla ilgili bir korku yaşıyor musunuz? Film yaparken ‘din meselesine pek girmeyeyim, zaten bu iş çok hassas’ gibi bir kaygınız oluyor mu?
Bu konuya derinlemesine girmek gibi bir düşüncemiz olmadı. Olsaydı muhtemelen yaşardık.

- Mesela Onur Ünlü yaşadı bunu.
Yaşadı mı bilemem. Ama yaşadıysa bile çok normal bu.

EBRU DIŞINDA BİRİYLE SENARYO YAZARKEN SORUN ÇIKIYOR, DİĞERLERİ BENİ YETERİNCE SORGULAMIYOR

- Basın toplantısında söylediklerinizden, senaryo yazarken eşinizle yaşadığınız tartışmaların senaryolarınızı epey beslediğini anlıyoruz.
Evet. Kendi başınıza bulduğunuz fikirler, çoğu zaman, başlangıçta bir süre gururla ve gözüpeklikle bir sazan önden ilerlese de, bir karşı çıkan olmadıkça gerçek bir sınavdan geçmiyor. Ebru dışında birileriyle senaryo çalışmaya kalktığımda genellikle şöyle bir sorun çıkıyor. Sinema dünyası içindeki tecrübem ve belki biraz da kimliğim yüzünden, söylediğim şeyler bir kanun gibi doğru kabul ediliyor ve yeterince sorgulanmadan kabul ediliveriyor. Ama Ebru, hem inatçı kişiliği, tabii biraz da aramızdaki hukuk yüzünden, fikirlerini sonuna kadar savunmakta en ufak bir tereddüt bile göstermiyor. Böyle acımasız bir tartışma ortamında, akla gelen her fikir ciddi sınavlardan geçiyor ve giderek derinleşme şansı buluyor. Biz bir sahneyi bir fikir ayrılığı yüzünden tartışmaya bir başlarsak, genellikle sabahı bulur gideriz. Ama o sahne için söylenebilecek her şey de söylenmiş olur sanki. “Kış Uykusu”da, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ve “Üç Maymun” filminin en önemli fikirleri de hep sabaha kadar süren bu uzun, sert tartışmaların ürünü olmuştur.

- Niye sizce herkes hep son sözü söyleyen taraf olmak istiyor. Neden sizin peşinde olduğunuz muğlaklıktan hoşlanmıyor, ‘Biraz dağınık kalsın’ diyemiyor çoğu kimse?
Meşhur bir söz var biliyorsunuz; eğer bir tartışmada son sözü söylemek istiyorsanız ‘Kanımca siz haklısınız’ demeniz lazım. Eğer onu cevapsız bırakırsam, karşı taraf haklı olduğunu düşünür ve bu bütün hayatımızı etkiler diye düşünülüyor herhalde. Bir de öyle karakterleriz. Ebru da, ben de biraz uzatıcı tipleriz. Ama tartışmalarda zihin çok daha hızlı ve kıvrak çalışıyor. Bir senaryo yazarken asla bulunmayacak şeyler bulunuyor. Bir tartışmanın ardından her zaman, hem onun hem kendi ağzımdan çıkan sözlerin parlaklığına şaşırıyor, “Yav keşke kaydetseydim şunu” diye hayıflanmadan edemiyorum.

BİZİM HALK ZAYIFLIK SEVMİYOR, ERDOĞAN ONDAN BU KADAR OY ALIYOR

- Son sözü söyleme meselesinde siyasetçi ile Türk halkı arasında da benzer bir ilişki var mı?
Bizim halk zayıflığı sevmiyor. Zayıflığın ne şekilde olursa olsun sergilenmesini bir erdem olarak görebilecek bir gelenek yok. Biraz da bu nedenle Erdoğan bu kadar oy alıyor. Mütevazılık falan hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz. Kültürün bütün elemanları insanları şişinmeye, öğünmeye, defolarını gizlemeye itiyor. Bu da çok ağır bir yük taşımamıza neden oluyor. Gizlenecek şeyler devamlı birikiyor. İtiraf kültürü gelişse, bunları söylediğimiz zaman takdir görebileceğimizi düşünsek bunları açığa çıkaracağız. Yükten kurtulacağız. O zaman politikacı da özür dilemek için adeta fırsat kollayacak belki. Takdir göreceğini düşünecek. Ama bugün düşünmüyor, çünkü özür dilediği anda işini bitirecekler.

- Bu siyasetçileri yaratan bu toplum en nihayetinde diyorsunuz.
Sanatçının varsa bir görevi bu, bir gazeteci gibi sosyal meselelere dikkat çekmeye çalışmaktan çok (ki bu ülkemizde birçokları tarafından sanatçının asli görevi olarak düşünülüyor), yaşadığı kültürün içinde eksikliğini duyduğu bir takım temel insani dürtülere işlerlik kazandıracak bir manevi iklim oluşturmasıdır. İtirafı bir üst değer haline getirmeye çalışması, gizlemek ve bir suç olarak saklamak zorunda hissettiğimiz duygularımızla yüzleşmemize neden olması ve bizim ülkemiz için en önemlilerinden biri olarak belki, utanma eşiğimizi düşürmeye çalışması gerekir. Yani bunları sanatın görevi olarak söylemeyeyim de, böyle yapması dikkat çekmek için filme çekilmesi istenen sosyal problemlere daha çok yarar sağlar anlamında bunu söylüyorum. Yani bir şekilde belli bir ihmal ya da sorumsuzluk karşısında istifa eden bir bakanı ödüllendirecek ya da etmeyeni utandıracak bir mekanizma oluşturamazsak bu meseleler bitmez. Kültürün içine insanların ruhlarına sızabilecek yeni değer yargıları enjekte edebilecek en önemli araçlardan biri de sanattır bugün. Sinemadır, edebiyattır, tiyatrodur.

- Bu işlevi itibarıyla Türk sinemasının geldiği noktayı umut verici buluyor musunuz? Söylediğiniz yere doğru mu gidiyor, yoksa popülarite mi ön planda?
Valla o yöne doğru giden de var, bu yöne giden de. Gazetecilik yapan da. Türkiye tabii çok karmaşık bir ülke. Sosyal meseleler çok fazla olduğu için sinemacılardan bunların üzerine film yapma beklentisi diğer ülkelere göre daha fazla. Bu bazı sinemacılar üzerinde bir tür yük oluşturuyor. Sosyal veya siyasi meseleler üzerine film yapmadığınız zaman toplumsal olaylara karşı duyarsız, halkına uzak gibi suçlamalarla karşılaşıyorsunuz hemen.

- Siz de karşılaşıyorsunuz.
Tabii ki.

BİR TÜRK YÖNETMENE ATFEDİLECEK OLASI BEKLENTİLERE PRİM VERMEM

- Mesela son dönemde genç sinemacılar arasında Kürt meselesine çok büyük bir yönelim var. Bahsettiğiniz kaygılarla mı çıktı bu? Yoksa yıllardır konuşulamayanlar bugün özgürce konuşulabildiği için mi patlama yaşanıyor?
O kaygıyla yapan da vardır, yapmayan da vardır. Ama bu aslında bütün dünyada var. Özellikle azınlık denebilecek bir gruba aitseniz, sizden bu daha da fazla beklenmeye başlıyor. Sözgelimi Atom Egoyan’ın Ermeni sorunu üzerine, Spielberg’in Yahudi soykırımı üzerine bir film yapması bekleniyor. Ya da kadın yönetmen iseniz kadın sorunlarını merkeze alan bir film ya da Kürt kökenli iseniz o konuda bir film yapmanız bekleniyor gibi. Peki ama ya sanatçı kendisi için hayati olanın bu olduğunu hissetmiyorsa? Biraz Hamlet vari bir problem tabii. Bireyin kendisinden beklenen ile kendi içinde yakaladığı başat dürtüler arasında sıkışıp kalması. Bana kalırsa sanatçının asıl sahip olması gereken şey özgürlüktür. Çünkü özgürlük onun en iyi eserini ortaya çıkarabilmesini sağlar. İyi eser, onu en çok zorlayan meseleler üzerine çalıştığında ortaya çıkabilir. Çünkü ancak o zaman kanının son damlasına kadar tüm yeteneğini ortaya dökmek zorunda kalır. Çünkü bu işin iyisi, ısmarlamayla olmuyor.

- ‘Türk yönetmen olduğum için benden şöyle bir film beklemesinler hayatta yapmam’ dediğiniz konu var mı?
Ben bu konuları kafamda çok önceden formüle ettiğim için hiçbir zaman beklentilere prim vermedim. Bana en çok acı veren, en trajik bulduğum, bir şekilde kendisini üzerime dayatan şeyler üzerine çalıştım hep. Belki de film yapma gücünü ancak böyle bulabiliyorumdur.

- Size en çok acı veren şey nedir peki?
Onu da söylemeyeyim izin verirseniz.

YALNIZ VE GÜZEL ÜLKE KONUSUNA GİRMEYELİM

- 2008’de yine Cannes’da ‘Üç Maymun’ filminizle En İyi Yönetmen Ödülü’nü aldığınızda ‘Ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum’ demiştiniz. Bu cümle Türkiye’de resmen literatüre geçti. Bu sefer ödül alırsanız ne diyeceğiniz konusunda bir hazırlığınız var mı?
Valla bu konuları düşünmeye daha hiç sıra gelmedi.

- Türkiye hep güzel de, hâlâ yalnız mı?
Bu konuya hiç girmeyelim isterseniz.