22 Nis 2010 09:13 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:14

NURAY MERT MURAT BARDAKÇI'YA TARİH DERSİ VERMEYE DEVAM EDİYOR!..

"Tarihin Arka Odası adlı TV programı çerçevesinde başlayan tartışmaya, bu başlıkla devam ediyorum..."

Tarihin bekleme odası (2)

Tarihin Arka Odası adlı TV programı çerçevesinde başlayan tartışmaya, bu başlıkla devam ediyorum, zira program, bana ‘arka oda’dan ziyade bekleme odalarında yapılan birbirini tutmaz sohbetleri çağrıştırıyor.
Kaldığım yerden devam edeyim. Murat Bardakçı, Osmanlı’da okuma yazma oranları üzerine hatalı bir oran verdikten sonra, yetinmeyip, Osmanlıca üzerine de, dayanaksız tezler ileri sürmüştü. Bana hitaben yazdığı cevap yazısında da, bu iddiaları tekrarlamış. Osmanlı Devleti’nde, okur yazarların oranını yüksek tahmin etmek bir yana, Osmanlıca’nın iddia edildiği kadar zor olmadığını, herkesin okuduğunu anladığını, zira resmi dilin Osmanlıca olduğu konusunda ısrar etmiş. “Uzak vilayetlerdeki küçük yerleşim merkezlerinin dışında kalan yerlerde Hintce, Japonca, Eskimoca değil, hep Türkçe konuşulmuştur” diyor.
Osmanlı imlasının kolaylığı/zorluğu, başlı başına bir mesele. Şimdilik onu bir yana bırakıp, resmi dil diye Osmanlıca/Türkçe’nin yaygın dil olduğu iddiasına gelelim. Bir kere, zamanında Osmanlı nüfusunun çoğunun büyük şehirlerde değil, kırsal alanda yaşıyor olduğunu bilmek durumundayız. İkincisi, Türkçe alanından çıkmak için uzak vilayetlere gitmeye gerek yoktu. Bugün bile Güneydoğu’da Kürtçe dışında dil bilmeyenlerin olduğunu hatırlamamız yeterli. Üçüncüsü, tabii ki, kimse Japonca konuşmuyordu, yerine göre Arnavutça, Rumca, Sırpça, Bulgarca; Kürtçe, Ermenice, Arapça gibi yerel dilleri konuşuyorlardı. Kendi dilleri dışında en yaygın Türkçe konuşanların şehirli Rumlar ve Ermeniler olduğu doğrudur, bunların halen farklı ülkelerde Türkçe konuştuğu da! Ancak, hepsinin İstanbul lehçesi ile konuştuğunu ileri sürmek gerçeklerle bağdaşmaz. Tüm bunlar Bardakçı’nın bilmediği şeyler olamaz. Bildiği için Japonca, Eskimoca filan deyip, konuyu geçiştirmeye çalışmış. Kendisine hiç yakıştıramadım.
Ve nihayet gelelim, benim söylediklerimin, ‘1930’ların siyasi konjonktürünü yansıttığı’ iddiasına! Kastettiği Harf İnkılabı tartışmaları olsa gerekir. Latin alfabesine geçiş konusunda çok tartışma yaşanmıştır. Latin alfabesine geçişi savunanlar, zaten okuma yazma oranının düşük olduğunu da, Osmanlıca’nın imlasının zor olduğunu da ileri sürmüşlerdir. Bu gerçeklerin Arap alfabesini terk edip, Latin alfabesini benimsemek için makul gerekçeler olup olmadığı tartışılır. Ancak, bu iddiaların, harf inkılabını haklı çıkarmadığını söylemek başka bir şeydir, söylenenlerin, bahane olarak kullanılmak üzere de olsa gerçekleri yansıtması başka şeydir.
Harf inkılabının çok ciddi bir kültür kaybına neden olduğunu düşünenlerdenim. Sosyal bilim çalışmak için ilk iş eski Türkçe öğrenmek istememin sebebi de budur. Ancak, kültür kaybı, ‘okur yazar olan yaygın kitlelerin’ bir gecede farklı bir alfabeyle karşılaşması dolayısıyla değil, seçkin Osmanlı kültür mirasına mesafe konulması dolayısıyla olmuştur.
Dahası, Harf Inkılabı’nın, ileri sürülen gerekçeler ne olursa olsun, öncelikle, geçmişten ve dini kültürden uzaklaşma hedefi ile yapılmış olduğunu düşünenlerdenim. Ancak, bu yaklaşım da Cumhuriyet dönemine özgü değil, onun öncesine giden ve Cumhuriyetçi kadroyu aşan bir kültür değişimi fikrinin/hevesinin/hedefinin bir sonucudur. Tam da bu nedenle, size Cumhuriyet kadrolarıyla başı hoş olmayan ve fakat harf değişimini hararetle destekleyen iki örnekten söz etmek isterim.
Bunlardan biri meşhur muhalif, 150’likler listesinden Refik Halid Karay’dır. Daha sürgünde olduğu günlerde, Halep’de çıkan bir gazetede, Latin harflerini savunan ‘Medeniyet Şifresinin Miftahı’ başlığı ile, harf değişimini savunmuştu (Kendi Yazıları ile Refik Halid/H. M. Ebci, Semih Lütfi Kitapevi, 71).
Diğeri, Milli Mücadele aleyhinde olduğu gerekçesi ile Darülfünun’dan istifa etmek zorunda bırakılan Cenap Şahabeddin’dir. ‘Huruf Meselesi’ başlığı altında, ‘Latin harflerinin kabulü halinde, yedi yüzyıllık kütüphanelerimiz ne olacak?’ sorusuna karşılık, “Acaba kaçı her zaman için hakikaten kıymetli ve ilelebed muhafaza olunmaya şayandır?” bile diyebilmişti. Dahası, kıymetli eser sayısının 2 bin civarında olduğunu ileri sürmüş ve “Bu suretle eski kitaplarımızın tasfiyesi gibi bir faide-i mühimme de birlikte istihsal edilmiş olur” diye ilave etmişti (İçtihad, 15 Kanunuevvel 1925, no. 194, s.3825)
Kısacası, bu meseleler üzerine söylenecek daha çok şey var, ancak yerimiz müsait değil. Biz yine de, kestirmeci yaklaşımlara karşı bir hatırlatma yapmış olalım.

Nuray Mert /Radikal