23 Tem 2024 11:29 Son Güncelleme: 23 Tem 2024 16:17

NTV'nin sesi Suha Çalkıvik’ten ekran yüzlerine çarpıcı eleştiri: Yüzde 75’i spiker veya sunucu değil

NTV'nin kurumsal sesi Suha Çalkıvik’ten ekran yüzleri ile ilgili çarpıcı eleştiri geldi. “Ekranlarda spiker veya sunucu olarak görünenlerin yüzde 75’i spiker veya sunucu değil” diyen Suha Çalkıvik, “Kalan yüzde 25, kendini donatan, eğiten, kendini yeterli görmeyen arkadaşlar. Onlar sormaktan çekinmez” şeklinde konuştu.

NTV'nin kurumsal sesi Suha Çalkıvik, verdiği son röportajda günümüzdeki ekran yüzleri ile ilgili çarpıcı bir eleştiri yöneltti.

Suha Çalkıvik, fikirgazetesi.org’dan Duygu Özsüphandağ Yayman'a verdiği röportajda “Son 15-20 yılda fiziği müsait, istenen beden ölçülerine uygun, resme gider, fotojenik, hülyalı bakışlı kim varsa ekrana çıkarıldı” eleştirisini getiren Suha Çalkıvik, “Benim saptadığım, ekranlarda spiker veya sunucu olarak görünenlerin yüzde 75’i spiker veya sunucu değil. Kalan yüzde 25, kendini donatan, eğiten, kendini yeterli görmeyen arkadaşlar. Onlar sormaktan çekinmez. Biz de o sözcüğün okunuşunu, söylenişini, ağabeylerimizden, ablalarımızdan öğrenirdik, hâlâ da öğreniyoruz. Bana özel televizyon kuruluşlarından, hocam bunu uzun a mı okuyayım kısa a mı, diye soran arkadaşlar var çok şükür ki. Onlar da ekranda kendilerini belli ediyor” ifadelerini kullandı.

İşte fikirgazetesi.org’da yayımlanan Suha Çalkıvik röportajı…

Geniş kitleler sizi sesinizle tanıyor. Twitter’da yaptığınız düzeltmelerle de tanındınız. Ama tabii bunun evveliyatı var. Tiyatroculuk geçmişiniz, seslendirme sanatçılığınız var. Nasıl başladı bütün bu hikâyeniz?

Bunlara ilave, İTÜ’de 30 yıllık hocayım, önümüzdeki yıl 80. yılını idrak edecek olan İTÜ Radyosunda yayın koordinatörüyüm. Birçok disiplinden öğrencinin yarı zamanlı istihdam edildiği, amatör bir öğrenci radyosu. Kamusal yayıncılık yapıyorsak ağız birliği edilmiş ve adına ölçünlü dil dediğimiz dille seslenmek gerektiği üzerine 30 yıldır hasbelkader eğitim veriyorum. Çocukluktan başlayan radyoculuk serüvenim var. Televizyon seslendirmelerine ‘90’ların başında başladım TRT’de. Gerçek anlamda özerk kamusal yayıncılığın yapıldığı TRT’nin öğrencilerindenim. Alaylı olarak mikrofona nasıl seslenmek gerektiği, mikrofonla açımızın, mesafemizin ne olması gerektiğinden tutun; duygu, entonasyon, tonlama her şeyi ustalarımızdan öğrenmeye çalıştık. Amatör ve daha sonra profesyonel anlamda tiyatro yaparken de Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümüne konuk öğrenci olarak kabul edildim. Hem okula gidiyordum hem konservatuvara devam ediyordum hem de tiyatro yapıyordum. Çok kıymetli hocalarla tanıştım, başta rahmetli Can Gürzap olmak üzere. İstanbul ağzıyla Türkçe konuşmanın inceliklerini öğrendim, bunun sonu da yok. 20 yıl öncesine kadar (ilk a’yı uzaratak) lâkabıyla derken 20 yıl önce değerli sanatçı Altan Erkekli’den (ilk a’yı uzatmadan) lâkabıyla denmesi gerektiğini öğrendim. Her gün bir kelime öğreniyorum, onun söylenişini öğreniyorum. Ukalalık yapma, millete bildiğini satma değil; sosyal medyada yapmaya çalıştığım şey, İTÜ’de yaptığımı tekrarlamak. Şimdikilerin deyimiyle fenomen olayım veya para kazanayım gibi bir derdim yok. Nasıl İTÜ’de kamusal bir rolüm varsa orada da var. İTÜ’de 19-23 yaş arası kitleye sesleniyorsam sosyal medyada da 9 ilâ 90 yaş arası kitleye seslenme olanağını buluyorum. Devletin resmi dil kurumundan başlayarak bir kirlilik söz konusu. Dil bilimciler ne diyor? Atatürk’ün maddi manevi vasiyeti olan kurumlar, Tarih Kurumu ile Dil Kurumu, 12 Eylül askeri rejimiyle kapatılmıştır. Türk Dil Kurumu başka bir kisveyle kurumsal çalışmasını sürdürüyor. Dil Devrimi’nin 12 Eylül darbesiyle sona erdirildiğini söylüyor dil bilimciler. Özerk bir kamu kuruluşuydu. Şu anda devletin, atamayla yöneticileri değişen bir kurumundan farkı yok. Atatürk’ün vasiyet ettiği kurumla alâkası yok.

Farklı imlâ kılavuzu var; Dil Derneği, TDK, Ömer Asım Aksoy’un Ana Yazım Kılavuzu. Resmi kurumlar, TDK’yi esas alıyor. Tartışma yaşadığımız kelimeler, noktalama işaretleri var. Neyi esas alacağız?

Çocuklarımızın kaderini belirleyen sınavlarda TDK’nin yayımladığı son yazım kılavuzuna göre sorular soruluyor. Buna uymak zorundayız, yasa gereği. Ama özel hayatımızda, siz dergi yazılarınızda, ben dergi yazılarımda Türk Dil Kurumunun bana mantıksız gelen kurallarına uymak zorunda değilim.

“DEVLET KURUMLARI BİLE FARKLI YAZIYOR”

Ama o zaman karmaşa çıkmıyor mu? Örneğin, TDK’nin kurum, kuruluş adlarından kesme işaretini kaldırmış olması bana ters geliyor ama böyle bir kural getirildiği için uyuyorum. Keza unvan kelimesi…

Noktalama işaretlerinde TDK yazım kılavuzuna uyuyorum. Kesme işaretini kurum ve kuruluşlarda kullanmıyorum. Ağız birliği olsun diye dergideki arkadaşlara da öneriyorum. Ama sözcük yazımlarında… Örneğin dil bilimciler ya da dil bilgisi kelimelerini bir kurum bitişik, bir kurum ayrı yazıyor. Nasıl fen bilgisini ya da mühendislik bilimini ayrı yazıyorsak dil bilimini de dil bilimcileri de ayrı yazıyorum. Dil Derneği, bitişik yazılmalı, diyor. Sözcük yazımlarında yüzde 80’e yakın Dil Derneğine uyuyorum ama örnek verdiğim gibi TDK’ye uyduğum da oluyor. Bitişik ve ayrı yazma meselesi çok enteresandır. Devletin kendi kurumlarında bile… TDK sözlüğünde dış işleri ayrı. Dışişleri Bakanlığı, kendi ismini bitişik yazıyor. Keza iç işleri ve İçişleri Bakanlığı da… TDK, jimnastik kelimesini j ile, federasyon c ile yazıyor. Onun çok komik hikâyesi de var. Bir zamanlar Türkiye’de siyasi tercih gereği j harfine karşı müthiş bir antipati varmış. Rivayet odur ki Cimnastik Federasyonu da kurulurken c’yi kullanmış.

Dilde birlik oluşamıyor. Yayınevleri, TDK’yi esas almıyor. Bu kuralsızlık neyin sonucu ve neye sebep oluyor?

Seslendirme de yaptığım için başıma daha fazla şey geliyor. Yazı dilindeki ağız birliğinin olmayışı gibi resmi iki kurumun telaffuz sözlüklerinde bile birbirine uymayan sözcükler var. RTÜK telaffuz sözlüğüyle TRT telaffuz sözlüğü birbirini tutmayabiliyor. Fonetik bilimci hocalarımızın çıkardığı iki telaffuz sözlüğü var, onlarla da tutarlı olmuyor bazı sözcükler. Ustalarımızdan nasıl duyduysak öyle söylemeye gayret ediyoruz. Söylenişte ve yazı dilinde ağız birliği sağlanmadığı sürece dildeki kaos ilelebet sürecektir. Çünkü herkes “Dediğim dedik” tavrıyla hareket ediyor. Yıllarca yeşil biberi bitişik yazan kurum ayırabiliyor; yıllarca ünvan diyen kurum, unvan yapıyor, daha sonra ünvana dönüşüyor. Devletin resmi dil kurumu kelimelerin yazımını dört beş yılda bir değiştiriyor. Halkta da inandırıcılığı kalmıyor. Mizah dergileri, “Bu yıl da şu sözcük şu oldu” diye dalgalarını geçiyor.

DÜZELTME İŞARETİ ARAPÇA VE FARSÇA SÖZCÜKLERDEN KALDIRILMADI

Bir de şapka meselesi var…

Halk arasında şapka denen düzeltme işareti, fısıltı gazetesinin etkinliği üzerine çok iyi bir örnektir. Halk arasında şapka diye bilinen, dil bilgisindeki düzeltme işareti, Arapça ve Farsça sözcüklerden asla kaldırılmadı. Hala-hâlâ, kar-kâr, varis-vâris örnekleri gibi. Sadece Latinceden dilimize geçmiş sözcüklerin bazılarında platin, reklam, lastik gibi sözcüklerden kaldırıldı. Bu, millete fısıltı gazetesiyle “Bütün şapkalar kaldırıldı ve yönetmelik yayımlandı” diye duyuruldu. Yok öyle bir yönetmelik.

Zaten okumayan bir toplum olduğumuz için öğrenmedik ve inandık.

Evet. Hikâyeyi inceledim. Meclise, “Kaldırılacaksa hepsi kaldırılsın” diye önerge veren iki milletvekili olmuş ama sonra demişler ki “Hayır, kaosa neden olacak.” Birtakım köşe yazarları da baskı yapmış, nasıl kaldırırsınız, diye.

Basında da kullanılmıyor, kaldırıldığının zannedilmesinde bu da etkilidir.

Elbette. Öğretmen yetiştirme kalitemizde özellikle son 20-25 yılda yaşanan düşüşün çok büyük önemi var. Dergipark’a girip yazılarım için referans ararken Türkçe öğretmenleri arasında dil bilgisi kurallarının yeterlilik düzeyinin ölçümüne dair makaleler okuyorum. Türkçe dalında eğitim fakültelerinin hali içler acısı. Dilimizde 29 harf ve 29 ses vardır gibi bir algı vardır. Hâlbuki her harf, onlarca sesi karşılayabiliyor fonetikte. Yazı diliyle konuşma dilinin ayrı olduğu yani ses bilim diye bir şey olduğu çocuklarımıza öğretilmiyor. Sadece yazı diline ait öğretim var. Yeni müfredata bakın, konuşma diliyle ilgili bir maddeye rastlayabilir misiniz? Sadece diyor ki, “Sözlü yoklamalarla çocuklarımızın dilimizi ifade etme düzeylerinin artırılmasına destek olunacaktır.” Hangi konuşma diline sahip kişiler olacak? Konservatuvar tiyatro bölümlerinde diksiyon hocası bulunamıyor, eskiden TRT’den emekli spikerler eğitim verirdi. İletişim fakülteleri facia; Atatürk ilkeleri ve inkılâp tarihi hocası, sinema tarihi hocası diksiyon dersine giriyor, bu kadar kepazelik olur mu!

Tabii her şey birbiriyle bağlantılı.

29 harf var ama 29 ses yok ki. Yöresel ağızlarda 50 tane ünsüz ses saptanmış, en az. Ünlüler en az 9 tane, laboratuvarlarda saptanan. Bazı dil bilimciler de 18 ünlü ses olduğunu söylüyor. Spiker yetiştiren özel kurumların halini anlatsam, bu spikerlerin ekranda olması normal, dersiniz.

“90-60-90 OLSUN, TÜRKÇESİ NOKSAN OLSUN!”

O yüzden mi son yıllarda televizyonlarda çok hata gözlemleniyor. Spikerleri TRT’nin yetiştirdiği dönemde bu kadar çok değildi, değil mi?

Çocukluğumda ve gençliğimde TRT’de haber spikeri eğitimi en az sekiz ay sürüyordu. Bölge radyolarında stajyer memur oluyorlardı. Bir yılın sonunda Ankara’da sınava giriyorlardı, geçebilenler ikinci yıl stajyer memuriyetini yaşıyordu. “Resme giderlik” dediğimiz, televizyonda görünmeye müsait estetiği olanlar da televizyona ayrılırdı. Eğitim üç yıla yakın devam ederdi. Rahmeti Turgut Özakman’dan başlayarak TDK’nin o döneminde dil bilimci hocalar, Zafer Celasunlar, Aytaç Kardüzler, inanılmaz bir hoca kadrosu… Şu anda temel diksiyon kursları 96 saat, toplasanız dört gün demek. Altı ay veriyorlar; haftada iki gün, üçer saat. 96 saatin sonunda -zamanında Ülkü Giray da söylemişti- “90-60-90 olsun, Türkçesi noksan olsun!” diye bir slogan vardı. Son 15-20 yılda fiziği müsait, istenen beden ölçülerine uygun, resme gider, fotojenik, hülyalı bakışlı kim varsa ekrana çıkarıldı. Benim saptadığım, ekranlarda spiker veya sunucu olarak görünenlerin yüzde 75’i spiker veya sunucu değil. Kalan yüzde 25, kendini donatan, eğiten, kendini yeterli görmeyen arkadaşlar. Onlar sormaktan çekinmez. Biz de o sözcüğün okunuşunu, söylenişini, ağabeylerimizden, ablalarımızdan öğrenirdik, hâlâ da öğreniyoruz. Bana özel televizyon kuruluşlarından, hocam bunu uzun a mı okuyayım kısa a mı, diye soran arkadaşlar var çok şükür ki. Onlar da ekranda kendilerini belli ediyor.

Kaldı ki tek gereklilik diksiyon ya da doğru tonlama mı? Aynı zamanda genel kültüre, haber arkası bilgisine ihtiyaç var. Bu anlamda nasıl görüyorsunuz?

Tabii ki. Bayramda töreni anlatırken “resmigeçit” diyeceğine “resmî geçit” diyor spiker. Bilmiyor ki onun geçidin resmi olduğunu. Büyük harf kısaltmalı kurumların sonu k ile bitiyorsa nasıl söyleneceğini bilmiyor, “TÜBİTAĞIN” diyor. TÜBİTAK’ın denir, RTÜK’ün denir, k yumuşamaz. RTÜK ile TDK dil uzmanları, radyo ve televizyonlardaki dil yanlışlarını saptadıkları raporlar yayımlıyorlar. Spiker ve sunucu dil yanlışları inanılmaz! KJ yanlışlarını söylemiyorum. Dediğiniz editöryel birikimi, altyapısı yok. Rahmetli Turgut Özakman “kültürlü ses” dermiş, sesine yansır insanın. Eğitimde deriz ki, okuma hızınız, saniyede iki kelime olmalı. BBC standardı da budur. Daha hızlı olursa hedef kitleniz algılayamayabilir. Daha yavaş olursa da sıkıcı hale gelir. Öyle spikerler var ki hızlı konuşmanın doğru olduğunu zannediyor. Bir dakikada 125-175 kelime skalası veririz. Dakikada 250 kelimeyle konuşmak maharet değildir.

“KİŞİSEL GELİŞİM KİTABI OKUMANIN KİTAP OKUMAK OLDUĞUNU DÜŞÜNENLER VAR”

Bir ülkenin medyası onun aynası değil midir? Böyle bakınca ne görüyorsunuz?

Haber merkezlerindeki ekibin dil bilgisi, genel kültürü, yabancı dil bilgisi yeterli değilse arka planınız sağlam değildir. Güncel sözlükte 133 bin 200 sözcük var. Türkçenin söz varlığı 600 bine dayanıyor, diyor dil bilimci hocalar. Yeterli söz dağarcığınız yoksa (kısa a ile) “bakiye” mi (uzun a ile) “bakiye” mi deneceğini bilemezsiniz. Televizyonların haber merkezleri seyirciye 500 ilâ 1000 sözcükle sesleniyormuş. O halkın 200-300 kelimeyle konuşmasına dua edin. Yazılı medya zaten Türkçe açısından berbat halde. Yabancı sözcüklerin bombardımanı var ya da sözcük dağarcığımızın zayıflığından, karşılığı olan sözcükleri itip yabancı sözcükleri kullanma züppeliğimiz var. Özellikle iş çevrelerinde öyle bir inanış vardır ya; konuşmamızı ne kadar çok yabancı sözcükle donatırsak hedef kitle, “İngilizce de biliyor Fransızca da biliyor” der. Plaza diliyle konuşarak prestijli bir insanmış gibi gösterileceğinizi düşünürsünüz. Oysa tam tersidir.

Medya mı toplumun bu haline sebep oluyor, toplum mu bu medyaya sebep oluyor?

Karşılıklı. İlk ve ortaöğretimdeki eğitimin kalitesizliği… Okul öncesi eğitimden önce anne çocuğuna “aşkım, sevgilim” diyor. Pedagoglar buna çok karşı. Televizyon dizilerine yansıyor. Bir öykü kitabında gördüm, torununa “aşkım” diyen bir karakter vardı. Çocuğun rol dünyasında altüst oluş demektir. İleride birine “aşkım” diyeceği varsa bile nasıl desin ki! İlk sözcüklerini duyduğumuz insanların seslenişleri bozuksa ben de okul öncesi eğitime dilim bozuk giderim. Öğretmenlerim de yeterli donanımlı değilse vay halimize.

Kitap okuma kültürümüzün yeterince gelişmemiş olmasını da eklersek…

Ne okuduğunuz da önemli. Kişisel gelişim kitabı okumanın da kitap okumak olduğunu düşünen bir kitle gözlemliyorum. Beden dili üzerine kişisel gelişim kitapları var. Kötü tercüme olabiliyorlar. Bu topluma uymayan beden dili tarifleri olabiliyor. Örneğin “Bacak bacak üstüne attığınızda şöyle bir izlenim verirsiniz” diyor. Hâlbuki o konu bu topraklarda sorunludur. Çocuklara şunu diyemiyoruz maalesef: “11 yaşına kadar şu kadar çocuk klasiği okumak gerekir, senin hedefin bu olsun.” Dokuz yaşındaki çocuğa, “Tatilde sana şu kadar klasik okumanı hedef koyuyorum” diye konuşmalı anne babalar. Ben ve kardeşim çok şanslıydık. Annem hem öğretmendi hem de kurucu çocuk kütüphanecisiydi. Hiç de despotik bir dille değil, “Bu yaz kaç kitap okuyacaksınız, hadi bakalım, yarışın” derdi.

“NOKTALAMA İŞARETLERİNİ ANİMASYONA DÖNÜŞTÜRELİM”

Çok güzel ama bugünün dijital dünyasında ne kadar karşılık bulabilir, bilemiyorum. Belki dijital dünyaya uygun yöntemler bulmak gerekir.

Noktalı virgül, üç nokta, ünlem, tırnak, kesme işareti gibi yazım kılavuzunda problemli noktalama işaretleri var. Dil bilimciler saptamış, yazım kılavuzunda bile bunlar muğlak. Çocuklar okumak istemiyor; izliyor ve oynuyorlar. İlkokulda ve ortaöğretimde tablet de veriyoruz, sınıflarda ekranlardan anlatıyoruz. Noktalama işaretlerini animasyona, oyuna dönüştürüp, küçük oyunlar oynamalıyız ki doğru anlaşılsın.

Gördüğüm kadarıyla dil kuralları üzerine düzenli yazan tek sizsiniz. Daha önce gazetelerde köşeler olurdu. Hakkı Devrim, Necmiye Alpay, Feyza Hepçilingirler yazardı. İnsanlar bir mentöre ihtiyaç duyuyor.

Birgün’de bir arkadaşımız arada yazıyor. Tabii basında öyle bir yönlendiricinin, ustanın, akıl hocasının olmaması da kötü. Hakkı Devrim’i hiç kaçırmazdım. Şiar Yalçın da müthiş yazılar yazardı. Okurların sorularına yanıt verirlerdi. Hakkı Devrim’in, “Eminönü’ne mi Eminönü’ye mi, Beyoğlu’ya mı Beyoğlu’na mı?” sorusuna yanıtını hâlâ saklarım. O yazıları Radikal gazetesinin arşivinde tutulurdu, maalesef o medyanın yeni sahipleri internetteki arşivini tutmuyor. Necmiye Alpay da Hepçilingirler de çok yararlandığım isimler. Dediğiniz gibi akıl hocası yazılı basında yok ve yeni yetişen gazeteci arkadaşların dili de vahim durumda, özellikle internet medyasında. Şimdi bir yazı hazırlıyorum, “ne … ne” bağlacı üzerine. Bir türlü öğrenememiş gazeteci arkadaşlar. “Basit ve kısa bir cümleyse yüklemi olumlu olur”u bilmiyorlar. Bilmedikleri gibi usta şairlerin şiirlerinde yanlış kullanıldığı üzerine ahkâm kesenler var.

Televizyon dizilerindeki yanlış kullanımlar da yaygınlaşıyor. Örneğin çok izlenen bir dizide “ortak müşterek” dediler ısrarla. Ezbere dayalı bir sistemden geldiğimizin turnusol kâğıdı gibi değil mi? Anlamını da düşünmüyoruz.

Maalesef ama ben çok ümitsiz değilim. Geçen ay usta bir oyuncu arkadaşım setteymiş, bir sözcüğün nasıl söyleneceğinden emin değilmiş, asistanı ile bana sordurdu. Beş dakika içinde kendi notlarıma baktım, birkaç kaynağımdan teyit ettim, “Uzun a ile söylerse doğru olur” dedim. Senarist dil bilgisi hatası yapabilir, moda söylenişlere kanabilir. Belki de konuşulan dil diye onu kullanabilir. Moda laflar var ya, “aynen, aynen öyle, sıkıntı yok…” Sokaktaki dil diye, dizilere de yansıyor. “Bu karakter kalem efendisi değil ki ya da çift ana dal yapmış değil ki… Sokaktaki adam, bakkal, postacı ‘aynen abi’ diyorsa bu da desin.” Sokağın kültürünü yansıtmak adına o karaktere bunu yapabilirler ama bütün karakterler de “aynen öyle” diye konuşuyorsa problem var demektir.

Medyanın, yaygınlaştırdığı hatalar konusunda tehlikeli bir rolü var mı?

Elbette. Belediyelerin basın halka ilişkiler departmanlarına yansıyor. Diyor ki başkanın basın danışmanı ya da iletişim departmanında çalışanlar; “Dövizleri öyle yazalım çünkü X gazetesi, Y haber kanalı böyle yazmış.” Sokakları o dil hatasıyla donatıyorlar. Halk da onu kabul ediyor. Doğrusunu bilenlere düşen de belediyenin basın departmanına geri beslemede bulunmak. Bir ilçe belediyesi bir tweet atmıştı, geri beslemede bulundum. “Düzelttiğiniz için çok teşekkür ederiz, bize çok büyük katkıda bulundunuz” deyip okurlardan özür dileyip düzelttiler. Ama her belediye böyle yaklaşmıyor. Benim her yazdığım doğru mu? Hayır efendim! Tırnaktan sonra nokta koymuşum, beş yıl önce. Bir okurumuz bana direkt mesajdan yazdı. Affedersiniz, deyip tekrar yazdım.

“GENÇLERİN DİLİNDEN KORKMAYALIM”

Dilimizin sınırları, zihnimizin sınırlarıdır. Bu konuda nasıl bir manzara çıkıyor? Türkçe yazıp konuşanların düşünce dünyaları karışıktır gibi bir sonuca varabilir miyiz?

Türkçe çok zengin bir dil. Atasözleri, deyimler, bazı fiiller geniş anlamlar taşıyabiliyor. Dediğiniz gibi, zihin dünyanıza yansıyabiliyor. Kurgu yazarıysanız o deyimleri, kalıpları, fiilleri kullanma durumuna göre cümleniz anlam zenginliğine ya da yoksulluğuna sebep oluyordur. Geçenlerde bir haber sitesinin cümlesi; “Adalar’da akülü araçlar toplanıyor.” Ağaçlardan kirazlar toplanıyor gibi bir anlam çıkıyor. Hâlbuki fiil “toplatılıyor” olmalı, o basın mensubunun bilmesi gerekiyordu. Üç dört satırlık uzun cümlelerde ne yapacağız? O yazarı nasıl okuyacağız? Noktalı virgüllerle bağlanıp durduysa nasıl algılayacağız, o roman metninin cümle yapısını, imgelemini? Yazar, çok zengin bir sözcük dağarcığıyla seslenmeli, okur olarak zorlanmalıyız. Bizi zorlayan çok az yazar var artık. Ya da cümlesi bitmek bilmiyor, yarım sayfa cümle yazıyor. Böyle yazmanın maharet olduğunu zanneden kurgu yazarları da var. Ben okuyamıyorum, affetsinler. Daha yalın, basit bir dille anlatımın okuru zenginleştireceğini düşünüyorum. Ağdalı cümlelere gerek yok. Sokakta öyle konuşmuyoruz.

“Daha az sözcük kullanan bir toplumun bilim, felsefe, sanat gibi alanlarda gelişmesi mümkün değildir” diye bir sözünüz var. Temel problemimiz o galiba, değil mi?

Sanıyorum o. Her gün bir Türkçe sözcük öğrenmeye çalışıyorum. Mentör diye bir sözcük kullandınız az önce. Yeri geldiğinde kullanıyoruz çünkü o yerde mentör demek gerekiyor. Her yerde danışman ya da akıl hocası, mentörü karşılamayabiliyor. Bir bilimsel konferansa o dalda yetkin sanayici, kanaat önderi ya da iş insanı geldiğinde sadece akıl hocalığına değil; bilgi birikimini, anılarını, insan hikâyelerini de anlatmaya geliyor. Toplam bir şey aktarıyor. Kuru kuruya akıl hocası, mentörü karşılamıyor. Ya karşılığını dolduracak bir sözcük türeteceğiz ya da mentörü kullanacağız. O zaman da güncel sözcüğe yazacağız.

Bu durumda öz Türkçecilik konusunda tutucu davranmıyorsunuz.

Hayır, ne münasebet! Bu konuda ikiyüzlülük yaşıyoruz. ‘90-95’li yıllardan sonra doğan kuşağın kullandığı, anlamadığımız bir dil var. “Yükselmek, atarlanmak…” Sokakta, okulda, kafede, alışveriş merkezinde bu dille konuştuklarını yadsıyorlar. O dilden korkmamak gerekiyor. Siz sözlüğünüze alın, tutmazsa zaten kullanılmayacak. Televizyonda programda bir profesör sinirleniyor, sunucu diyor ki “Hocam bayağı yükseldiniz.” Televizyona yansıdı işte, bunu engelleyebilir misiniz? Niye şifreli ya da aşağılanacak bir dilmiş gibi bakıyoruz? Sözcüklerden korkmayalım. Yaşayacağı varsa yaşar, ölecekse de ölür. Öz Türkçecilik adına üretilen bazı sözcükler tuttu mu? Bir dönem çok yaygındı, 20-30 yıl önce.

“TDK, VAROŞLARDA SÖZCÜK TARAMALARI YAPSIN”

Toplumsal otlangaç mesela, restoran için.

Hiç tuttu mu? Hayır tutmadı. Tam tersi, lokanta diyor muyuz artık? Restoran diyoruz, dilimize geçti. Türkçe açısından bir kaybımız mı oldu? Sözcük kazanmanın yollarından biri de yabancı dillerden sözcük almaktır. En fazla söz aldığımız diller sıralaması Arapça Fransızca, Farsçaydı, yerleri değişmedi. İngilizce o kadar uğraşmasına rağmen Fransızcayı tahtından indiremedi. İngilizce dört ya da beşinci sırada; ne kadar bastırırsa bastırsın Türkçe üzerinde o kadar baskın olamıyor demek ki. Ya da reddediyoruz, plaza diline rağmen. “Print out” dememize rağmen “Çıktı aldın mı?” diyenler de var.

Türk Dil Kurumunun kelimelere karşılık bulmak için toplanması gereksiz mi?

Nasıl yöresel ağızlar üzerinde tarama ekipleri varsa büyük kentlerde de varoşlarda da TDK dil bilimi uzmanlarının sözcük taramaları, derleme yapmaları, yayınlarına geçmesi gerektiğini düşünüyorum. Halktan, gündelik hayattan kopuk bir dilin yaşanır tarafı yok. En başta konuştuğumuz ağız birliği etmek, kurallara çekidüzen vermek… Dil bilimcilerin bile kendi aralarında ayrıldığı “Dil bilimi nasıl yazılır?” kaosuna son vermesi… İşitsel boyutu da olan ulusal bir söyleniş, telaffuz veri tabanı olması ve buna hepimizin uyması çok önemli. 30 yıl (kısa a ile) tahin demişim, “Öyle demesek, uzun a ile desek olur mu?” denmemeli. Bir özel şirket öyle istiyor diye a’yı uzun okumam çok ayıp bir şey. Öyle sunucu hataları var ki “asgari ücret” diyemiyor, “askeri ücret” diyor. Bir de uzun i’lerle söylemek var. Lider, defile, miting sözcükleri gibi İngilizceden geçmiş sözcüklerde i’ler uzamıyor oysa.

“ANNE BABALAR ÇOCUKLARA KLASİKLERİ OKUTSUN, ÖĞRETMENLER KENDİNİ EĞİTSİN”

NTV sesi olarak yaşadığınız bir anınızı sorsam… Sesinizi tanıyıp şaşıranlar oluyor mu?

Baştan beri söylenen şuydu: “Niye Ne Te Ve demiyorsun da En Ti Vi diyorsun?” Klasik seslendirmeci ağzıyla, kestirme yoldan şöyle cevap vereyim: Malın sahibi nasıl istiyorsa öyle söylerim. Markanın sahibi nasıl söylenmesini istiyorsa seslendiren olarak öyle söylersiniz. Derslerimde Ne Te Ve diyorum. O zamanlar kurulurken bize dediler ki; “Uluslararası bir marka olmasını istiyoruz, o yüzden de İngilizce telaffuz edilmesini istiyoruz.” Sokakta yaşadığım enteresan şeyler oluyor. Örneğin taksi şoförü hemen başını döndürüp ‘’Aağabey, sen osun” diyor. Ben çok görünen bir adam değilim, sadece sesiyle tanınan biriyim. Son yıllarda İTÜ’nün belgesellerinde görünmeye başladım. Tanıyan olmazsa minyon bir adamım, bu sesin nasıl benden çıktığına şaşıranlar da oluyor.

O vurgunun sahibi siz misiniz, öyle mi istendi?

Özellikle vurgulamam istendi. “CNN World ya da NBC tanıtım sesleri nasıl harflerin hakkını veriyorsa, markayı bastırıyorsa öyle söyle” dendi bana. Özellikle “En Ti Vi’de!” diye vurguluyorum 28 yıldır. Ortaköy Meydanı’nda, sokakta yaşayan bir adam vardı, öldü şimdi; yarı ruh sağlığı yarı alkol problemi olan. Ben meydana girer girmez, benim gibi NTV demeye başlıyordu, bağırarak. Elindeki şişeyi sokak lambası direğine vururdu. Ben de hemen oradan sıvışmaya çalışırdım.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Çocuklar ve gençlerin Türkçeleri üzerine anne babaların eğilmelerini özellikle rica ediyorum. Çocuk klasiklerini okumalarını, ergenlikle birlikte klasiklere geçmelerini anne babalardan rica ediyorum. Öğretmenlerin de kendilerini eğitmelerini; 29 harfin 29 ses olmadığını, seslerin daha fazla olduğunu, yazım diliyle konuşma dilinin farklı olduğunu, Türkçenin okunduğu gibi yazılmayan, yazıldığı gibi okunmayan bir dil olduğunu öğrenmelerini, yazı diliyle konuşma dilinin farklı olduğunu söylemelerini istiyorum öğrencilere. Şu açıdan dilimiz çok zengin: Okunduğuna en yakın yazılan, yazıldığına da en yakın okunan dillerden biriyiz.

Röportajı adresinden okumak için tıklayınız

ETİKETLER
#ntv #Suha Çalkıvik