Nihal Olçok yaşadığı acıyı anlattı: Ben ayakta gömülüyüm, sadece başım dışarıda!
15 Temmuz darbe girişimi gecesi eşi Erol Olçok ve oğlu Abdullah Tayyip Olçok'u kaybeden Nihal Olçok yaşadığı tarifsiz acıyı anlattı.
AK Parti'nin reklamcısı Erol Olçok ve oğlu Abdullah Tayyip Olçok,
15 Temmuz gecesi İstanbul'da şehit düştüler. Aynı gece hem eşini
hem de oğlunu kara toprağa veren Nihal Olçok aylar sonra yaşadığı
acıyı anlattı.
Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman'a konuşan Nihal Olçok, hislerini
"Beni de onlarla birlikte gömdüler. İkisinin arasına. Hem de
ayakta. Fark bu. Ben aynı toprağın koynunda, ikisinin arasında,
ayakta gömülüyüm, sadece başım dışarıda…" diye anlattı.
Bunları anlatan Nihal Olçok, zeki, açık sözlü, lafını esirgemeyen,
kimseye müdanası olmayan, samimi ve bilgili bir kadın.
Nihal Olçok'un açıklamalarının detayları
şöyle:
"Acı en güçlü duyguymuş! Acı, başka hiçbir duyguya yer
bırakmıyormuş. Acı varken, başka hiçbir şey hissedemiyorsunuz ve
sanıyorsunuz ki bu hiç bitmeyecek. Ama ilginçtir, Rabbülalemin bizi
yaratırken, içeriye, böyle minik minik doktorlar da koymuş tedavi
edici…
Bir müddet sonra, o bizi acıtan yaralar hem fizyolojik hem de
manevi olarak kapanmaya kodlanmış. Fakat şöyle bir şey oluyor:
Acıdan sonra yeni bir duyguyla tanışıyorsunuz. Ve sanıyorsunuz ki,
bu yeni tanıştığınız duygu da zamanla, acı gibi hafifleyecek. Ama
işte o olmuyor! O duygu, ömür boyu sizinle birlikte yaşıyor…
Hasret… Hasrete çare yok! Gitmiyorlar ki gelsinler…
BİRDEN UYANDIN VE...
Mesela geçenlerde Uludağ'a gittik çocuklarla. Ben sabah uyandım.
Yan yana odalarda kalıyorduk, yüksek sesle çocuklara seslendim,
"Günaydııın. Hadi abinizi uyandırın da kahvaltıya inelim…"
Beynimin bana bir oyunuydu, bir anlığına her şey normalmiş gibi
geldi. Sanki Abdullah'ım hayattaymış gibi. Çocuklarımın yüzünün
ifadesi değişti, nasıl acıya büründü anlatamam, koşarak odadan
çıktılar… "Yiyor musun, içiyor musun?" kısmına gelince, evet tabii,
hayat bir şekilde devam ediyor. Ama hani 'afiyetle yemek' diye bir
şey vardır ya… O kalmadı...
- Evet, kalmadı. 'Afiyetle yemek' çok güzel bir duadır, temennidir.
Benim afiyetim gitti. Gelir mi?
Bilmiyorum ama gelse iyi olur. Çünkü iki tane daha kıymetlim
var…
HAMİŞ: Soyadları Olçok, ama Nihal, eşine Olçak
diye hitap ediyor.
AÇIKLAMASI YOK SADECE TESLİMİYET VAR
Tabii ki Olçak'ı da ayırmak mümkün değil. Birisi sebebi zuhur,
baba, o çocukların dünyaya gelmesine vesile olan kişi yani. Öbürü
de, o zuhurun sonucu. Abdullah, bir sürü ilki yaşadığım, bana bir
sürü ilki tattıran ve öğreten çocuk. Benim annelik öğretmenim
Abdullah… Açıklaması yok. Sadece teslimiyet var…
Baktığınız yerle alakalı bir şey. Abdullah hiç olmayabilirdi.
Abdullah diye tanımlanmış bir varlık olmayabilirdi bu dünyada. Çok
şükür ki oldu ve benim oğlum oldu. 17 sene onu gördüm, tanıdım.
Kokladım, sevdim. Bana onunla gelen bir sürü hediye oldu. Bana
kattığı müthiş zenginlikler oldu. Birlikte büyüdük biz
Abdullah'ımla. Onu kucağıma aldığımda 19 yaşındaydım. Çok güzel bir
17 yıl yaşadım. Ama artık Abdullah yok. Allah onu aldı...
ASLA NEDEN BENİM BAŞIMA GELDİ DEMEDİM
Olması gereken buydu, oldu. Bu kadar. Allah'ın bir paşa gönlü var.
O paşa gönlü, böyle olmasını arzu etti. Ve biz, bu sırrı ilahiyi
bilmiyoruz. Bir gün öğreneceğiz belki. O zamana kadar her şey
olması gerektiği içindir. Herkes vazifesini yapıyor. "Neden benim
başıma geldi" asla demedim. Demem de! Ben Abdullah'a ve Olçak'a
gittiğim zaman da, hep aynı şeyi söylüyorum. Diyorum ki, "Size
minnettardım ama bundan sonra minnetimi nasıl ödeyeceğim
bilmiyorum!"
Benim olduğunuz, beni sevdiğiniz ve beni seçtiğiniz için size çok
çok minnettarım. Artık yoksunuz ama yokluğunuz da bir lütuf! Çünkü
cennet, şehadet! Bakın Abdullah 17 yaşındaydı. 17 yaşında yaşanan,
yaşanabilecek bir sürü şey vardı ve onları yaşamadı…
AŞIK OLMAK GİBİ Mİ?
-Yok, âşık oldu! Bunu ondan duyduğum için çok çok mutluyum. Aşkı o
kadar güzel tarif etti ki. Birlikte yemek yiyorduk ve dedi ki,
"Karnımda kelebekler uçuyor. Ama sonra kramp giriyor. Hep onu
düşünmek istiyorum. Nedir bu duygu?" "Aşk" dedim. Sonradan o kıza
teşekkür ettim. Oğluma bu duyguyu tattırdığı için. Aşkı bilerek
gitti yani. Bu dünyadaki en kıymetli duygu aşk. Aşkı yaşamayan
ziyandadır. Âşık olmak için geldik biz bu dünyaya!
MEZARLIĞA GECELERİ GİDİYORUM
Diyorum işte, her şey olması gerektiği gibi olduğu için böyle. Ha
bir takım şeyler var hayatımda. En önemlisi de dua. Sonra
çocuklarım var, Şamil ve Emir o kadar kıymetli ki benim için. Ve
tabii geceler var…
Yaklaşık 4 buçuk ay oldu gündüz hiç gitmiyorum kabristana. Bütün
mezarlıklarda artık kamera sistemi var, güvenli de. Bunu
öğrendikten sonra gece gitmeye başladım…
Üstelik tek başıma gidiyorum. Artık orada birileri var beni
tanıyan, Abdullah'la Olçak var. Bu arada muhteşem oldu mezarlıklar.
Ders bile çalıştığım oluyor. Gidiyorum onların yanında ders
notlarımı çıkarıyorum. Çok huzurlu hissediyorum kendimi orada…
GEÇEN 9 AY NELER YAŞADI?
İlk önce neye tutunuyorsanız, inanın hep yardım oradan geliyor. Ben
o akşam, bu haberi aldığım anda Allah'a sığındım. İlk yaptığım şey,
Kuran'ı elime alıp, çok yüksek sesle ve hiç durmadan, yorulana
kadar okumaktı. 9 ay boyunca da hep devam ettim. Onları
besleyebileceğim ve onlara ikram edebileceğim tek şey bu…
Şamil ve Emir'e kahvaltıda bir şeyler yediriyorum artık Abdullah'a
ve Olçak'a ancak böyle kahvaltı hazırlayabilirim. Aynı şekilde
diğer öğünleri de…
EROL BEY HERKESİNDİ AMA OLÇAK SADECE BENİMDİ
Çocuklar Olçak'la dışarıdaydılar. Baba ve üç oğlu. Ben de
arkadaşlarımla Üsküdar Salacak'taydım. Abdullah telefon açtı, "Anne
eve gitsen iyi olacak. Ortalık biraz karışmış!" "Tamam" dedim,
"Burada da bir hareketlenme var!" Arkadaşlarımı evlerine bıraktım,
ben eve geçtim…
İÇİM SIKILMADI TERSİNE...
Tam tersine, muhteşem, hiç bilmediğim ve hâlâ tanımlayamadığım bir
genişlik vardı. Önce içim büyüdü sanki…Önce içim büyüdü, içim
genişledi, "İnşirah" denir buna. Rabbim, inşirah verdi. İçimi
rahatlattı, ondan sonra yükü verdi…
İnsanın 'sadrı' vardır. Önce o sadır açıldı sanki. Yük sonra
içeriye girdi. Yoksa taşınabilecek bir şey değil! İnsanın akıl
sağlığıyla yönetebileceği bir durum da değil. Sonra Şamil ve Emir
eve geldi. "Abim, babamla gidiyor" dediler. Ben, balkondan
Abdullah'a seslendim. Babasıyla arabaya bindiğini gördüm.
Abdullah'la birbirimize el salladık. Olçak da camdan şöyle bir
baktı, iki parmağıyla, "Hadi eyvallah" işareti yaptı. O kadar.
Ve arabaya binip Kısıklı'ya gittiler…
Tayyip Erdoğan'ın dava arkadaşı olması bir yana, inanılmaz bir
vatan sevgisi vardı Olçak'ın…
NEDEN EROL DEĞİL DE OLÇAK DİYOR?
Çünkü biz beraber de çalıştık. İlk tanıştığımızda Erol Bey'di.
Sonra hiç Erol Bey ya da Erol olmadı. Erol Bey herkesindi ama Olçak
sadece benimdi…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, en yakın dostlarından
Olçok'un cenazesinde, gözyaşlarını tutamadı.
SON KONUŞMAM OLDU
İki tane arkadaşım bendeydi. Onlar da Kuran okuyorlardı, ben
telefonlara cevap veriyordum. Yavaş yavaş FETÖ ayaklanması olduğuna
dair duyumlar almaya başladık. Tabii beni arayıp, "Erol Abi ne
diyor, ne yapalım?" diye soruyorlardı. Tayyip Bey, henüz
televizyonlara çıkmamıştı, çağrı yapmamıştı. Ben herkese aynı şeyi
söylüyordum. "Bakın bu bir provokasyon olabilir. Sakin olun.
Yapmanız gereken tek şey sakin olmak!" diyordum.
Eşimi aradım ama telefonu sürekli meşguldü. Abdullah'la konuştum
iki defa. "Kısıklı'ya geçiyoruz anne" dedi. Sonra bir daha aradı.
"Kısıklı'ya geçemiyoruz, Üsküdar'a geçiyoruz!" Ondan sonra da bir
daha konuşamadım…
DARBECİLERİ İKNA ETMEYE Mİ GİTMİŞTİ?
Tabii ki. Erol Olçak minik devdi. O, sözleriyle ülkenin iradesine
yön verebilen bir adamdı…Söz sihirdir ve Olçak sihirlidir. O,
kelimelerin iyi niyetine o kadar inanıyordu ki…
HER ŞEYİN YOLUNDA GİTMEDİĞİNİ NASIL ANLADI?
Bir mesaj geldi kardeşimden. "Eniştem sanırım rahatsızlanmış. Kalp
krizi veya tansiyonu yükselmiş, hastaneye götürmüşler!" O anda
ayağa kalktım, kapıya yürüdüm. Çocuklar, "Biz de geleceğiz!"
dediler. "Herkes evde kalıyor!" dedim. Örtümü bağladım. Dışarısı
gerçekten çok kötüydü artık. Abdullah'ın telefonu cevap vermiyordu.
Çalıyor çalıyor, açılmıyordu. İçimden de, "Bana durumu açıklamamak
için telefonuna bile cevap vermiyor!" dedim. O kadar oğluma bir şey
olabileceği aklıma gelmiyor. Ama Olçak için endişeliydim…
Tam o sırada, ben kapıdan çıkmak üzereyken, biri asla yapılmaması
gereken bir şeyi yaptı…
Çocuklarımı aradı. Ve dedi ki, "Babanızla abiniz vurulmuş, doğru
mu?" Bunu, çocuklarıma soran da yetişkin bir kadın! Emir, inanılmaz
bir reaksiyon gösterdi. Onu sakinleştirmeye çalıştım. Sonra hızımı
alamadım, o kadını aradım. "Bu evde ben varım" dedim! "Ben
yetişkinim. Siz, kafayı mı yediniz! Niye oğlumu arıyorsunuz?"
"Telefonunuz meşguldü!" dedi. Arama kardeşim o zaman! Niye
arıyorsun? Neyi teyit edeceksin? Bak, sizin için hayat devam
ediyor. Şimdi ben ve çocuklarım kaldık. Bu mu teyit etmek
istediğin? Anlatamayacağım kadar sinirlendim…
Sonra bir arkadaşımla arabaya bindim. Olçak ve Abdullah'ı bulma
ümidiyle hastaneye doğru yola çıktım. Çocuklar da burada başka bir
arkadaşımla kaldı. Bu iki arkadaşım da, ömrümün sonuna kadar, bana
ne yaparlarsa yapsınlar, onlarla ne yaşarsam yaşayayım, bende
kredileri sonsuz olacak iki kişi. Tabii yol boyu telefonlar çalmaya
devam ediyor, Numune'ye gidiyoruz. Yollar kapalı, gecenin yarımı
ama gidiyoruz…
Bağıra bağıra aynı anda dua okuyorum. "Yarabbi çıktığım yolu bana
hayreyle!" diyorum. Hastanenin önüne gelince nasıl olduysa hemen
park yeri buldum. O gece, o hastanede çalışan herkesi, tek tek
bulup, teşekkür edip, helallik almak isterim. Çünkü gerçekten
inanılır gibi değildi oranın hali. Tarifi mümkün değil. Kanın
kokusu vardı, yanmış et kokusu vardı. Kanın sesi varmış! Duydum ben
o gece! Yerler kan içindeydi, doktorlar, hemşireler kayıyordu
düşünebiliyor musunuz?
Ben Acil'de nerdeyse her odaya girdim ve hep aynı şekilde
bağırıyordum:
"Abdullah, Olçak! Nerdesiniz?" Sonra orada bağdaş kurdum yere
oturdum. Kendi kendime sayıklar gibiyim, "Onları bulmadan
çıkmayacağım!" diyordum. Çok aradım ama bulamadım. Meğer onlar,
üstünde "Yalnızca personel girebilir!" yazısı olan bir kapının
arkasındalarmış. Ben o kapının önüne kadar gittim ama içeri
girmedim. Hastaneye ex gelmişler ve oraya konmuşlar…
HALA İDRAK EDEMİYORUM
Ben hâlâ etmiyorum. Sanki uzakta bir yerdeler. Hani annen baban
gurbette olur ya…
Ama birine üzülürken, öbürü varmış gibi üzülüyorum. Ona
anlatıyorum. "Olçak biliyor musun, Abdullah'ı çok özledim, şöyle
oldu böyle oldu. Emir şunu yaptı, Şamil böyle oldu!" diyorum.
Abdullah'la konuşurken de, ona babasını anlatıyorum. İkisinden biri
varmış gibi. İkisinin birden yokluğunu taşımaya yüreğim yetmez!
OLÇAK, ABDULLAH'I UZAKLAŞTIRMAK İSTEMİŞ AMA NE
MÜMKÜN
O akşamı kendi durumunda değerlendirmemiz gerekir. Evet, bu
normalde böyledir de ama o anda Abdullah'a söz geçirebilir miydi?
"Baba, benim yerim senin yanın!" demiş bir çocuktan söz ediyoruz. O
anın tanıklarının anlattığı şey, Olçak Abdullah'ı uzaklaştırmaya
çabalamış. Eliyle sürekli, "Sen gelme! Kızlara sahip çık, kadınlara
sahip çık!" demiş. Ama işte nafile…
YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN
TIKLAYINIZ