04 Ara 2018 09:57 Son Güncelleme: 04 Ara 2018 10:25

Nevşin Mengü o günleri hatırlattı: Suratıma 'şerefsiz medya' diye bağırdı!

Gazeteci Nevşin Mengü, BirGün gazetesindeki köşesinde, "Ergenekon’dan sonra…" başlıklı dikkat çeken bir yazı kaleme aldı.

Ergenekon kumpası hakkında, savcı geçen Cuma günü mütaalasını açıklamıştı. 235 sanık hakkındaki 648 sayfalık mütalaada, "Ergenekon Silahlı Terör Örgütü'nün varlığının kesin ve inandırıcı deliller ile kanıtlanamadığı, bu nedenle de varlığı kanıtlanamayan örgütün liderliği, üyeliği ve örgüt adına suç işlenmesinin de söz konusu edilemeyeceği anlaşılmıştır. Bu haliyle dava kapsamında kovuşturmaya konu edilen, 'Ergenekon' adlı bir terör örgütünün varlığı ispat edilememiştir' kanaati oluşmuştur" denilmişti.

Gazeteci Nevşin Mengü ise BirGün gazetesindeki köşesinde, "Ergenekon’dan sonra…" başlıklı dikkat çeken bir yazı kaleme aldı.

"ŞEREFSİZ MEDYA, ŞEREFSİZ MEDYA"

Mengü, Ergenekon kumpası döneminde televizyon muhabiri olarak davayı takip ettiğini belirttiği yazısında, o dönemi, "Bir şey dersen de zaten, hemen darbeci diye yaftalanıveriyordun ve hatta bir başka dalgada ‘gık’ dediysen, sen de evinden alınıp götürülüveriyordun" şeklinde anlattı. Mengü, "Öfkeliydi insanlar, 'Bu ne biçim iş' diye soruyorlardı. Kimse onları da dinlemiyordu. Şöyle acayip bir hava vardı, laik biriysen, 'Yahu bu davada bir gariplik var arkadaş' diye soruyorsan, hemen ‘dinozor, eski kafalı, darbeci’ damgası yiyordun" diye belirtti.

Mengü yazısında, eski Milletvekili Ufuk Uras'ın hayat arkadaşı, dansçı Zeynep Tanbay'la arasında geçen dikkat çeken bir diyaloğa da yer verdi. Mengü, "Bu davaya destek eylemleri de oluyordu başlarda. Televizyon muhabiri olarak onları da takip ettim. Bir tanesinde Zeynep Tanbay, suratıma 'Şerefsiz medya şerefsiz medya' diye haykırmıştı mesela. Beni, bizi darbeci diye yaftalıyorlardı, kendileri özgürlük, demokrasi sevdalısı" dedi.

"Bu operasyonlar, bu dava süreci bir şeye yol açtı. Türkiye’de laiklerin güvenini ve cesaretini yerle yeksan etti" diyen Mengü, "Bu davada çürüyen insan bedenleri olmadı, bir Cumhuriyet bir sistem de çürüdü gitti" diye ifade etti.

Nevşin Mengü'nün yazısı şu şekilde:

"Her şey 2007 yılında Ümraniye’de bulunduğu söylenen el bombalarıyla başladı, sonra gerisi geldi. Çok garip çok acayip zamanlardı. Hemen her gün, sabahın bir görmeyen vakti, ya askerler, ya gazeteciler bazen de bilim insanları hatta düz vatandaşlar, evlerinden alınıyor, Savcılık Ergenekon’da bilmem kaçıncı dalga diye ilan ediyordu.

Ben genç bir muhabirdim o zamanlar, Habertürk Televizyonu için davanın seyrini takip ediyor, haber yazıyor, gelişmeleri canlı yayında aktarıyordum. Aslında her şey o kadar saçma her şey o kadar absürddü ki, bazen insanlar bu absürdlük karşısında ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Bir şey dersen de zaten, hemen darbeci diye yaftalanıveriyordun ve hatta bir başka dalgada ‘gık’ dediysen, sen de evinden alınıp götürülüveriyordun.

Dalgalardan birinde hatta, polis şüphelilerin evlerinde el bombası, mühimmat bulunduğunu iddia etmiş, zabıt tutmuş, sonra da sözde mühimmat tehlikeli diye imha etmişti. Şüphelilerin avukatı Vural Ergül Beşiktaş Adliyesi önünde, canlı yayında bana bu durumu anlatmıştı. Adamcağız günlerce avaz avaz bağırdı;'Bulunduğu söylenen mühimmat ortada yok. Polis kendince bir zabıt tutmuş, bu mühimmat ne bana ne mahkemeye gösterilmedi, bilirkişi bile incelemedi, olmayan mühimmat delil sayılıyor' diye. Adamcağızı kimse dinlemedi.

Hatta Tuncay Özkan’ın el bombası şeklinde kalemliği bile delil sayılmıştı da, bu durum ortaya çıkınca, o dönemin kalemşorları, aman efendim o da neden öyle kalemlik edinmiş, darbeci miymiş yoksa, falanlar çiziktirmişlerdi.

Bazı gazetecilerin davayla ilgili kaynağı boldu. Kamuoyu hep Mehmet Baransu’nun bavullarını bildi, ama Baransu’yu ben hiç adliyede görmedim. Polis-adliye muhabiri kimilerine bilgiler aktarılırdı. Bu bilgileri bulan muhabirler canlı yayınlarda ballandıra ballandıra anlatır, muhabirlerin anlattıkları üzerine stüdyolara konuklar alınırdı. Bu bilgiler her muhabire gelmiyordu elbette, bazılarımız maharetliydi! Onlara bilgi akışı vardı.

Beşiktaş Adliyesi önü o yıllarda ne acılı bekleyişlere sahne oldu. Şüpheliler hep mahsus cuma günleri alınıyor, hafta sonları boş yere içeride tutuluyor, sonra ek gözaltı süresi talep ediliyor, insanlar günlerce içeride bekletiliyordu. Zaman zaman kalabalıklar Beşiktaş Adliyesi önüne geliyorlardı. Öfkeliydi insanlar, 'Bu ne biçim iş' diye soruyorlardı. Kimse onları da dinlemiyordu. Şöyle acayip bir hava vardı, laik biriysen, 'Yahu bu davada bir gariplik var arkadaş' diye soruyorsan, hemen ‘dinozor, eski kafalı, darbeci’ damgası yiyordun.

Bu davaya destek eylemleri de oluyordu başlarda. Televizyon muhabiri olarak onları da takip ettim. Bir tanesinde Zeynep Tanbay, suratıma 'Şerefsiz medya şerefsiz medya' diye haykırmıştı mesela. Beni, bizi darbeci diye yaftalıyorlardı, kendileri özgürlük, demokrasi sevdalısı.

Bir de saçma bir laf üretilmişti o dönem. 'Efendim ABD’de kimse Genelkurmay Başkanı’nın adını bile bilmez' herkes ezberlemiş papağan gibi bunu söylüyordu. Fakat arkadaş bir kişi de demiyordu ki, 'Dalga mı geçiyorsunuz hem Irak hem Afganistan’da savaşan ülkede en çok Genelkurmay Başkanı’nın adı biliniyor!' Herkesin bildiğini kimse söylemiyordu. Sabahtan akşama ekranlarda aynı ezberler tekrarlanıyordu.

Bu operasyonlar, bu dava süreci bir şeye yol açtı. Türkiye’de laiklerin güvenini ve cesaretini yerle yeksan etti.

Milyonlarca insan, korku içinde yaşamaya başladı. Herkeste, ‘ya beni de sabahın birinde alıp götürürlerse’ korkusu başladı. Hukuk yoktu, bitmişti; içeri atılanlar kör karanlıkta, buz gibi zindanlarda çürüyüp gidiyorlardı. Bu davada çürüyen insan bedenleri olmadı, bir Cumhuriyet bir sistem de çürüdü gitti."