"NEHRİN KENARINDA ÖYLE DİVANA OTURMUŞ KENDİ KENDİME SORUYORUM!.."
Ertuğrul Özkök ayrılamadğı nehir kenarında kendi kendine ne sorular sordu?
Sormadı, söylemedi, işitmedi
NEHRİN kenarında, öyle divane oturmuş, kendi kendime soruyorum.
Biz mi çok beceriksiz, kabiliyetsiziz.
Yoksa onlar mı çok becerikli.
Biz mi öğrenmek konusunda çok isteksiziz, yoksa onlar mı vermemek konusunda çok kararlı.
Biz mi çok korkağız, bir adım daha ileri gidemiyoruz, “Bunu bizden, Türk milletinden saklayamazsınız kardeşim” deme yürekliliğine sahip değiliz.
Yoksa onlar mı kendilerinden emin, söylememe konusunda bizden çok daha yürekli.
Yoksa, söylemedikleri şey o kadar söylenemeyecek bir şey ki söyleyemiyorlar.
Yoksa ne biz, yani oy veren insanlar, ne de onlar, yani sandıktan çıkan her şeyi kendilerine mal eden onlar bu kadar ağzı sıkı bir milletiz.
* * *
Öyleyse, bugüne kadar hiçbir şey saklı kalmadı da, ne oldu da, bu iki olay gizli kalabildi?
Ağızlara bu kadar fermuar, milletin kulağına da bu kadar mil çekildi?
İsterseniz filmi başa sarıp bir kere daha seyredelim.
Hoş, karanlık bir ekrandan başka bir şey görmeyeceğiz ama sırf hafıza tazelemek için o eziyete bir kere daha katlanalım.
Saflık yine bizde kalsın.
* * *
Ülkenin Başbakanı ve Genelkurmay Başkanı Dolmabahçe’de bir araya geldi.
Uzun uzun konuştu.
Baş başaydılar.
İşlerine geldiği zaman, daha görüşme devam ederken, dışarı laf yetiştiren çevreler suspus.
Sonra ülkenin gazetecileri sormaya başladılar.
Gazeteci dediysem merak edeninden söz ediyorum.
Ergenekon’da, askerle ilgili valiz valiz mal ve nal toplayan arkadaşlar nedense hiç merak etmedi.
Orada ne konuşuldu?
Askerin milletinden, Başbakan’ın seçmeninden sakladığı şey neydi?
Biz yetmedik, siyasetçi sordu.
Yani halktan oy alan, milli iradenin bakiyesi olan kesim..
O da öğrenemedi.
Sonra ekibe ülkenin Cumhurbaşkanı da katıldı.
Bu defa Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı bir araya geldi.
Biri saraydaydı, öteki Köşk’te.
O sabah savcılar, ordunun neredeyse yarısını toplarken, Çankaya’da bir şeyler konuşuldu.
Ergenekon’daki geveze Türkiye, nedense birden dünyanın en ketum memleketi haline geldi.
Yine ses seda yok.
“Hey orda kimse var mı” diye bağırdık çağırdık.
Yani bizler bağırdı çağırdı demek istiyorum.
* * *
Hayret çıt yok.
Ergenekon tribünlerindeki kaynana zırıltısı, o uğultu, tezahürat birden kesildi.
İnsan bir 23 Nisan tahayyül ediyor, Başbakan gazeteciyi karşısına oturtmuş, “İstediğini sor, istediğini sorma” diyor.
Öyle sinmiş, öyle sindirilmişiz ki, anında tırsıp, ikinciyi tercih ediyoruz.
Ne fark eder ki, neticede, ikili görüşmeyi öğrenemiştik, üçlüyü de öğrenemedik.
Böylece sonradan icat edilmiş o çakma Türk atasözü de silinip gitti.
İki Türk bir araya gelince parti kurar, üç kişi olunca klikleşir.
Demek ki menfaat güçlüyse, üç değil, beş-on, yüz bin kişi bir araya gelse, aradan su sızmıyormuş.
* * *
Şimdi üçüncü meçhule doğru bir gemi kalkıyor aynı limandan.
Anayasa değişikliğinde, eksik üç-beş oy için BDP ile bir şeyler konuşuluyor.
Oy vermeyeceğiz diyenler birden oy veriyor.
Ne konuşuluyor, bir şey vaat ediliyor mu, vaat ediliyorsa ne vaat ediliyor, edilmiyorsa, ötekiler neden fikir değiştiriyor onu da bilmiyoruz.
Belki de hiç bilemeyeceğiz.
Çünkü nehir kenarından gelen sorular, haydan gelip suya gidiyor.
Öteki desen merak edip sormuyor.
Daha doğrusu merak etmeye bile cesaret edemiyor.
O nedenle, Türk siyasetinin bu dönemi üç bilinmeyenli bir denklemdir.
O söylemedi, öteki sormadı, biz ise işitmedik.
Ertuğrul Özkök/Hürriyet