Ne olacak bu “Medyaya Hakaret Davaları”nın sonu?..
Medyaradar medya-siyaset analisti Atilla Akar, son dönemlerde artış gösteren, medya mensuplarına yönelik “Hakaret Davaları”nı ve o eksende gelişen tartışmaları ele aldı…
Kimse kendilerine hakaret edilsin istemez. Başkalarına da
etmeyeceklerini söylerler. Lakin işler pratikte pek böyle
yürümez. Gündelik hayat içinde çoğu insan birbirine hakaret, küfür
ve benzeri aşağılayıcı, onur kırıcı, rencide edici sözler sarf
ederler. Bunların bir kısmı kavgalara hatta daha ağır fiillere
sebep olurken bazılarının üzerinde bile durulmaz. İnsan
ilişkilerinin hararetli bir alanıdır hakaret.
Aynı şekilde sosyal alanda bilhassa ideolojik-siyasal çekişmelerin
şiddetlendiği, öfkeli mücadelelerin zirve yaptığı dönemlerde
saflaşan kesim ve kişiler birbirlerine ileri-geri, bir ton laf
ederler. Bunların bir kısmı “hakaret” veya “sövme” kapsamında
olabilir. İş “eleştiri” boyutlarını aşıp, biranda karşı tarafın
“manevi şahsiyeti” ne saldırıya dönüşebilir. Hele de karşılıklı
“nefret iklimi” zaten o toplumda başlı başına bir “politika” haline
gelmişse!..
Tabii hakaret ve sövme olduğu düşünülen sözlerin medya yoluyla
işlenmesi, devlet büyüklerine yönelik sarf edilmesi, vb durumu daha
da ağırlaştırabilir. İşin hukuki-teknik boyutlarını pek bilmem ve
giremem. Sadece bazı ince ve hassas kriterleri olduğunu
söyleyebilirim. O yüzden iş buralara varmadan herkesin kendi diline
hakim olması galiba en iyisi…
Lakin söz konusu kriterlerde ülkeden ülkeye, dönemden döneme hatta
kişiden kişiye değişebilir. Bu anlamda “sübjektif” bir durumdur.
Bir yönüyle “algı meselesi” dir. Bazen basit bir atışma, sataşma,
sert bir ifade hatta şaka yollu bir dokundurma bile diğer taraf
için “hakaret” kapsamında hissedilebilir. Hele de her kesimin
birbirine alerjisi iyice artmış, alınganlıklar iyice tavan
yapmışsa. İş o noktaya vardıktan sonra zaten her söz batacak,
hakaret gibi gelecektir. ..
Ancak bazı ülkelerde gerek yasalar gerekse de toplumsal alışkanlık
ve kültür bunların sınırını daha ”geniş” tutarken bazıları ise daha
“dar” tutar. Özellikle siyasi liderler ve toplumca tanınan
kişilikler söz konusu olduğunda durum daha hassas bir biçim
alabilir. Bazıları üzerinde bile durmayıp, bunlara gülüp geçerken
bazıları sıradan ifadeleri bile sorun edinebilir. Bazıları en ağır
yakıştırmaları bile “özgürlükler dahilinde” duymazdan gelir iken
bazıları basit bir karikatürü, ufak bir takılmayı dahi dert
edinebilir. Biraz da liderlerin kişilikleri ile ilgili bir
durumdur. Kimileri durumu daha mülayimce karşılarken, kimileri ise
daha sert tepkiler verebilir.
Öyle veya böyle, Türkiye şimdilerde aynı eksende artan “hakaret
davaları” sorunuyla karşı karşıya. Son dönemlerde bu davalarda bir
artış olduğu söyleniyor. Bilhassa Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından
ya da onun adına savcılıklar tarafından (Kimi işgüzar vatandaşların
suç duyurularıyla!) açılan hakaret davaları gündeme geliyor.
Özellikle gazetecilere açılan davalar içlerinde en öne çıkanları.
Bu durum giderek bir yük”e dönüşüyor. İster çaresiz bir “savunma”
içgüdüsüyle ister bir tür “baskı” arayışıyla yapılsın neticede
ortaya “istenmeyen” bir tablo çıkıyor.
SİYASİ TANSİYON ARTTIĞI MÜDDETÇE “HAKARETLER” HAVADA
UÇUŞUR!
Baştan da belirttiğim gibi öncelikle durum biraz da ülkedeki siyasi
tansiyonun artması, her kesime yaygın negatif tutum alışların
yaygınlaşması ile ilgili. Bu durum bilhassa Sayın Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’la ilgili tartışmalarda (Aslında daha başbakan
iken “Kasımpaşalı” tabirleriyle başlayan) kendini en çok
gösteriyor. Bilhassa toplumun bir kesiminde katlanarak yaygınlaşan
ve artık iyice marazi biçimler alan “Erdoğan nefreti” hakarete
varsın varmasın, hakkındaki “negatif kanaat ve sözler”in olağanüstü
artışına yol açıyor.
Bu trend ister istemez gündelik medyada ve sosyal medyada bazı
olumsuz ve aşırı ifadelerin dizginsizce kullanılmasına yol
açabiliyor. Ne yazık ki “Cumhurbaşkanlığı” gibi saygın bir makamı
bile hedefleyebiliyor. Bunda elbette aynı makamın kimileri için
“tarafsızlığını yitirmesi”nin, “Ben seçildim, güç bendeci”
hissettirişlerin, gündelik siyasete fazlaca bulaştığının
düşünülmesinin de payı var.
Aynı şekilde Erdoğan’ın da (Cumhurbaşkanı olmasıyla bu tarz
tutumlarının daha hafiflemesi beklenirken) hemen her şeye cevap
yetiştirme huyu, kızgın üslubu, bazen kişilerden çok belli
kesimleri hedefleyen çıkışları, zaman zaman sert ifadeler
kullanmaya meyilli oluşu, vb durumu daha da karmaşıklaştırıyor.
Kişisel sohbetlerimden biliyorum; önceleri muhalif kesimde
(Bilhassa “Gezi olayları”ndan bu yana) birçok kişi Erdoğan’ın bazı
söz ve tavırları olmasa “işlerin bu noktaya gelmeyeceğini”
söylüyordu. Lakin şimdi o boyutta geçilmiş durumda. Artık yer yer
marazi boyutlar kazanan “rafine bir nefret” söz konusu…
Demeye çalıştığım gibi bazen ne söylediğinizden çok “nasıl
söylediğiniz” ve diğer kesimlerde “nasıl algılandığı”, hangi duygu
ve tepkileri harekete geçirdiği daha önemlidir. Bu anlamda Erdoğan
Türk devlet ve siyaset yönetiminde gelmiş geçmiş bütün liderlerden
farklı ve daha “asabi bir profil” çiziyor. Bu yönüyle birbirini
besleyip, güçlendiren fasit bir daire bu. Etki-tepki yasası bir
garip işliyor!
DEVLET BÜYÜKLERİNE “HAKARET”İN SINIRI NE
OLACAK?
Öte yandan konu hayli tartışmalı görünüyor. Devlet büyüklerine
edilen her ters laf ya da “eleştiri” kolaylıkla “hakaret”
kapsamında değerlendirilecek mi? Ya da “O nasıl olsa devlet
görevlisi kamuya açık iş yapıyor, her şey söylenebilir” denilip iş
“özgürlükler sorunu”na mı bağlanacak? Hangisi?..
Bence bu ikilemde yanıltıcı ve sıkıntılı bir durum var. Ne
kızdığımız, hoşlanmadığımız her yöneticiye her tür sözü söyleme
hakkımız var ne de rahatsız olduğumuz her ifadeye hemen “hakaret”
damgası vurup belli mekanizmaları işletmeye. Burada daha “esnek” ve
“orta” formüller bulunabilir. Daha “makul” tavırlar alınabilir. Hem
eleştirilerin sınırı geniş tutulup hem de “hakaret” fiili daha
“köşeli” kriterlere bağlanabilir. Fakat asıl önemlisi toplumsal ve
siyasal kültürde bunun koşullarının yaratılmasının şart olduğunu
unutmadan. Türkiye’de siyaset “normalleştiği” oranda “hakaret”
olgusu da normal limitlerine çekilecektir. Hukuki yaptırımlar bir
yere kadar…
Elbette sonuçta -varsa- hakaret hakarettir. Kime yapıldığı fark
etmez. Herkesin bir onuru vardır. Lakin söz konusu “devlet
yönetimi” olduğu için öyle uluorta her aklına esen, her diline
gelen de söylenemez. Kişilerden hoşlanmamak “makama saygı”yı iptal
etmez. Hele bizim gibi özel tarihsel-siyasal geleneklere sahip
toplumlarda liderlerin, yöneticilerin ve devleti temsil edenlerin
kendisi özel bir “algılamaya” tabidir. Siz uygun bulsanız bile
toplum kabul etmez.
Üstelik liderler değişir. Yarın öbür gün diğer tarafın benimsediği
bir lider gelir o zamanda benzeri ifadeler onun için kullanılırsa o
kesimler rahatsız olmaz mı? En iyisi bazı “manevi ağırlıklı
makamları” fazla zedelememek. Tabii o makamın sahiplerinin de
“başka maneviyatları” zedelememesi” gerektiğini unutmadan. Kendi
payıma ben -o makamlarda kim olursa olsun hakkında - nahoş, edep
dışı, çirkin sayılabilecek sözler sarf edilmesinden rahatsız
olurum, uygun bulmam.
Hülâsa; o yüzden ülkedeki sorunlar ne cumhurbaşkanına hakaret ve
sövme ile çözülür (Edeni rahatlatıp, tatmin edebilir o başka!) ne
de bu gibi çıkışlar davalar yoluyla sindirilmeye çalışılarak yok
olur. (Bu da hakarete uğradığını düşüneni rahatlatır ama hep
“hakaret” edecek başka birileri çıkar bu durumda!) Üstelik karşı
tarafta, (Ki, yüzde 50 gibi bir kitleden söz ediyoruz) tam bir içe
kapanma, daha da sahiplenme ve etrafında kenetlenme duygusu
yaratmaktan başka işe yaramaz. Nitekim de öyle oluyor zaten. Daha
da kötüsü bunu fırsat belleyen kimi güçler, kabaran ölçüsüz nefret
duygusu üzerinden ülkeye karşı bir “operasyon”a çevirebilirler.
Hani “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” türünden. Bugün cari olan
biraz da bu…
Sanırım en “makul” tutum Cumhurbaşkanını, başbakanı, iktidarı
herkes tarafından kabul edilebilir bir üslup dahilinde -gerekirse
sertçe- eleştirmek, ancak kendisini sevmeseniz, onaylamasanız bile
makamın ağırlığına istinaden saygıyı elden bırakmamak, sınırları
zorlamamak, hakaretamiz veya o manaya çekilebilecek ifadelerden
kaçınmak ama inandığınız ne ise onu cansiperane savunmaktan
geçer.
Öte yandan sizde (ister “taraflı” ister “tarafsız” olun) aslında
sahip olduğunuz makamın her eğilimden tüm toplumu temsil ettiğini
unutmadan, herkesi gözeten ve incitmeyen bir üslubu koruyarak,
topluma belli mesajları belli bir “kemaliyet” içinde, germeden
vermeniz en doğrusudur. Bunu yaptığınız oranda zaten “hakaret”
olarak algılanan ifadeler –belki sıfırlanmasa bile- oldukça düşüş
gösterecektir. Ve sorun bir anlamda “kendiliğinden”
çözümlenecektir. Üstelik bu bir “tercih” değil, zaten “görev”dir
de!
“HAKARET” VE DAVALARI BİR POLİTİKA OLABİLİR
Mİ?
Oysa bugün her iki kesimde “Hakaret” ve “Karşı-Hakaret”i adeta bir
“politika” düzeyinde benimsemiş görünüyorlar. Elbette bunun
siyasette pratik bazı fayda ve getirileri var. Birileri hakaretimsi
ifadeleri kullanarak kendi hitap ettiği kitlenin “hissiyatının
“sözcüsü rolüne soyunur ve öfkesini bileyip, diri tutarken
diğerleri de karşı-hakaretlerle kendi cephesini tahkim ediyor.
Böylelikle politika üretim süreci tümüyle “negatif bir sarmal”a
dönüşüyor.Tüm kesimlere hızla sirayet ediyor. Asıl problem burada.
Bunu kırmak gerek.
Aynı şekilde sürekli “hakaret davaları” açmak da aslında bir
başka “politika”nın ürünü. Haklı veya haksız açılan her dava
konunun gündemde kalmasını ve yeniden canlanmasını doğuruyor. Daha
da kötüsü bu toplumda ve uluslar arası kamuoyunda bir baskı,
yıldırma politikası, tahammülsüzlük, basına ve özgürlüklere karşı
bir hareket görüntüsü yaratıyor. Bazı limitleri zorladığınızda öyle
de zaten!
Galiba –hangi gerekçe ve duygular altında olur ise olsun- ne
hakaret etmeyi ne de mütemadiyen hakaret davaları açmayı bir
“politika” haline getirmemek, daha olgun ve itidalli tavırlar
sergilemek en uygun formül olsa gerek!..
17.12.2015.
[email protected]