23 Mar 2011 10:55 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 12:09

NAKŞİLERLE NURCULARIN ARASI NASIL? AMERİKA'NIN İLGİNÇ MERAKI!

Taraf'ın yayınladığı WikiLeaks belgeleri arasında bugün Gülen Hareketi hakkında ABD Dışişleri Bakanlığı'nın sorduğu sorular ve yanıtları var...

İnternette “ABD ve Ilımlı İslam” kelimeleriyle yapılan basit bir arama 695 bin sonuç veriyor. “Amerika’nın dayattığı ılımlı İslam modeli” ve buna benzer başlıklar taşıyan, birçoğu ziyadesiyle kestirmeci rapor, haber, analiz vb. hiç de az değil. “WikiLeaks Türkiye Belgeleri” arasında ABD’nin böyle bir “model” hazırlayıp, Türkiye gibi ülkelere dayattığının somut ipuçları yok ama Washington’ın, İslam’ın “ılımlı” halini sevdiği, “radikal” İslam’la mücadele etmeye çalıştığı ve bu amaçla, Türkiye’yi yakından izlemeye, Türk İslamî çevreleriyle yakın ilişki kurmaya özel bir önem verdiği Amerikan resmî yazışmalarında görülüyor.

ABD’nin Türkiye’deki İslamî kesime bakışını, “11 Eylül 2001 öncesi ve sonrası” diye iki dönem halinde incelemek mümkün. Tabii, “AKP öncesi ve sonrası” diye bir ayrım da yapılabilir.

Mesela, 28 Şubat 1997 öncesindeki Amerikan kriptolarında Türkiye’de “Şeriat yandaşlığı” konusu özel bir yer tutarken, “İslam” ile “radikalizm” ya da “İslam” ile “terör” kelimelerinin yanyana getirildiği yazışmalar daha ziyade 11 Eylül 2001 sonrasında gerçekleşmiş.

Daha yakın zamana ait WikiLeaks belgelerinde ise, ABD’nin, Türkiye’deki İslamî inanç ve uygulamaların çoğulluğuna artan ölçüde saygı gösterdiği, devletin katı laikçi uygulamalarını ise giderek daha fazla ve “gerçek anlamda laikliğe aykırılık” temelinde eleştirdiği dikkat çekiyor.

Bugün, “WikiLeaks Türkiye Belgeleri” dosyası kapsamında, ABD’nin Türkiye’deki İslam’a ve laikliğe bakışını farklı yönleriyle yansıtan resmî yazışmalar arasından seçtiğimiz, 1999, 2003, 2005 ve 2009 tarihli dört ayrı telgrafı sunuyoruz.

1996: Türkiye’den Şeriat manzaraları

“WikiLeaks Türkiye Belgeleri”nin en eski tarihlilerinden biri “Türkiye’de Şeriat Görüntüleri” başlığını taşıyor. 18 Kasım 1996’da dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Marc Grossman’ın onayıyla Washington’a gönderilen telgrafın tam metnini sunuyoruz:

1) Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı Richard McKee tarafından gizlilik statüsü verilmiştir. (Bu not, telgrafı kaleme alanın da Richard McKee olduğunu gösteriyor.)

2) ÖZET: Başbakan Necmettin Erbakan’ın İslamcı Refah Partisi’nin seçmenler arasındaki gücünü arttırmasıyla birlikte, Türkiye’de Şeriat’ın yeniden kurulması fikri de yeni taraftarlar kazanmış gibi görünüyor. Aşağıda, Refah bünyesindeki İslamcı kaynaklardan ve Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan aktaracağımız gözlemler, bu ülkede din, siyaset ve toplum konusundaki tartışmanın nereye doğru gittiğine hızlıca bakma fırsatı verebilir. Türkiye’nin büyük bölümü koyu dindar olan Kürt azınlığı da bu mesele de merkezî bir rol oynayacağa benziyor.

KÜRTLER: “ŞERİATA SADIKLAR...”

3) Kürt olan Refah İstanbul Milletvekili Mehmet Fuat Fırat, 31 ekimde (1996) Siyasi Müsteşar (McKee) ile yaptığı görüşme sırasında, kendi etnik kardeşleri açısından dinin taşıdığı önemi değerlendirdi. Fırat, Refah’ın Merkez Yürütme Konseyi’nde Hakkâri, Siirt ve Türkiye’nin nüfusunun çoğunluğu Kürt olan güneydoğusundaki diğer illerden siyaseten sorumlu olduğunu da kaydetti. (Fırat’ın Kürt ve İslam meselelerindeki otoritesi aynı zamanda tanınmış şeceresinden kaynaklanıyor. Fırat, 1925’te çiçeği burnundaki laik Türk Cumhuriyeti’ne karşı ilk büyük İslamcı Kürt ayaklanmasını yöneten Palulu Şeyh Said’in torunlarından biri. Şeyh Said, bugün özellikle İslamî eğilimli Kürt milliyetçileri arasında bir tür kült kahramanına dönüşmüş durumda.)

4) Fırat, Kürtlerin “Şeriat’a sadık olduklarını” söyledi. Bu, Fırat’ın da aile bağları bulunan Nakşibendi tarikatının (teknik olarak yasadışı bir grup) öğretilerinin doğrudan bir sonucuydu. Fırat, Türkiye’deki Nakşibendi müridlerinin çoğunun Kürt olduğunu belirtti. Ama Fırat, Nakşibendi Kürtlerin fanatik olmadığını da söyledi ve buna delil olarak, Nakşibendilerin ritüellerinin, çok daha esrik nitelikteki Kadiri tarikatınınkilere kıyasla nispeten ölçülü olmasını gösterdi. Fırat’a göre, Türkiye’nin Kürtleri, ABD’de sağlanan türden bir adalet istiyorlar, kendi dillerini kullanma ve kendi kültürlerini geliştirme hakkı da buna dahil. Fırat, Şeriat’ın bu özgürlükleri sağlayacağını söylüyor.

5) Fırat, müridlerinin aleyhine olacak şekilde kendi çıkarlarını gözetmek ve “devletle” ittifak kurmakla suçladığı birçok Nakşibendi şeyhinin tavırlarından duyduğu hayalkırıklığını da dile getirdi. “İstedikleri tek şey zengin olmak” diye şikâyette bulundu. Bariz bir gururla, Şeyh Said’in kendi servetini bir ordu kurmak için kullandığını, “kendi parasını askerlere harcadığını” söyledi.

Kürtlerin intikamını alma andı içmişti

6) Fırat genç bir adamken, yazıları mistik Nurcu Hareketi’nin temelini oluşturan Said Nursi (Said Kürdî diye de bilinir) ile karşılaşmasını da anlattı. Fırat’a göre, Nursi, İslam ve Kürt kültürel özerkliği yararına etkinlikleri nedeniyle Mustafa Kemal tarafından hapse attırılmıştı. Nursi, 1960’daki ölümünden önce de, Fırat’ın da aralarında bulunduğu bir grup Kürt ileri geleninin önünde, Kürtlerin “Kemalistlerden intikamını alacağı” üzerine and içmişti.

... AMA BU NEDİR?

7) Fırat gibi, Refah Bitlis Milletvekili Abdülhalûk Mutlu da Nakşibendi bir Kürt ve 14 kasımda, Siyasi Müsteşar ile INR’dan (ABD Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki İstihbarat ve Araştırma Bürosu) gelen ziyaretçilere, Kürtlerin İslam’ın prensiplerine “bağlı” olduklarını söyledi. ABD’de üniversitede okuyan yeğeninin, insanlara ABD’nin “dünyanın en İslamî devleti” olduğunu, çünkü orada Şeriat’ın adalet ilkelerinin diğer herhangi bir rejimden daha yüksek bir derecede benimsendiğini söylediğini gülerek bize anlattı.

Refah, dinî düzeni bile MGK’ya sorar

8) Mutlu, Kürtlerin aklında bugün Şeriat’ın özgürlük ve demokrasiyle ilişkilendirildiğini ama tıpkı “demokrasi” gibi, “Şeriat’ın da ne anlama geldiğinden kimsenin emin olmadığını” söyledi. Mutlu, ülkedeki demokrasi dekoruna rağmen, Türkiye’nin geri kalan Kürtleri gibi kendisinin de hiçbir zaman gerçek bir demokratik rejimde yaşamadığını ve bu nedenle de, gerçek bir demokrasinin nasıl işlediği hakkında çok az şey bildiğini itiraf etmesi gerektiğini söyledi. Bu tezini örneklemek amacıyla da, Refah’ın Türkiye’de dinî bir düzen kurmayacağı öngörüsünde bulundu ve bunun yerine, günün birinde parlamentoda çoğunluğu elde etmesi durumunda, Refah’ın “Milli Güvenlik Kurulu’na bu konu hakkındaki görüşlerini” soracağını belirtti.

Sünni İslam yıllardır hiç değişmedi ki

TÜRKİYE İLE TALİBAN ARASINDA HİÇ FARK YOK

9) 14 kasımda Siyasi Müsteşar ve INR memurları Diyanet İşleri Başkanlığı Araştırma Dairesi Başkanı Niyazi Kahveci’yi ziyaret ettiler. Bir İslam bilgini olan Kahveci, Ortaçağ’dan bu yana İslamî doktrininde pek az değişiklik olduğunu söyledi. Dolayısıyla, Sünni İslam’ın Türkiye’deki şekliyle Afganistan’da Taliban’ın uyguladığı şekli arasında temelde bir fark yok. Müslümanlar Kur’an’ın sözüyle bağlı olduklarına inanıyorlar. Kahveci ve akademideki bazı meslektaşları İslamî prensiplerde, modern demokratik dünyaya uyum sağlayacak şekilde “reform” yapmaya çalışsalar da, Türk ilahiyatçılarının çoğu, mesleklerini “Cezayir ya da Mısır’da” öğrenmişler. (Bunları, Şeriat’a ilişkin radikal “köktendinci” ya da geleneksel görüşlerin öne çıktığı yerler anlamında okuyunuz.) Kahveci, Diyanet’te çalışanların çoğunluğu gibi, Türkiye’nin üniversitelerindeki ilahiyat profesörlerinin de genel olarak Refah’a destek verdiklerini de ekledi.

10) Kahveci, Refah’ın mesajını halka ulaştırmakta ve esasen kendini dindar Türklerin bir numaralı sözcüsü konumuna getirmekte çok akıllıca davrandığını belirtti. Kahveci’ye göre, laik partiler İslamcılara karşı harekete geçmekle Refah’ın elini güçlendirdiler. Mesela, siyasi içerikli televizyon tartışmaları, rutin olarak, bir yanda Refah’ın, diğer yanda diğer herkesin yer aldığı birer hesaplaşmaya dönüştü. Bu da, Refah’ın dindar kimliğini, izleyicilerin aklında meşrulaştırdı. Üstelik, laik partilerin bunu kabullenmekten başka pek bir seçeneği de yoktu. “Nasıl olsun ki” dedi Kahveci, “onlar İslam hakkında hiçbir şey bilmiyorlar.”

YORUM: ŞERİAT’I TANIMLAMAK VE OYLARI KAZANMAK

11) “İcma” –konsensüs– geleneksel olarak, Kur’an, Sünnet ve Hadis (Muhammed Peygamber’e atfedilen gelenekler ve deyişler) ve “kıyas” (analojiler kurarak mantık yürütmek) ile birlikte İslamî içtihadın esas kaynaklarından biriydi. Bugün ise “icma“ demokratik ve İslamî prensipler arasında ortak noktalar bulmaya dönük akademik gayretlerin ilgi alanı.

12) Klasik içtihatta “icma,” eğitimlilerin konsensüsü anlamına gelirdi; İslamî doktrinin nazik konuları üzerine eğitim görmemiş olanların fikirlerinin bir ağırlığı yoktu. Bu geleneksel tavrı sürdüren Türkiye Müslümanları da, İslam bilginlerinin Şeriat’ı yorumlamasına ve inananları aydınlatmasına memnuniyetle razı oldular. Siyasi bakımdan, şimdi Refah sayesinde laik rejime bir İslamcı alternatif ortaya çıktığından, tarihî koşulların etkisiyle bugüne kadar laik partilere oy vermiş olan birçok dindar “muhafazakâr” seçmen artık, Başbakan Erbakan, ya da yandaşlarının ona verdiği adla “Hoca” için, koparılmaya hazır olgun bir meyve.

Şeriat isteyenler küçük bir azınlık

13) Kahveci’ye göre buradaki sorun, Refah’ın “Ortaçağ’dan kalma” Şeriat algısının, din bilginlerinin incelemesinden ve rekabetten muaf kalmış olması ve Kemalistlerin İslamî siyasi nüfuza olan husumetinin, konu üzerine serbest ve bilgili bir tartışma yürütülmesini engellemesi. Kendi siyasi alternatifleri olmadığı için, Türkiye’nin dindar Kürtleri de Refah’ın saflarına katılmaya başladılar ve böylece Erbakan’ın partisinin Türkiye’nin en büyük partisi haline gelmesine yardımcı oldular. Kahveci, Türkiye’nin geri kalanının büyük bölümünün de onları takip edeceğinden korkuyor.

14) Bizim algımıza göre, Şeriat’ı yeniden kurmayı destekleyenler, hatırı sayılır ve sayıları giderek artan bir grup da olsalar hâlâ küçük bir azınlık. Daha önemlisi, (nadiren kişisel dinî vecibelerini yerine getirseler bile) kararlı biçimde laik ve inanmış biçimde dindar/İslamcı olan yurttaşları birbirinden ayıran çizgiler kuvvetleniyor. Özellikle üniversite kampuslarında şiddet olaylarının başgöstermesi pekâlâ mümkün.

2003: Diyanet, dinin bağımsızlığına karşı

Taraf ’ın elde ettiği 11 bin civarındaki WikiLeaks belgesi 2000’li yıllar ağırlıklı ve bu toplamda, 28 Şubat dönemine ilişkin fazla telgraf yok. Bununla birlikte, Marc Grossman’ın büyükelçiliği döneminde Ankara’daki ABD diplomatlarının Washington’a, Refah’ın yükselişine paralel olarak Şeriat fikrinin de yükselişe geçtiğini rapor ettiklerini bir önceki telgraftan anlayabiliyoruz. 28 Şubat’ı izleyen dönemin gizli Amerikan yazışmalarında ise bu müdahaleden hemen her seferinde “postmodern darbe” olarak ve belli bir eleştirel mesafeyle söz edilmesi dikkat çekiyor.

27 Haziran 2003’te, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nde Maslahatgüzar konumunda bulunan Robert S. Deutsch’un onaylayarak Washington’a gönderdiği “Diyanet’in Denetlenmesi Savaşı” başlıklı telgraf, hem bu açıdan hem de Türkiye’deki “laik” sistemin ABD’de nasıl algılandığını yansıtması bakımından dikkat çekici. Orijinalinin tam metnini bugünden itibaren internet sitemizde de bulabileceğiniz telgrafın bazı bölümlerini aktarıyoruz:

ÖZET: AKP hükümetinin Türk camilerine 15 bin ek imam alınması yönündeki önerisinin yarattığı yeni tartışma, dinin Türk kamusal hayatındaki rolüne ilişkin kadim tartışmayı yeniden canlandırdı. Bu tartışma aynı zamanda: 1) hem katı laikçilerin hem de dindar muhafazakârların “İslam” kartını kendi çıkarları için kullanmaya çalıştıklarını, 2) Türkiye’de monolitik ve siyasi birleşmişlikten uzak olan İslam’ın, birçok laikçinin itiraf ettiğinden daha esnek, anaakım toplumun içindeki köklerinin de daha derin olduğunu gösterdi.

CAMİ VE DEVLET: BİRLEŞİK, AYRI DEĞİL

Batılılaşmanın en azından taklidini yapan Türk elitler ve yetkililer, Atatürk’ün döneminden beri Türkiye’de laikliğin niteliğini belirleyen şeyin, “cami ile Devlet”in kurumsal olarak birbirinden kesin biçimde ayrılması olduğunu yabancılara anlatıp dururlar. Aslında, laikliğin “Türk” versiyonu ABD’dekine yüz seksen derece zıttır; dokulara derinlemesine nüfuz etmiş ve anayasa tarafından korunan bir alışkanlık değil, anayasayla kutsallaştırılmış ve zorla kabul ettirilmiş bir Devlet ideolojisidir. Türk yasaları dinî düşünce ve duyguların kamusal alanda yer almasını açıkça yasaklasa da, dinî kurumlar sadece katı bir devlet denetimi altında değil, aynı zamanda Türk Devlet aygıtının ayrılmaz bir parçası halindedirler.

Diyanet İşleri Başkanlığı yaklaşık doksan bin personeliyle Türk Devleti’nin en büyük organlarından biridir. Cami inşaatı/teftişi, imamlar gibi dinî memurların işe alınması ve her türlü dinî tavsiyenin yapılmasından resmen sorumludur. Bu işlevler, Diyanet’in asıl amacının yanında ikinci önemdedir. Bu amaç, Cumhuriyet’in ilk günlerinden bu yana olduğu gibi, “İslamî” fikirlerin ve bağımsız dinî kurumların Atatürk’ün laik devrimine karşı tehdit oluşturmasını engellemektir.

Dolayısıyla da, bu kurumu kötüleyenlerin –ki buna İslamcılar, merkezdeki muhafazakârlar ve liberaller dahil– gözünde Diyanet, bir uçtan bir uca Anadolu’da ve İstanbul ile Cumhuriyetçi Ankara’nın daha az elit köşelerinde yaşanan çok çeşitli inançlarla pek az ilgisi olan bir “Kemalist İslam”ın üreticisidir. Bu kurum, Türkiye’nin hatırı sayılır büyüklükteki Alevi (laik Devlet’i kuvvetle savunsa da, Diyanet’in Türkiye’nin Sünni çoğunluğunun hâkimiyetini güçlendirmesinden uzun süredir kaygı duyan heterodoks Şii azınlık) topluluğu tarafından bile eleştiriliyor.

Post-modern darbe hutbelere dokundu

Bir yandan kendileri de taban tarafından eleştirilip kötülenirken, Diyanet’te ilişki kurduğumuz kişiler bize yıllardır, Türk müesses nizamının İslam ve İslamî gerçeklikler konusundaki zayıf kavrayışından ve İslamî hissiyatı tam olarak içine alarak Devlet’e bağlı hale getirmeyi başaramamasından yakınıyorlar. 1997’de –ordunun, İslamcı Refah Partisi liderliğindeki dönemin hükümetine karşı “post-modern” darbe yaptığı yıl– kendi bordrosunda birtakım gizli “gerici” imamları da barındırıyor olmaktan nicedir korkan Diyanet, içeriğinin denetlenmesini sağlamak amacıyla, Cuma hutbelerinin tek merkezden yazılmasını kabul ettirdi.

(Burada telgrafın, 15 bin yeni imamın işe alınması tartışmasında AKP, Diyanet ve Gülen cemaati gibi çevrelerin hangi görüşleri savunduğunu anlatan geniş bir bölümünü atlıyoruz. Meraklısı, orijinal metin için internet sitemize bakabilir.)

Katı laikçiler ile AB yanlıları ayrı safta

YORUM: NÜANS ÇAĞRISI

İmamları işe alma tartışması, AK Parti’nin kendi iç dinamiklerini yansıtıyor: Hükümette tecrübesiz olmak ve bütçe sıkıntılarının yaşandığı bir dönemde, disiplinden yoksun popülist jestlere yönelme eğilimi. Bunlar, AK Parti’nin, aygıtı sökmek yerine kendi seçmenlerinin yararına olacak şekilde yeniden düzenlemeyi öngören yeni yaklaşımıyla bütünleştiğinde, partiyi “gizli” bir dinî gündeme sahip olduğu yönündeki laikçi ithamlara açık hale getiriyor. Bununla birlikte, AK Parti hükümeti ile müesses nizam arasında bu cephede beliren fark, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti için öngördüğü katı devletçi görüşe bağlı bir düzeni destekleyenler ile daha açık, AB üyeliğine bağlı, İslamî nüfuza daha fazla fırsat sunan, muhafazakâr bir Türkiye’nin galip gelmesini isteyenler arasındaki temel uçuruma ışık tutuyor.

Nitekim, müesses nizamın AK Parti’ye yönelik suçlamaları: 1) Türkiye’deki İslam’ın karmaşık yapısı, 2) Görünürde “laik” olan Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana kendi “dinî gündemine” sahip olması, özellikle de ziyadesiyle tartışmalı bir teolojik proje olarak, İslam’ı Kemalist siyasi amaçlarla örtüşecek bir hale getirme arzusu nedeniyle değer kaybediyor. Esasen, bir yandan hem laikçiler hem İslamcılar kendi çıkarları uğruna “İslam” kartını oynamaya çalışırken, İslam’ın monolitik, militan, hayali bir “tehdit” olmaktan ziyade, kendi içinde çok çeşitli, esnek ve anaakım toplumun derinlerine birçok laikçinin itiraf edeceğinden çok daha fazla kök salmış olduğu aşikâr. Siyasi bir mesele olarak İslam, hem ılımlı hem radikal etkilere açık ve zor bir konu olmaya devam ederken, müesses nizamın çizdiği İslam portresi –ve bizatihî Diyanet gibi bir kurumun yapısı ve gerekçesi– her şeyden ziyade Devlet’in ve toplumun üzerinde elit bir hâkimiyeti devam ettirme çabasını yansıtmaktadır. Bu haliyle, müesses nizamın bakışı, daha büyük gerçekleri karartmakta ve Türkiye’de toplumsal barış ve siyasi ilerleme için elzem olan uzlaşma alanını daraltmaktadır.

2005: Laikler AKP’yi şikâyet ediyor

Şimdi filmi biraz daha ileri saralım. Kasım 2003’te İstanbul’da meydana gelen terörist saldırıların ve Irak Savaşı ile birlikte Bush yönetiminin politikalarına muhalefetin tırmanmasının, Amerikalıların “İslam” konusundaki fobilerinin Türkiye’ye daha fazla yansımasına neden olduğunu görüyoruz. Bu fobilerden payını almış olman ABD’nin o dönemdeki Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın zamanla AKP hükümetiyle ilişkilerinin de kötüleşmesi ve bu hükümeti, Amerikan ve İsrail çıkarlarına “aykırı” gören “Neo-Con” çevrelerin sesini yükseltmesi de bu tabloya ekleniyor. İşte bu ortamda, Edelman’ın büyükelçilik görevini, Haziran 2005’te apartopar bırakmasından kısa bir süre sonra Ankara’dan yazılan “din ve laiklik” konulu bir telgraf dikkat çekici.

11 Ekim 2005 tarihli telgraf, ABD Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Nancy McEldowney’nin onayıyla Washington’a gönderilen ve o sırada elçilikte Müsteşar Vekili konumundaki Thomas Goldberger’in kaleme aldığı anlaşılan “Aşırılıkla Mücadele” başlıklı rapora yer veriyor. “Türk İslamı”na ilişkin Amerikan görüşünün yanı sıra, İslamcı kesimde nüfuz arayışı konusunda da fikir veren raporun geniş bir kısmını aktarıyoruz:

1) ÖZET: Türkiye, Müslüman nüfusa sahip ılımlı, laik ve demokratik bir ülke olarak tanınıyor. Ancak Türkiye’deki İslam’ın daha karmaşık bir gerçekliği var. Devlet İslam’ın gayrıresmî dışavurumlarını aktif biçimde baskı altında tutuyor. Şiddet yanlısı aşırı bir Türk İslamı da mevcut. Türkiye Misyonu (Büyükelçilik kastediliyor), bizim ilişki kurma çabalarımızı özel olarak aşırı uçlara yönlendirmese de, İslamî eğilimli çevrelerle ilişkilerimizi genişletiyor ve bunun sonuçlarını da görüyoruz.

2) Bu telgraf, referans A’ya cevap niteliğindedir. (Referans A’daki belge telgrafın metninde mevcut değil.)

TÜRK İSLAMI NE KADAR ILIMLI

3) Türkiye “ılımlı İslam”ın anayurdu olarak tanınıyor çünkü “laik” bir siyasi sistemi Sünni İslam’ın hoşgörülü bir biçimiyle birleştiriyor. Ancak, buradaki hakikati anlamak zor, çünkü Türk İslamı kendi içinde çok çeşitlilik gösteriyor ve devlet de dinî hayatı aktif olarak baskı altında tutuyor ve denetliyor. (Not: Birçok Türk ‘ılımlı İslam’ etiketine çeşitli nedenlerle karşı çıkıyor.)

Türkiye’de İslamî ifade baskı altında

4) Türk devleti, Türk İslamı’nın kendi içinde bütünlüklü, hoşgörülü ve barışsever olduğunu iddia ediyor. Türk yetkililer, Türkiye’nin vatandaşlarının yüzde 98’inin Müslüman olduğunu ve küçük bir grubu oluşturan gayrımüslim cemaatlerin de inançlarını yaşamakta özgür olduğunu öne sürüyorlar. Türklerin çoğunluğu Sünni İslam’ın Hanefi kolundan. Hanefilik, Sünni İslam’ın daha açık kafalı ve hoşgörülü kollarından biri.

5) Hakikat ise daha karmaşık. Türk İslamı kendi içinde bütünlüklü olmaktan uzak. Türkiye’nin yetmiş milyonluk nüfusunun yüzde 10-15’i Alevi (heterodoks Müslüman). Sünni topluluk ise, Gülenciler, Nurcular, Milli Görüş, Nakşibendiler ve Süleymancılar gibi çeşitli grup, tarikat ve cemaatlere bölünmüş durumda. Bu grupların birbirinden farklı görüş ve adetleri var ve bunlardan bazıları iş dünyasında, eğitim ve siyasette yaygın olarak etkinlik gösteriyorlar.

6) Şiddete başvuran bir Türk İslamî aşırıcılığı da mevcut. Türk Hizbullahı ve İBDA-C yıllar içinde bir dizi terörist saldırı gerçekleştirdi. Basında çıkan haberlere göre, 500 civarında Türk Afganistan’da Taliban ve El Kaide bünyesinde görev yaptı. İBDA-C üyeleri, 2003’te İstanbul’da iki sinagoga, HSBC Bankası’na ve Britanya Konsolosluğu’na saldırıları El Kaide ile işbirliği halinde gerçekleştirdiler.

7) İslamî aşırıcılığın Türkiye’de gerçekte ne kadar geniş bir alana yayıldığını değerlendirmek zor, zira Türk devleti dinsel ifadeyi aktif biçimde gözlem ve baskı altında tutuyor. Bütün din görevlilerini (imamlar ve müftüler) Türk devleti istihdam ediyor ve eğitiyor; onları görev yerlerine atıyor ve maaşlarını ödüyor. İmamların çoğunluğunun Cuma namazlarında okudukları hutbeleri devlet kaleme alıyor; her camide hangi imamın Cuma hutbesini okuyacağına devlet karar veriyor; ve imamların etkinliklerini gözlemek için gizli istihbarat elemanları kullanıyor. Devlet fonları cami inşa etmek için kullanılıyor ama devlet, Alevi ibadethaneleri, Musevi sinagogları ve Hıristiyan kiliseleri için para harcamıyor. Bütün Müslüman öğrencilerin kendi mezhepsel inançları ne olursa olsun, İslam’ın Hanefi-Sünni geleneğine uygun din dersleri alma zorunluluğu var. Gayrımüslim öğrenciler bu dersi alma mecburiyetinde değiller ama devlet, alternatif din derslerine müfredatta yer vermiyor. Özel din dersleri yasadışı; gayrımüslimlerin kendi dinlerinin propagandasını yapması ise yasadışı olmasa da büyük şüpheyle karşılanıyor ve aktif biçimde caydırılıyor. Dindar kızların ve kadınların okullarda, üniversitelerde ve kamuya ait işyerlerinde başörtüsü takmalarına resmen izin verilmiyor.

350 binden fazla potansiyel terörist

8) Büyükelçiliğin ilişkide olduğu kişiler ısrarla, Türk vatandaşlarının sadece çok küçük bir bölümünün İslam’ın aşırı, radikal ya da şiddet yanlısı biçimlerini benimsediğini söylüyorlar. Önde gelen bir Türk ulusal güvenlik analisti, Türk vatandaşlarının sadece yüzde 7’sinin İslam’ın radikal biçimlerini desteklediği tahmininde bulunuyor. ANAR’ın (iktidardaki AKP’nin kamuoyu araştırması şirketi) Genel Müdürü İbrahim Uslu ise, Türklerin sadece yüzde 5’inin radikal İslamcı olduğunu iddia ediyor. Ama yaklaşık yetmiş milyonluk bir ülkede, nüfusun sadece yüzde yarımı bile El Kaide tarzı terörizme destek verse, bu, 350 binden fazla potansiyel terörist olacağı anlamına gelir.

AKP LİDERLERİ İSLAM VE HOŞGÖRÜ KONUSUNDA NE SÖYLÜYORLAR (NE DÜŞÜNÜYORLAR)

9) Türk Anayasası ve Siyasi Partiler Yasası mezhepçilik, etnisite, bölgecilik ve “laik” anayasal sisteme muhalefet çerçevesinde parti kurmayı yasaklıyor. AKP resmen “laik” bir siyasi parti. Bununla birlikte, AKP İslamî yönelimli bir siyasi parti. AKP’nin liderleri ve tabandaki üyeleri büyük ölçüde, sırasıyla 1998 ve 2001 yıllarında İslamî aşırıcılık gerekçesiyle kapatılan Refah ve Fazilet partilerinden geliyorlar.

10) AKP’nin üst düzey yöneticileri dinî hoşgörü konusunda genel olarak yapıcı açıklamalarda bulunuyorlar. Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, 1 Mayıs 2005’teki bir konuşmasında, “İslamî geleneğin hoşgörü ve ılımlılık gibi temel ilkelerine bağlı kalarak açık görüşlü, gerçekçi ama aynı ölçüde vizyon sahibi bir yaklaşım göstermemiz önem taşımaktadır” diyerek hoşgörü ve ılımlılık çağrısı yaptı. Kısa süre önce de, Başbakan Erdoğan ve Devlet Bakanı (Diyanetten sorumlu) Mehmet Aydın genel olarak İslam âleminin durumunu eleştiren ve dinî hoşgörü ile insan haklarının önemini vurgulayan açıklamalar yaptılar.

Edelman’la kilise ziyareti yapmadılar

11) Ancak AKP hükümeti, Mayıs 2005’te kim oldukları belirtilmeyen bazı dış güçlerin İslam’ın kuyusunu kazmak için Hıristiyan misyonerleri kullandığını söyleyen bir Cuma hutbesinin Türkiye’deki camilerde okunmasını da destekledi. Devlet Bakanı Aydın, Türkiye’deki misyoner etkinliklerini “bölücü ve yıkıcı” diye etiketleyen ve misyonerlerin bu ülkede ayrılık yaratmak isteyen yabancı devletlerin organize çabasının bir parçası olduğunu ima eden bir yazılı açıklama yapıp, aynı duruşu tekrarladı. Maslahatgüzarımız bir süre önce bir nezaket ziyareti sırasında bu konuları kendisiyle konuşmak istediğinde, Aydın buna imkân tanımadı ve Büyükelçi Edelman’ın bir süre önce yangın bombası atılan bir protestan kilisesini birlikte ziyaret etme teklifine hiçbir zaman cevap vermedi.

12) Büyükelçiliğin ilişkide olduğu çok çeşitli kaynaklar, AKP’nin üst düzey yönetiminin dinî hoşgörüye inanmadığını ama sadece Batı’nın gözüne girmek ve Türkiye’nin AB üyelik başvurusunu güçlendirmek çabasıyla hoşgörüden yana göründüğünü iddia ediyorlar. AKP’nin liderleri, özellikle de Başbakan Erdoğan “İslamî terörizm” kavramını defaatle reddetti. Birçok laik Türk, AKP liderlerinin, İslam davasını ilerletmek ya da korumak adına yapıldığında etik olarak izin verilen bir tür yalan söyleme ve rol yapma (takiye kastediliyor) halinde olduğuna bizi ikna etmeye çalışıyor.

TÜRKİYE MİSYONU’NUN AŞIRICILIKLA MÜCADELE PROGRAMLARI

(Bu telgrafın 13. maddeden 26. maddeye kadar olan bölümünde, ABD’nin Türkiye’de İslamî kesimle ilişki kurmak ve “ılımlı” eğilimleri teşvik etmek amaçlı çalışmaları geniş biçimde anlatılıyor. Bu çalışmalar arasında, üniversite ve sivil toplum örgütleriyle temaslar; İslamî eğilimli gazetecilerle, AKP, Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi yetkilileriyle görüşmeler; Anadolu’nun çeşitli illerinde başlatılan İngilizce eğitim programları; ACCESS gibi burs programları; uluslararası ziyaretçi programıyla Türk vatandaşlarının ABD’de ağırlanması; Fulbright programı ve çeşitli sanatsal, kültürel etkinlikler sıralanıyor. İnternet sitemizdeki “05ANKARA6106” sayılı telgrafta, gazeteye yansıtamadığımız bu bölümün orijinal metnini bulabilirsiniz.)

26) YORUM: Türkiye’nin ılımlı, hoşgörülü ve laik bir ülke olarak tanınması büyük ölçüde Devlet’in dini, baskıcı ve otoriter bir şekilde gözlem ve baskı altında tutmasından kaynaklı. “Aşırılık yanlıları”nı hedef almak zor, zira Devlet “aşırılık yanlılarını” aktif olarak baskı altında tutuyor ve İslam’ın neredeyse tüm gayrıresmî ifadelerini yeraltına inmeye zorluyor. Türkiye, AB yolunda ilerledikçe, reform süreci, dinî ifadeyi denetim altında tutan rejimin bazı yönlerinin serbestleştirilmesini gerektirecek. Bu da İslamî aşırıcılığın daha fazla ortaya çıkmasına neden olabilir. Ama eğer Türkiye, ünlendiği gibi ılımlı, hoşgörülü ve gerçekten laik bir ülke olmak istiyorsa, açılım yapmak ve Türkiye’deki İslamî inanç ve uygulamaların gizli ve potansiyel olarak hoş olmayan gerçeklikleriyle de yüzleşmek zorunda kalacak.

2009: Washington o kadar meraklı ki

Ve günümüze iyice yaklaşıyoruz... Aleviler ve gayrımüslimlerle ilgili Amerikan gizli belgelerini yayımlamayı önümüzdeki günlere bırakarak, “İslam ve Laiklik” dosyasını, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın sorduğu sorularla bitireceğiz.

22 Temmuz 2009’da Clinton’ın onayıyla Washington’dan Ankara Büyükelçiliği’ne gönderilen telgraf, “Tarikatlar, Kürtler ve İslam ve Türkiye’de azınlık dinleri konusunda bilgi talebi” başlığını taşıyor.

Sorular öğreticidir... Söz konusu telgrafta, Bakan Clinton’ın, dönemin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’nin “acilen” cevaplamasını istediği sorular da, Washington’ın Türkiye’ye bakarken neleri gördüğü hakkında bizce çok şey anlatıyor:

TARİKATLAR

1) Bugün Türkiye’de üye sayıları ve siyasi kudretleri bakımından en güçlü İslamî cemaatler ya da tarikatlar hangileri?

2) Tarikat üyeliğinin, mesela oy kullanma tercihleri gibi siyasi eylemlerle arasındaki ilişki ne? Tarikatlar hangi işlevleri görüyor?

3) Bu gruplara üyelik nasıl işliyor? Dışarıdan birileri de bir gruba yaklaşıp katılmak isteyebilir mi, yoksa üyeler tarafından davet edilmeleri mi gerekir? İnsanlar hiç tarikatlarından ayrılırlar mı? Tarikatlar birbirleriyle nasıl geçinir ya da ilişki kurarlar ve bunu niçin yaparlar?

4) Bir tarikatın bünyesinde, İslamî kuralların farklı geleneklerine ya da ekollerine mensup olmak cemaatin genel dinamiğini nasıl etkiler? Tarikatların önde gelen üyeleri, hâmilik ilişkisi dışında da, özellikle gündem belirlemek açısından bu gruplara göre mi hareket ederler?

KÜRTLER VE İSLAM

1) Türkiye’deki tarikatların üyelerinin ne kadarı Kürtlerden oluşuyor?

2) Fethullah Gülen’in takipçileri de dahil olmak üzere, Nurcu Hareketi’ne Kürtlerin katılımı ne düzeyde? Kürtler genel olarak Gülen’e nasıl bakıyorlar?

3) Nakşibendi ve diğer geleneksel tasavvufî gruplar, özellikle Gülen Hareketi ile nasıl bir ilişki ve/veya rekabet içindeler?

4) Tarikatlar/Nurcu örgütler dindar Türklerle dindar Kürtler arasında ne ölçüde köprü oluşturuyor? Öte yandan, tarikatlar/Nurcu örgütler, Diyanet’in geleneksel Hanefi dışlayıcılığına kızarak ve kısmen de Kürt kimlik bilincinin/etnik Kürt ayrılıkçılığının körüklemesiyle, ne ölçüde retçi, “ayrılıkçı” bir İslam’ın üretildiği yerler haline geldi? Kongra-Gel (KGK) ve Demokratik Toplum Partisi (DTP) gibi laik örgütler bu eğilimlerin ne kadar farkında ve ne ölçüde bunları istismar etmeye ya da bunlara karşı harekete geçmeye çalışıyor?

5) Hizbullah’ın çeşitli cephelerde yeniden ortaya çıkması, ne ölçüde Gülen’in ve/veya AKP hükümetinin “reformist” tacizlerine karşı bir İslamî Kürt reddedişi temsil ediyor ya da yansıtıyor? Hizbullah’ın “İlim” ve (geleneksel olarak şiddet uygulamayan) “Menzil” kollarının yükselişinin nedeni ne? Kürtler, Ergenekon/Derin Devlet örgütlenmeleriyle mücadele çabaları kapsamında Hizbullah’ın ve çeşitli unsurlarının geri dönüşünü nasıl görüyor?

Türk Müslümanları ümmete entegre mi

DIŞ ETKİLER

1) Türk Müslümanlar dinî rehberlik için Türkiye dışına bakıyorlar mı ve hangi kaynaklara ya da kişilere bakıyorlar?

2) Dışarıdaki dinî etkilerin Türkiye’ye nüfuz etmesine imkân veren ne gibi mekanizmalar mevcut? İslam’ın Türk tipi olmayan biçimleri ve tezahürleri Türkiye’deki gelişmeleri ve dinî tartışmaları nasıl etkileyebilir? Türk İslamî kanaat önderleri dış nüfuza ve tecrübelere ne ölçüde açık ve bu nüfuz nasıl sağlanıyor?

3) Türk Müslümanları günümüzdeki Sünni/İslam ümmete ne kadar entegre? Türk Müslümanları, Müslüman dünyanın diğer yerlerindeki İslamî gelişmelerden (teolojik, sosyal ya da siyasi tartışmalardan) ne kadar haberdar ya da ne kadar dışlanmış bir halde?

AZINLIK DİNLERİ

1) Anti-Semitizm ve Hıristiyanlara karşı husumetin tabandaki ifadeleri, siyasetin ve medyanın önderlerince ne kadar cesaretlendiriliyor ya da caydırılıyor?

2) Lütfen bu sorulara, konu satırına C-RE9-01283 yazarak cevap veriniz.

Ankara’daki Amerikalı diplomatlar bu soruları cevapsız bırakmamış olmalı ama söz konusu cevapları içeren telgraf “WikiLeaks Türkiye Belgeleri” arasında yer almıyor.