14 Oca 2012 11:06
Son Güncelleme: 23 Kas 2018 13:13
MÜSLÜMAN MAHALLESİNDE SALYANGOZDUR HEYKEL!
Reklam dünyasının marka isimlerinden Serdar Erener, tasarım ve reklam tercihlerini, müzik, film ve dizi dünyasına hangi gözle baktığını anlattı.
Reklam dünyasının marka isimlerinden Serdar Erener MediaCat dergisinin yeni tasarım ekinin editörlüğünü üstlendi. Kapağa sadece gözlerini yerleştiren Erener’e tasarım ve reklam tercihlerini, müzik, film ve dizi dünyasına hangi gözle baktığını sorduk.
MediaCat üç ayda bir reklam dünyasından yaratıcı bir isimin editörlüğünde tasarım eki çıkarıyor. Tasarım kavramına yenilendikçe ayakları yere basan bir pencereden bakmak dertleri. Ekin editörlüğünü bu ay unutulmaz reklamların yönetmeni Serdar Erener yaptı ve okuyucuyla son beş yılın en iyi tasarımlarını paylaştı. Ekin kapağında ve iç sayfalarında Erener’in gözleri var sadece. Üzerinde hiçbir şey yazmayan, sadece görsellerden oluşan kitapçık, içindeki QR kodlarla akıllı telefon sahibi okuyucuyu, ‘tekhne-tekhne.blogspot.com’a yönlendiriyor. Blog’da Erener’in dudakları beliriyor ve tasarımları neden seçtiğini anlatıyor. Erener’le bu seçimlerini ve nedenlerini konuştuk…
Ekin üzerinde işin mahiyetini anlatan hiçbir yazı yok, sadece gözleriniz var. İşin ilgi çekici olması açısından risk değil mi bu? Beni bilen gözümden tanır mı diyorsunuz?
Yok canım beni gözümden kim niye tanısın! Ama dergi, reklamcıların dergisi. Reklamcılar da aşırı meraklı insanlar olurlar diye biliyorum. Dergilerinin içinden çıkan böyle bir şeyi merak ederler diye düşündüm. Yalnız tag raporlarından gördüğüm, herhangi bir dergi okurundan farklı değil davranışları. En çok arka kapaktakini, sonra ön kapak içindekini, sonra ilk tasarımı tag’lemişler. Sonra da aşırı meraklılar hariç bir kenara koymuşlar. Ama saygı duyduğum birkaç meslektaşımdan – başta Kurtcebe Turgul - aldığım mailler, aldığım riske değdiğini gösteriyor bana.
Çok farklı alanlarda işlere yer vermişsiniz ekte. Tasarım size ne ifade ediyor?
Tasarım kelimesi grafik tasarım, endüstriyel tasarım gibi birkaç tamlamaya sıkışmış Türkiye’de. Bence insan yapısı her şey böyle anılabilir. Ekin blog’una ‘tekhne’ adını verdik. ‘Tekhne’ eski Yunan düşüncesinde sanatla zanaatın kesişim alanındaki kabiliyetlere verilen genel isim. Seçimlerimin kapsama alanını ‘tasarım’dan daha güzel anlatıyor. Blog’da “Bu tanıma uyan şeylerden siz de ekleyin, envanter büyüsün” dedik. Bakalım ne olacak?
Kalabalıkları ilgilendirmeyen şeyleri tasarım ekine koymama kararınızı Yaşam Şaşmazer’in dehası için çiğnediğinizi söylüyorsunuz. O işler kalabalıkları neden ilgilendirmez?
Heykel, bizim hâkim kültürün benimsediği, sevdiği bir şey değil. Devletin koruduğu Atatürk heykelleri hariç sağlam bırakılmazlar. Müslüman mahallesinde salyangozdur heykel. Ama bu ‘heykelsevmez’ yerde bile iyi heykel yapan birileri var. Yaşam da o pek az kişiden biri. Birden fazla hayatım olsa birini de heykelci olarak geçirmek isterdim. Onu yapamadığım için Şaşmazer’i kıskanmakla yetiniyorum.
İdeolojiyle gerçek arasındaki mesafenin uçuruma dönüşmesini ulaşılabilir bir dille anlattığını söylediğiniz ‘Yanlış Cumhuriyet’ kitabı da var ekte. İdeolojiyle gerçek ne vakit birbirine yaklaşır?
Gerçeğin bilgisi ideolojinin yerini alırsa... Sosyalbilimcilerin ‘disenchanted’, yani gündelik hayatın büyüsünden kurtulmuş olması gerektiğini söylüyor büyük bir sosyolog. Ben de bunu yapmaya, ideolojiyi anlamaya ve gerçeği yakalamaya aynı anda çalışıyorum diyelim.
‘Üç Maymun’ filmi için “Allah’tan serbest piyasa diye bir şey var, bu yüzden festival sineması diye bir şey var” diyorsunuz. Bu tür filmlerin ilgi görmemesini serbest piyasa ve onun ideolojisine bağlayan bir görüş de var…
Serbest piyasayı serbest bırakırsanız tekelleşme olur. Anti-tekel yasa yapar uygularsanız, kurallı ve hakemli oynarsanız herkesin kazanma şansı vardır. O senin dediğin anti-piyasacılar dağıtımcıların istemediği filmin sinemalarda gösterilmediğini iddia ederler. Bu, filmin sadece bilet alarak salonda seyredildiği zamanlarda belki doğruydu. Ama bugün film, marketlerde kasa yanında satılan şey. ‘Ödüllü film’ diye bir şeyin de piyasası var artık.
Müzik için ise “Piyasaları anlamak ve etkilemek için en etkili yol” diyorsunuz. AKP’nin seçim kampanyasında kullanılan müziği son beş yılın en iyi şarkısı olarak işaret ediyorsunuz. Piyasaları bozguna uğratmanın da yolu olabilecek aykırı müzikler de dinler, sever misiniz?
Bu dediğini ‘eski popüler’in yerine ‘yeni popüler’i koymak diye anlıyorum ben. Piyasayı işlemez hale getirmeyi anlamıyorum. Bu müzikle olmaz zaten. Silah zoruyla olur. Ona da karşıyız. Piyasanın ilgilenmediği müzik dinliyor musun diye soruyorsan, evet. Benim hayatımın müziği, Beethoven’ın ölmeye yakın yaylı çalgılar dörtlüsü için yazdıkları. Kendi kendime dinliyorum. Reklama koymaya kalkmıyorum. Kendimin de bayıldığı Zara’yı koyuyoruz reklama.
“Niye hem sayıca hem kalitece bu kadar az güzel film yapılıyor bu ülkede?” diye sorup, “Anlatmanın yeri burası değil” demişsiniz. Burada anlatır mısınız peki?
Beşir Ayvazoğlu, “Bizde trajedi yoktur, mutlak iyiyle mutlak kötünün kavga ettiği masal vardır, bundan büyük roman çıkmaz” diye yazmıştı. Romanı bilmem ama bundan büyük film çıkmadığı galiba doğru. Bu bir. İkincisi, Osmanlı hayatının göz estetiğini kuranlara bak. Müslüman olanlarının geleneğinde temsili resim gözü zayıf. Gayrimüslim olanlarını da Osmanlı–Cumhuriyet paşaları halletti. Geriye göz kalmadı. Üçüncüsü, film, doğaçlama yapmakla organize olmanın çok hassas bir karışımını gerektiriyor. Bizde ikincisi hâlâ çok zayıf bir meleke. Futbola bak, sinemanın durumunu anla diyorum yani.
Uzun zamandır tiyatro ile ilişkinizin zayıfladığını, bunu da Krek’in bozduğunu söylemişsiniz. Nedir sizi Krek’te heyecanlandıran?
Üniversite kampüsünde bir cep salonunda kulakta kulaklıklar kalın bir camın ardında çok kabiliyetli iki, üç oyuncunun nefes alışlarından kaşıntılarının sesine kadar bütün varlıklarını hissederek bir tiyatro seyrediyorsunuz. Metin de metinden özgürleşerek canlandırılan da çok etkileyici. ‘Güzel şeyler bizim tarafta’ adlı oyun, beni tiyatroya geri getirdi.
“Reklamcıların sadece yüzde 1’i AKP’ye oy veriyor, ülke gerçeğiyle reklamcıların arasında yüzde 49 fark var” diyorsunuz. Reklamlarda birbirine benzer tiplerin kullanıldığını söylüyorsunuz. Bulaşık yıkamanın kadına biçilmiş bir görev olduğunu görmeye devam ettikten ya da tüm ilişkilere heteroseksüel kafayla baktıktan sonra, ‘genel’e benzemenin bize ne faydası olacak?
“Kadının yeri evidir”, “Eşcinsel komşu istemem” gibi değişmesini istediğimiz fikirleri değiştirmenin yolu reklam değil. Bunu yapmış reklam ben bilmiyorum. Reklam, insanların zaten peşinde oldukları şeylerden X marka olanının Z marka olanından daha iyi olduğunu hissettirmek için var. Reklamın bundan daha fazlasını yapmasını istemek de yaptığını zannetmek de hiçbir şeyden hiçbir şey anlamamak bence. Bilim gösterdi: İnsanlara kendileriyle ilgili hayallerinin gerçekleşmiş en parlak halini, yani ünlüleri gösterirsen bakarlar. Kendilerini olduğu gibi gösterirsen yine bakarlar. Onlara plastik bir hayali gösterirsen bakmazlar. İstanbul reklamcılığı orada çalışanların hayallerinin gerçekleşmiş hallerini göstermeye çalışıyor ve bu çoğu zaman plastik. Çünkü pazarlama yöneticileriyle reklamcılar aynı insanlar. Türkiye’deki bir kültür azınlığını temsil ediyorlar. Bu değişse ticaret için iyi olur diyorum. Yoksa son Mini Cooper faciası gibi şeyler oluyor işte.
Masumiyet Müzesi’nde geçen ve müzede yer alacak olan 70’lerde geçen gazoz reklamını siz çektiniz. Orhan Pamuk’un dünyasına girmek mi, Nuri Bilge Ceylan’ın evine girmek mi daha kolaydı?
Orhan Pamuk’un dünyasına girmek daha kolay. Çünkü konuşuyor. Hatta çok konuşuyor. Nuri Bilge ile aynı üniverstede okuduk, o zaman hiç konuşmadık, onun zaten kimseyle konuştuğunu da görmedim. O zaman da harika fotoğraflar çekerdi, sonra bu memlekette benim en büyük şaşkınlık ve hayranlıkla izlediğim sinema yönetmeni oldu. Bu arada bir taraftan fotoğraf çekmeye de devam etti. İyi ki de devam etti. Bana göre son beş yılda Türkiye’de onun gibi fotoğraf çeken de çıkmadı. Doğuda boş bir asfaltın bir tarafından öbür tarafına başı hafif önde yürüyerek geçen köpek fotoğrafı bana kendi köpekliğimi ve hayatın kısalığını anlattığı için evine kadar gittim o fotoğrafı aldım duvarıma astım. O gün de benle konuşmadı.
Behzat Ç için “Bu, dizi aleminin en ayrık otu” diyorsunuz. Nedir sizi böyle düşündüren?
Ekteki videoda da dediğim gibi, diziler arasında en sahici, en samimi, en anti-kahramanla dolu olanı
MediaCat üç ayda bir reklam dünyasından yaratıcı bir isimin editörlüğünde tasarım eki çıkarıyor. Tasarım kavramına yenilendikçe ayakları yere basan bir pencereden bakmak dertleri. Ekin editörlüğünü bu ay unutulmaz reklamların yönetmeni Serdar Erener yaptı ve okuyucuyla son beş yılın en iyi tasarımlarını paylaştı. Ekin kapağında ve iç sayfalarında Erener’in gözleri var sadece. Üzerinde hiçbir şey yazmayan, sadece görsellerden oluşan kitapçık, içindeki QR kodlarla akıllı telefon sahibi okuyucuyu, ‘tekhne-tekhne.blogspot.com’a yönlendiriyor. Blog’da Erener’in dudakları beliriyor ve tasarımları neden seçtiğini anlatıyor. Erener’le bu seçimlerini ve nedenlerini konuştuk…
Ekin üzerinde işin mahiyetini anlatan hiçbir yazı yok, sadece gözleriniz var. İşin ilgi çekici olması açısından risk değil mi bu? Beni bilen gözümden tanır mı diyorsunuz?
Yok canım beni gözümden kim niye tanısın! Ama dergi, reklamcıların dergisi. Reklamcılar da aşırı meraklı insanlar olurlar diye biliyorum. Dergilerinin içinden çıkan böyle bir şeyi merak ederler diye düşündüm. Yalnız tag raporlarından gördüğüm, herhangi bir dergi okurundan farklı değil davranışları. En çok arka kapaktakini, sonra ön kapak içindekini, sonra ilk tasarımı tag’lemişler. Sonra da aşırı meraklılar hariç bir kenara koymuşlar. Ama saygı duyduğum birkaç meslektaşımdan – başta Kurtcebe Turgul - aldığım mailler, aldığım riske değdiğini gösteriyor bana.
Çok farklı alanlarda işlere yer vermişsiniz ekte. Tasarım size ne ifade ediyor?
Tasarım kelimesi grafik tasarım, endüstriyel tasarım gibi birkaç tamlamaya sıkışmış Türkiye’de. Bence insan yapısı her şey böyle anılabilir. Ekin blog’una ‘tekhne’ adını verdik. ‘Tekhne’ eski Yunan düşüncesinde sanatla zanaatın kesişim alanındaki kabiliyetlere verilen genel isim. Seçimlerimin kapsama alanını ‘tasarım’dan daha güzel anlatıyor. Blog’da “Bu tanıma uyan şeylerden siz de ekleyin, envanter büyüsün” dedik. Bakalım ne olacak?
Kalabalıkları ilgilendirmeyen şeyleri tasarım ekine koymama kararınızı Yaşam Şaşmazer’in dehası için çiğnediğinizi söylüyorsunuz. O işler kalabalıkları neden ilgilendirmez?
Heykel, bizim hâkim kültürün benimsediği, sevdiği bir şey değil. Devletin koruduğu Atatürk heykelleri hariç sağlam bırakılmazlar. Müslüman mahallesinde salyangozdur heykel. Ama bu ‘heykelsevmez’ yerde bile iyi heykel yapan birileri var. Yaşam da o pek az kişiden biri. Birden fazla hayatım olsa birini de heykelci olarak geçirmek isterdim. Onu yapamadığım için Şaşmazer’i kıskanmakla yetiniyorum.
İdeolojiyle gerçek arasındaki mesafenin uçuruma dönüşmesini ulaşılabilir bir dille anlattığını söylediğiniz ‘Yanlış Cumhuriyet’ kitabı da var ekte. İdeolojiyle gerçek ne vakit birbirine yaklaşır?
Gerçeğin bilgisi ideolojinin yerini alırsa... Sosyalbilimcilerin ‘disenchanted’, yani gündelik hayatın büyüsünden kurtulmuş olması gerektiğini söylüyor büyük bir sosyolog. Ben de bunu yapmaya, ideolojiyi anlamaya ve gerçeği yakalamaya aynı anda çalışıyorum diyelim.
‘Üç Maymun’ filmi için “Allah’tan serbest piyasa diye bir şey var, bu yüzden festival sineması diye bir şey var” diyorsunuz. Bu tür filmlerin ilgi görmemesini serbest piyasa ve onun ideolojisine bağlayan bir görüş de var…
Serbest piyasayı serbest bırakırsanız tekelleşme olur. Anti-tekel yasa yapar uygularsanız, kurallı ve hakemli oynarsanız herkesin kazanma şansı vardır. O senin dediğin anti-piyasacılar dağıtımcıların istemediği filmin sinemalarda gösterilmediğini iddia ederler. Bu, filmin sadece bilet alarak salonda seyredildiği zamanlarda belki doğruydu. Ama bugün film, marketlerde kasa yanında satılan şey. ‘Ödüllü film’ diye bir şeyin de piyasası var artık.
Müzik için ise “Piyasaları anlamak ve etkilemek için en etkili yol” diyorsunuz. AKP’nin seçim kampanyasında kullanılan müziği son beş yılın en iyi şarkısı olarak işaret ediyorsunuz. Piyasaları bozguna uğratmanın da yolu olabilecek aykırı müzikler de dinler, sever misiniz?
Bu dediğini ‘eski popüler’in yerine ‘yeni popüler’i koymak diye anlıyorum ben. Piyasayı işlemez hale getirmeyi anlamıyorum. Bu müzikle olmaz zaten. Silah zoruyla olur. Ona da karşıyız. Piyasanın ilgilenmediği müzik dinliyor musun diye soruyorsan, evet. Benim hayatımın müziği, Beethoven’ın ölmeye yakın yaylı çalgılar dörtlüsü için yazdıkları. Kendi kendime dinliyorum. Reklama koymaya kalkmıyorum. Kendimin de bayıldığı Zara’yı koyuyoruz reklama.
“Niye hem sayıca hem kalitece bu kadar az güzel film yapılıyor bu ülkede?” diye sorup, “Anlatmanın yeri burası değil” demişsiniz. Burada anlatır mısınız peki?
Beşir Ayvazoğlu, “Bizde trajedi yoktur, mutlak iyiyle mutlak kötünün kavga ettiği masal vardır, bundan büyük roman çıkmaz” diye yazmıştı. Romanı bilmem ama bundan büyük film çıkmadığı galiba doğru. Bu bir. İkincisi, Osmanlı hayatının göz estetiğini kuranlara bak. Müslüman olanlarının geleneğinde temsili resim gözü zayıf. Gayrimüslim olanlarını da Osmanlı–Cumhuriyet paşaları halletti. Geriye göz kalmadı. Üçüncüsü, film, doğaçlama yapmakla organize olmanın çok hassas bir karışımını gerektiriyor. Bizde ikincisi hâlâ çok zayıf bir meleke. Futbola bak, sinemanın durumunu anla diyorum yani.
Uzun zamandır tiyatro ile ilişkinizin zayıfladığını, bunu da Krek’in bozduğunu söylemişsiniz. Nedir sizi Krek’te heyecanlandıran?
Üniversite kampüsünde bir cep salonunda kulakta kulaklıklar kalın bir camın ardında çok kabiliyetli iki, üç oyuncunun nefes alışlarından kaşıntılarının sesine kadar bütün varlıklarını hissederek bir tiyatro seyrediyorsunuz. Metin de metinden özgürleşerek canlandırılan da çok etkileyici. ‘Güzel şeyler bizim tarafta’ adlı oyun, beni tiyatroya geri getirdi.
“Reklamcıların sadece yüzde 1’i AKP’ye oy veriyor, ülke gerçeğiyle reklamcıların arasında yüzde 49 fark var” diyorsunuz. Reklamlarda birbirine benzer tiplerin kullanıldığını söylüyorsunuz. Bulaşık yıkamanın kadına biçilmiş bir görev olduğunu görmeye devam ettikten ya da tüm ilişkilere heteroseksüel kafayla baktıktan sonra, ‘genel’e benzemenin bize ne faydası olacak?
“Kadının yeri evidir”, “Eşcinsel komşu istemem” gibi değişmesini istediğimiz fikirleri değiştirmenin yolu reklam değil. Bunu yapmış reklam ben bilmiyorum. Reklam, insanların zaten peşinde oldukları şeylerden X marka olanının Z marka olanından daha iyi olduğunu hissettirmek için var. Reklamın bundan daha fazlasını yapmasını istemek de yaptığını zannetmek de hiçbir şeyden hiçbir şey anlamamak bence. Bilim gösterdi: İnsanlara kendileriyle ilgili hayallerinin gerçekleşmiş en parlak halini, yani ünlüleri gösterirsen bakarlar. Kendilerini olduğu gibi gösterirsen yine bakarlar. Onlara plastik bir hayali gösterirsen bakmazlar. İstanbul reklamcılığı orada çalışanların hayallerinin gerçekleşmiş hallerini göstermeye çalışıyor ve bu çoğu zaman plastik. Çünkü pazarlama yöneticileriyle reklamcılar aynı insanlar. Türkiye’deki bir kültür azınlığını temsil ediyorlar. Bu değişse ticaret için iyi olur diyorum. Yoksa son Mini Cooper faciası gibi şeyler oluyor işte.
Masumiyet Müzesi’nde geçen ve müzede yer alacak olan 70’lerde geçen gazoz reklamını siz çektiniz. Orhan Pamuk’un dünyasına girmek mi, Nuri Bilge Ceylan’ın evine girmek mi daha kolaydı?
Orhan Pamuk’un dünyasına girmek daha kolay. Çünkü konuşuyor. Hatta çok konuşuyor. Nuri Bilge ile aynı üniverstede okuduk, o zaman hiç konuşmadık, onun zaten kimseyle konuştuğunu da görmedim. O zaman da harika fotoğraflar çekerdi, sonra bu memlekette benim en büyük şaşkınlık ve hayranlıkla izlediğim sinema yönetmeni oldu. Bu arada bir taraftan fotoğraf çekmeye de devam etti. İyi ki de devam etti. Bana göre son beş yılda Türkiye’de onun gibi fotoğraf çeken de çıkmadı. Doğuda boş bir asfaltın bir tarafından öbür tarafına başı hafif önde yürüyerek geçen köpek fotoğrafı bana kendi köpekliğimi ve hayatın kısalığını anlattığı için evine kadar gittim o fotoğrafı aldım duvarıma astım. O gün de benle konuşmadı.
Behzat Ç için “Bu, dizi aleminin en ayrık otu” diyorsunuz. Nedir sizi böyle düşündüren?
Ekteki videoda da dediğim gibi, diziler arasında en sahici, en samimi, en anti-kahramanla dolu olanı