Müslüm Gürses'in eşi Muhterem Nur ilk kez anlattı: 12 yaşında tecavüze uğradım!
Rahmetli şarkıcı Müslüm Gürses'in eşi Muhterem Nur, "12 yaşında tecavüze, 14 yaşında enişte tacizine uğradım" diyerek yaşadığı acıları ilk kez anlattı
Bir dönem sinemanın, sahnelerin yıldızı olan Müslüm Gürses’in eşi
Muhterem Nur’un hayatı kitaba aktarıldı.
Asıl adı Olga olan, bebekken ölüme terk edilen, 12 yaşında
tecavüze, 14 yaşında enişte tacizine uğrayan ve kitabın adında
yazdığı gibi ‘ömrünce ağlayan’ ancak her zaman dimdik duran bir
kadının hikâyesi bu.
Hürriyet'ten İpek Özbey Muhterem Nur ile buluştu, “Artık gerçekler
bilinsin” diyerek anlattığı acılarını, bitmeyen sızısını
paylaştı.
İşte o röportaj:
- Kitabın adı ‘Ömrümce Ağladım’. Sahiden de ömrünüzce
ağlamışsınız. Hayatınızı anlatmaya nasıl karar
verdiniz?
Biliyorsunuz, insanlar unutuluyor. Böyle bir kitap yazdığım zaman
belki 20-30 sene sonra arkadan gelenler bizi hatırlar, belki “Bir
Muhterem Nur varmış” der. Yeğenlerim çocuklarına anlatır.
- Çok zor bir hayat yaşamışsınız. Aslında dramınız
doğumunuzla başlıyor. Biz de oradan başlayalım. Nerede doğdunuz,
nasıl doğdunuz, anlatır mısınız?
Ben dünyaya doğmakla hata yapmışım. Veya beni doğuran hata yapmış.
Annem okul zamanında hocasıyla bir arkadaşlık kuruyor. Evli bir
adammış. Ben onun resmini bile görmedim.
- Hiç merak etmediniz mi?
Hayır merak etmedim, çünkü annem 16 yaşında onun yüzünden ölmüş.
Eğer anneme sahip çıksaymış, “Ben evliyim, çocuğum var” diye
doğruyu söyleseymiş annem ölmeyecekmiş. Kim olsa o yaşta âşık olur.
Bir de üstelik hamile kalmış.
- Aileden kimse biliyor mu hamile kaldığını?
Hocası ona yüz çevirince arkadaşına söylemiş hamile olduğunu. Zaman
da geçiyor bir yandan. Arkadaşı da çocuk tabii, herkese söylemiş.
Büyükbabamı Kosova’dan çağırıyorlar, Belgrad’a geliyor.
- Bu arada babanız nerede?
Ortadan kayboluyor. Büyükbabam onun evine gidiyor, karşısına
çocuklu bir kadın çıkıyor. “Eşim yok” diyor. Sonra büyükbabam
annemin yanına gidiyor, onun kolundan tutarak sürüklüyor, evimize
götürüyor. Kimsenin bilmesini istemediği için aşağıdaki şarap
mahzenine kapatıyor, “Doğum yapana kadar burada kalacaksın”
diyor.
- Hamile bir kadını mahzene bırakıyor, öyle
mi?
Evet, düşünün. Camı penceresi olmayan, hava almayan bir yere. O
günden sonra annem Şira, mahzenin soğuğuna mahkûm oluyor.
Ablalarının gizli gizli verdiği yemekler dışında boğazından tek bir
lokma geçmiyor. Altı ayı doldurmak üzereyken sancısı tutuyor.
Çığlıkları mahzeni inletiyor. Evdekiler yılbaşı gecesi olduğu için
sofradalar. Teyzem Şivga şarap alma bahanesiyle kardeşine bakmak
için mahzene iniyor. Annem yerde yatıyor, ben doğuyorum. Ailenin
ebesi Raziye’yi çağırıyorlar. Büyükbabam ona diyor ki, “Al bunu,
karların ortasına bırak”.
- Ölüme mi terk ediyor?
Evet, “Hayvanlar yesin” diyor. O zaman ölseydim hiçbir şey
duymayacaktım, şimdi bin kere ölüyorum, çok şey duyuyorum. Keşke o
zaman ölseydim. Alıyor kadıncağız beni bir Türk camisine götürüyor.
Merdivenin başına bırakıyor ki, namaz kılmaya gelenler görsünler.
Karşı evin bahçesine saklanıp gözlüyor. Ama kimse bakmıyor, kar,
tipi üstümü kaplamış. Kadıncağız yeniden gelip beni alıyor.
- Sonra nereye götürüyor?
Kendi evine. Hiç değilse birkaç gün bakabilir diye. Aklına
Manastır’dan tanıdığı Havva geliyor. Dul bir kadın. Biraz para
karşılığında alıyor beni. Üç aylıkken kaybettiği yavrusunun yerine
koyuyor, seviyor.
- Peki sizin adınızı ne koyuyorlar?
Teyzem, Raziye’ye “Bebeği kime teslim ettiysen söyle, adını ‘Olga’
koysun” diyor.
- Teyzeniz sizi neden yanına almıyor?
Çatışmalı günlerin bitmesini bekliyor. 1938’de göçler başlıyor. İki
teyzem Türkiye’ye doğru yola çıkıyor. Tekirdağ’a geliyorlar. Göç
yolunda tanıştığı iki Türk erkekle evleniyorlar. Ve adları Şevkiye
ile Bedriye oluyor. Ve yoksulluk da başlıyor.
- Oysa Kosova’da başka bir hayatları var değil
mi?
Tabii, büyükbabam çok zengin. Kosova’nın en engin adamı, bana
faydası olmayan bir zenginlik. Kumaş fabrikası varmış. Ama insanlar
tarafından pek sevilmeyen biriymiş. Görseydim keşke onu.
- Sonra…
Sonra o kadın ölüyor. Şevkiye Teyzem beni yanına aldırmaya karar
veriyor. İki yaşındayım. Beni kaçak sokuyorlar Türkiye’ye.
Tekirdağ, sonra da Eyüp Sultan’a geliyoruz. Bu arada ben hiç
konuşmuyorum. 1947’de 7 yaşındayken teyzemin oğlu oluyor, kardeşim
dediğim Mehmet dünyaya geliyor. Sonra kocası ölüyor ve bir süre
sonra “Tek başına bir kadın, hem de gavur! Yalnız kalmasın”
demişler. Bir daha evleniyor.
- Okula başladınız mı?
Evet ama nüfus cüzdanı gerekiyordu. Muhtar hallediyor. 1930’da ölen
Keşanlı Kamber Hasan Kısa’nın adı yazılıyor baba haneme. Adım da
Muhterem oluyor, Muhterem Kısa.
- Sevdiniz mi okulu?
Çok seviyordum. Ama sessiz bir çocuktum. Bana öğrenciler ‘dilsiz’
ya da ‘gavur’ diyordu. Ortaokulda beni herkese karşı koruyan Hakkı
Öğretmen’i çok seviyordum.
- Okulu bitirdiniz mi?
Bitiremedim.
- Neden?
Bir pazar günü teyzemin Rami’de oturan arkadaşına gittik. Bir
gecekondu mahallesiydi. Bir yanı inşaat bölgesiydi. Evin
çocuklarıyla sokakta oynamaya çıktım. Başıma bir kaza geldi. Bütün
aileler çocuklarına dikkat etmeli. Gün oluyor dalıyorlar, çocuklar
dışarıda oynuyor, neredeler, başlarına ne geldi haberleri
olmuyor.
- Sizin başınıza ne geldi?
Saklambaç oynuyorduk. İnşa edilmekte olan duvara yüzümü dönüp
saymaya başladım: “1-2-3…” Bir sessizlik oldu. Yavaşça arkama
döndüm. Karşımda dev gibi bir adam gördüm. Tam bağıracakken, yüzüme
sert bir tokat indirdi. Elleriyle ağzımı kapattı. Ne kadar
çırpınsam da fayda etmedi.
- Tecavüz mü etti?
Henüz 12 yaşındaydım ve evet tecavüze uğradım. Balat hastanesinde
gözümü açtım. Beni gecekonduları için toprak almaya gelen kadınlar
bulmuş. Bir bakıyorlar, iki tane ayak, belden aşağı bir çocuk.
Bayılmışım, herhalde kafamı taşa vurmuşum. Kendime geldiğimde çok
utandım. Okula gidemedim.
- Utandığınız için okulu mu bıraktınız?
Evet, bir gazeteye manşet olmuştum. “Eyüp’te bir kız çocuğuna
tecavüz edildi” diye haberler çıkmıştı. Seviyordum okumayı,
öğretmenlerimi seviyordum ama utanıyordum, bir daha gidemedim.
- Bu ülkede her gün kadınlar tecavüze, tacize uğruyor. Bu
haberleri izlediğinizde ne yaşıyorsunuz?
Hepsine çok üzülüyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Bunu yapanlara
en büyük cezanın verilmesini istiyorum. Münevver Karabulut ve
Özgecan cinayetlerine bakın. Çok üzüldüm, dünyanın en güzel
çocukları böyle gidiyor.
- Sizin hayatınıza bu olay nasıl yansıdı?
Herkesten utandım.
- Erkeklerle ilişkinizi etkiledi mi?
Etkilemez mi? Ben erkeklerden nefret ettim. 18 yaşıma kadar bir tek
erkek istemedim ki yanıma yaklaşsın.
- Korktunuz mu?
Hem korktum hem garip geldi. Hiç düşünmedim. İnsanın sonra neyse ki
duyguları değişiyor. Benden epey büyük bir adama karşı zaafım
oldu.
- Memduh Ün’den bahsediyorsunuz?
Evet. Birlikte filmler yaptık.
- Atlamadan gidelim. Tecavüze uğruyorsunuz ama bitmiyor.
Bir de teyzenizin ikinci kocasıyla problem
yaşıyorsunuz…
O da çok kötüydü. Çünkü o problem Eyüp Sultan’da başladı. Adam çok
alkol alıyordu. Annem işe gidince bana saldırıyordu. Ama bir şey
yapmadı. Ayıp yerlerini göstermeye başladı. Ben çok
korkuyordum.
- Tecavüzden ne kadar sonra?
13-14 yaşına kadar çok rahatsız etti. Edep yerini gösteriyordu
bana. Çok tedirgindim. Tecavüze kalkıştı ama annem yakaladı ve onu
dışarı attı. O yüzden anneme hayatımı adadım.
- Sonra annenizle birlikte bir hayat mücadelesine
başlıyorsunuz.
Mahallemizde bir Yıldız Abla vardı, sahneye çıkıyordu. Onu
izliyordum. Ne kadar güzel elbisesi varsa ipe asıyor, gösteriş
yapıyordu. “Yıldız abla bunları nereden aldın” diye sorunca “Gel
seni de Beyoğlu’na götüreyim” dedi. O güne kadar gecekondudan ve
Eyüp Sultan’dan başka yere gitmemiştim, rüya gibiydi. Üzerimde okul
önlüğüm vardı, zaten başka giyecek bir şeyim yoktu.
- Etkilendiniz mi?
Evet. Tüm binalar çok yüksek geliyordu.
- Sonra bir daha gittiniz mi?
Tabii. Mahalle ve okul arkadaşım Zeren ile gittik ikinci kez. O gün
hayatım değişecekti.
- Nasıl?
Gazetede ‘artist aranıyor’ ilanını görmüştüm. Otobüse bindik,
gittik. Ağa Cami önünde bir adamla karşılaştık. Bir sağıma bir
soluma baktı, “Çok güzel burnunuz var” dedi. Korktum. Eyvah beni
kaçıracaklar diye düşündüm. Adam dedi ki, “Ben sanatçıyım, senaryom
var”. Ertesi gün giyinip tek başına film şirketine gittim. Ve
filmlerde oynamaya başladım.
- Hayatınıza zamanla Memduh Ün giriyor. Fakat ondan
ayrılmak istiyorsunuz. O da size ‘Şöhretin biter’ diyor,
ayrılmıyorsunuz...
10-11 filminde başrol oynadım, beraber çalıştık. Bana hep akıl
veriyordu, benden ayrılırsan düşersin diye. Ben de korkuyordum.
Fakat bu adam kıskançtı, hırpalıyordu beni. Saçımın içinden
kesiyordu mesela. Benden hırsını öyle alıyordu.
- Neden?
Funda filmini oynadım. Ahmet Mekin’den kıskandı. Kenan Pars’tan
kıskandı. Çok hırpaladı. Yok diz kapağımdan aşağısı açılmış. Yani o
kadar rahatsız ediyordu ki, nefret ediyordum artık. Son filmi
çekeceğiz, “Bu bitsin, ayrılalım” dedim. Baktım kadroda yokum
ertesi gün. “Niye beni çıkardın” dedim. “Fatma’yı alacağız (Girik)”
dedi. “İyi” dedim. Zaten yalnız kalmayı dört gözle bekliyordum.
Ayrıldık.
- Şöhret sizin için çok mu önemliydi?
Şöhretim uçacak diye korkuyordum. Bugünkü kadar kolay da değildi
şöhret olmak. Bizim okulumuz yoktu. Annem para biriktiriyordu.
Mesleğim hem kolay hem zevkliydi. Âşık oldum mesleğime. O bitti mi
ben biterim diye düşünüyordum. Evlenmeyi hiç düşünmedim.
- Ama evlendiniz. Hem de bir aşk evliliği
değildi…
Artist dergisinden Recep Ekicigil, “Evlendin diye dergiye kapak
olursun, çok iyi reklamın olur” diyerek beni evliliğe ikna etti. O
zamanlar sinemada durgunluk var, herkes reklam peşinde. Işın Kaan
Köseoğlu’yla onun yedek subaylık yaptığı Kars’ta evlendik. Ben
meşhurum bu arada, Kars’ta el üstünde karşılandım. Ama yine de
şaşkındım nasıl evlendiğime.
- Karı-koca hayatı yaşadınız mı?
Yok, öyle bir şey yaşamadık. Benim hoşuma gitmeyen varlık budalası
biri. Ama ailesi çok iyiydi. Bu çocuk nasıl böyle küstah çıkmış
bilmiyorum. Durmadan içiyordu. Ben de çocukluğumu hatırlıyor,
içkili eniştemin yaptıkları aklıma geliyordu. Sonra zaten
İstanbul’a film çekimi için geldim, bir daha dönmedim.
KAFAMI GÖZÜMÜ DE KIRSA BEN BUNU DÜZELTECEĞİM!
- Neden Müslüm Gürses dışında beraber olduğunuz erkekler
sizin sırtınıza bu kadar yük oldu?
Ben çok enayiyim. Merhametli biriyim. İnsan karşımda süklüm püklüm
durunca sevmesem de üzülüyorum. Karşımdaki de kurnaz işte.
- Pişman oldunuz mu?
Hayatımın en büyük yükleriydi.
- Siz hiç mutlu oldunuz mu?
Tabii. Müslüm (Gürses) ile geçen her günüm güzeldi.
- Aslında o da size şiddet gösteriyor.
İçtiğinde evet. Kaburgalarımı kırıyor, saçlarımı eline doluyor. Ama
sonra kendine gelince çok üzülüyordu. “Elim kırılsaydı yapmasaydım”
diyordu. O, “Elim kırılsın” dediğinde benim içim sızlıyordu.
“Olsun” diyordum, “Kafamı gözümü de kırsa ben bunu düzelteceğim!”
Öfkesini, o acı şarkılar eşliğinde içtiği içkinin nedenini
anlıyordum. Müslüm’ün hikâyesi dramatikti. Ben onu
bırakmayacaktım.
- İçkiden nefret ediyorsunuz ama hep karşınıza
çıkıyor.
Nefret ediyordum, çünkü içki bana hep üvey babamı
hatırlatıyordu.
- Zaman her şeyin ilacı oldu mu?
Geride kalanlar benim için pislikti.
- Nasıl bir hayatınız olsun isterdiniz?
Benim düşündüğüm hayat kocamla bulduğum hayattı. Keşke Müslüm ilk
yıllarıma gelseydi, ben onu sahneye de o kadar yormazdım. Ama yazık
ki çok geç zamana tesadüf etti. Yaşı benden çok küçük. Ama benden
büyükmüş gibi çekinirdim. Olgun bir adamdı. Sert görünümlüydü ama
çok merhametliydi.
- Beraber en çok ne yapmayı severdiniz?
Seyahat etmeyi severdik. Çünkü kendimizi buluyorduk. Dilediğim gibi
kocama sarılıp dolaşamıyordum, utanıyordum. Şimdi asla yurtdışına
gidemiyorum. Zaten onun yanına gömülmek için de hiçbir yere
gitmiyorum.
İki acılı insanın hayatının kesişmesiydi Gürses ve Nur’un aşkı.
Birlikte oldukları 33 yıl boyunca birbirlerinin acılarını
onardılar…
KİTABIN YAZARI GÜLŞEN İŞERİ: BU ACIYI KEMİKLERİME KADAR
HİSSETTİM
- Muhterem Nur ile ne zaman, nerede tanıştınız?
Sanıyorum 2013 yılının Eylül ayıydı. Yani Müslüm Gürses’in ölümünün
üzerinden 6 ay geçmişti. Bir proje geldi bana: Müslüm Gürses
filmi... Benden Müslüm Gürses hakkında araştırma ve röportaj yapmam
istendi. Bunun için de ilk başvuracağım kişilerden biri Muhterem
Nur’du. İlk buluşmamız Bahçelievler tarafında bir kafede oldu. O
zamanlar Muhterem Nur Bakırköy’de oturuyordu. O gün aslında hiçbir
bir şey konuşmadık. Birbirimizi tanımaya çalıştık, çünkü bu bir
günlük bir röportaj değildi. Bir sonraki hafta tekrar buluştuk, bir
baktım ki üzerinden bir yıl geçmiş. Müslüm Gürses’in hayatına
dokundukça Muhterem Nur’un hayatının içinde buldum kendimi. Her
ikisinin hayatındaki acılara baktım, baktıkça derin bir hikâyeye
döndü anlatılanlar...
- Kitabı yapmaya nasıl karar verdiniz?
Müslüm Gürses filminin senaryosunu Hakan Günday yazdığında biz
Muhterem Nur’la farklı bir yola girdik. 1940’larda Kosova’da
başlayan bir kadın hikâyesi vardı. Bu ülkede unutulan, yok sayılan
bir kadın hikâyesi. Var olma savaşı vermiş, kendini var etmek için
mücadele etmiş bir kadın hikâyesi... Çocukluğu yoksullukla geçmiş,
genç kız olma çağında vahim bir olay yaşamış, ardından sinema,
sinemadaki sömürünün en somut örneği bir kadın... Evet, bir
Muhterem Nur kitabı için yola çıkmadım ama aradan geçen zaman
diliminde Muhterem Nur “Benim hayatımı kitap yapar mısın” dediğinde
o kadar gururlandım ki! Çok zor olacağını bile bile “Tamam” dedim.
Yaşadıklarını bildiğim için nasıl kaldırabilirim bu süreci diye
evet, çok düşündüm.
- Neler yaşadınız birlikte?
Öncelikle yaşadıklarından dolayı güvenini kazanmak çok zaman aldı.
Evinde kalmaya başladığımda her ikimiz de birbirimize çok güvendik.
Ben Sarıyer’de oturuyorum, Muhterem Nur, Müslüm Gürses’in ölümünün
ardından Beylikdüzü’ne taşındı. O uzun yolda düşündüğüm tek şey
vardı: Bu hikâyede Muhterem Hanım’ı üzüyor muyum? Sonrasında
anlatmasının kendisine çok iyi geldiğini gördüm. Ağladı, üzüldü...
Birlikte geçirdiğimiz zamanlarda neredeyse her pazar mezarlığa
gittiğimizde ve mezarı başına oturduğunda birbirlerine nasıl
sarıldıklarını gördüm. Muhterem Nur o mezar taşına tutunmuştu ve
oradan güç alıyordu.
- Zorlukları neydi?
Burada iki şey vardı: Müslüm Gürses hikâyesi ve Muhterem Nur’un
hikâyesi. Bana emanetti, bu çok ağırdı! Her konuşma sonrasında
geceleri hiç uyuyamadım. Ben mezarlıklara gitmem genelde, ama
Müslüm Gürses’in mezarında buldum kendimi. Muhterem Nur’un onun
mezarı başında gözyaşı dökmesine tanıklık ettim. Bir mezar taşı kaç
gözyaşına denk gelir bilmem ama bu acıyı kemiklerime kadar
hissettim. Bu acının da ötesinde az önce söylediğim gibi bir
kadının var olma savaşıydı bu ve bu savaştan her şeye rağmen güçlü
bir kadın çıkmıştı. Evet zordu, bir kadın olarak Muhterem Nur’un
hayatına dokunmak sadece beni yakmadı kavurdu da... Meslek hayatım
boyunca insan hikâyesine önem verdim, çok kişinin hikâyesini
yazdım, onlarla birlikte ağladım ama Muhterem Nur’un hikâyesi
Türkiye’nin her dönemine denk gelen bir hikâyeydi. Balkanlar
Savaşı, Türkiye’deki yoksulluk, gecekondu, sinema sektörünün
sömürüsü ve ‘erkek’ bir dünyaya karşı kadınların verdiği mücadele;
zordu tabii...
KİTAPTAN…
YERİNİ FATMA GİRİK ALDI
Üç Arkadaş filmi Muhterem Nur’un sadece star olmasına değil, Memduh
Ün’le arasının açılmasına da neden olacaktı. Ün, Muhterem Nur’u
Fikret Hakan’dan kıskanmıştı. Artık birlikteliklerinde çatlaklar
oluşmaya başlamıştı. Muhterem Nur filmde diz kapağının üzerinde
etek giymişse evde kıyamet kopuyordu. Artık bunalmıştı; “Göğsünün
düğmesi niye açık, bacağın niye açık? Fikret Hakan ile aranda ne
var?” gibi sorular onu yavaş yavaş soğutmuştu Memduh Ün’den. Bu
kıskançlıklar yüzünden Muhterem Nur’un saçlarını tutam tutam
kesmişti. (…) Murada Ereceğiz adlı filmin hazırlıkları devam
ederken Muhterem Nur da filmde oynayacağını zannediyordu. (…) Ancak
filmde oynaması için Fatma Girik’le anlaşma yapmıştı Memduh Ün. (…)
Yıllarca Fatma Girik’in Muhterem Nur’a söylediği şey gerçek
olmuştu: “Bir gün sevgilini elinden alacağım.”
MÜSLÜM GÜRSES İLE BİRLİKTELİK
Londra turnesi için yola çıktıklarında, Müslüm Gürses’in öfkeli
yapısını tanımıştı Muhterem Nur ama o öfkenin kendisine yönelik
fiziksel şiddete uzanacağını tahmin etmiyordu. Müslüm Gürses o
dönemler alkolü iyice artırmıştı. Alkol alınca bambaşka bir adama
dönüşüyordu. Muhterem Nur onun bu hallerine üzülüyordu. İstese
ayrılırdı ama onu bu kurtlar sofrasında bırakmaya gönlü
elvermiyordu. (…)
Londra’da çok lüks bir gazinoda sahne aldılar. Sahne sonrası alkol
aldı Müslüm Gürses. Pansiyona doğru giderken sert bir şekilde
Muhterem Nur’a vurdu. Herkes şaşkındı. Yere kapaklandı Muhterem
Nur, dizleri paramparça oldu. Ayağa kalkıp kaçmaya başladı, Müslüm
Gürses de peşinden. (…) Arkadan koşarak gelen Müslüm bağırıyordu:
Öldüreceğim seni!