02 Eyl 2021 12:44 Son Güncelleme: 02 Eyl 2021 12:52

Murat Belge, ''Atatürkçülere yakınım'' dedi

Çözüm sürecinde Akil İnsanlar Heyeti’nde yer alarak AKP’yi destekleyen, Abant toplantılarına katılıp FETÖ’nün yanında yer alan eski Taraf gazetesi yazarı Murat Belge bu kez de “Atatürkçülere yakınım” ifadesini kullandı.

T24 yazarı Murat Belge bugün “30 Ağustos ve Atatürk” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Belge yazısında, “Kendi durduğum yerden çatışan taraflara ve genel duruma baktığımda Atatürk’e karşı tavır alan cephenin herhangi bir rasyonel diyaloğa çok daha uzak olduğunu gözlemliyorum. Şu sırada siyasi iktidarı ellerinde tutuyor olmalarının da bundan önemlice bir payı var sanıyorum. “İktidar” denen aracı kullanarak, bunca yıldır her türlü kötülüğü üzerine yüklemeye alıştıkları bir “bela”dan kurtulabileceklerini düşünüyor olmalılar.” ifadelerini kullandı.

Belge, “Ben ‘Atatürkçü’ değilim—Marksist’im” diyerek sözlerini şöyle sürdürdü:

"Böyle bir kavgada, doğal olarak ‘Atatürkçü’ dediğimiz kesime daha yakınım, çünkü benim Türkiye’nin ‘Batılılaşma’ kararıyla bir kavgam yok. Tayyip Erdoğan ve onun sözcüsü olduğu kesim Batı’dan nefret ediyor. Onların Atatürk’le kavgası bu kararı vermesi ve toplumu Batı’ya açmasına dayanıyor. Benim (ve muhtemelen belirli bir kesimin) eleştirisi ise bunun karşıtı: bu kararın sonuçlarının gereği gibi gerçekleştirilmemesi. Bunun başlıca iki nedeninden birisi var olan koşullarda öyle bir hamlenin yapılmasının güçlüğü ise, öteki—ve asıl önemli—nedeni de benimsenen milliyetçi ideolojinin o hamleleri zaten benimsememesi. Bu tavrın, Tayyip Erdoğan’ın ideolojik pozisyonlarını benimsemiş bir İslamcılık’la kesişebileceği hiçbir nokta yok.”

İşte Murat Belge’nin yazısının tam metni:

“Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu 30 Ağustos’ta Mustafa Kemal’i minnetle anmayı ihmal etmiyor. Tayyip Erdoğan’ın aniden bir “Mustafa Kemal sevgisi” geliştirdiğini düşünemeyeceğimize göre onu böyle davranmaya zorlayan nesnel bir “basınç” olmalı. Bu nedir, bilmiyorum; MHP ile ittifakı olabilir mi? Olabilir. Ama daha “aşağıdan yukarıya” bir basıncın da payı olduğunu düşünüyorum.

Bu yıl 30 Ağustos’un kutlanması yıllardır bildiğimiz 30 Ağustos’lara benzemedi. Geniş ve gönüllü ve içtenlikli bir atmosfer vardı. Kutlayanlardan söz ediyorum. Şüphesiz bunun tersi bir ruh hali içinde olanlar da vardı ama onlar çok belirgin olmadılar. Belki yokluklarıyla göze çarptıkları söylenebilir (Diyanet’in hutbesinde Atatürk adı geçirilmemesi gibi olaylar).

30 Ağustos Türkiye’nin önemli bir tarihi, bu kendi başına yeterince açık bir olgu. Onun için bunun Malazgirt’le filan harmanlanması, dengelenmesi gerekmiyor. Ama bunu yapıyorlar, özellikle düşünüp yapıyorlar. 1071’de olmuş işi 1922’de olmuş işle yan yana koyuyorlar. Bu bir yana, “30 Ağustos’u kutluyoruz” deyip Mustafa Kemal’in adını anmamak gibi bir tuhaflık da yapabiliyorlar.

Gel gelelim, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu 30 Ağustos’ta Mustafa Kemal’i minnetle anmayı ihmal etmiyor. Bu da ilginç çünkü Mustafa Kemal’in tarihten silinmesi ya da kötü bir şekilde hatırlanması için yapılan her şey onun baş temsilcisi olduğu genel politikanın parçaları. Tayyip Erdoğan’ın aniden bir “Mustafa Kemal sevgisi” geliştirdiğini düşünemeyeceğimize göre onu böyle davranmaya zorlayan nesnel bir “basınç” olmalı (“baskı” değil, “basınç” diyorum). Bu nedir, bilmiyorum; MHP ile ittifakı olabilir mi? Olabilir.

Ama daha “aşağıdan yukarıya” bir basıncın da payı olduğunu düşünüyorum. Bu, bu toplumda yaşayan nüfusun son derece geniş bir kesiminin Mustafa Kemal’i algılama, kabul etme, değerlendirmesiyle ilgili bir şey. Son analizde, Mustafa Kemal’in herkesten önce ve herkesten çok çalışarak oluşumuna katkıda bulunduğu bir hayat biçimine bağlılık bu. Bir “hayat tarzı” çok kocaman bir şey, her şeyi kapsayan bir tarz.

Hani bugünlerde bir de komik tartışma çıktı: Taliban’ın Afganistan’ı Amerikan (ve Batı) emperyalizminden kurtardığına dair. Tamam, “kurtardı” diyelim; sonuçta Amerika toplayabildiği kadar tas ve tarak toplayarak Afganistan’ı terk etti. Ama bu kurtarış Mustafa Kemal’in Türkiye’yi “kurtarışına” hiç benzemiyor. Son derece muhafazakâr ve son derece “patriyarkal” bir toplumda kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan bir “kurtuluş”la hiçbir yakınlığı, benzerliği yok. Atatürk’ü seven milyonlarca kişi de “kurtuluş”u böyle olayların izlemesinden ötürü seviyor Atatürk’ü—sevmeyenlerin de gene aynı nedenlerle sevmemesi gibi.

Bu ülkenin, toplumun hayatında oynadığı rolün önemi ve büyüklüğü dolayısıyla Atatürk tartışması Atatürk’ün ölümünden seksen doksan yıl sonra devam ediyor ve belli ki daha uzun zaman devam edecek. Böyle bir kutuplaşma üzerinde temellenen tartışmalar genellikle olumlu sonuç vermez, hatta “sonuç vermez”. Kavga eden iki taraf savunduğunu ister istemez abartır, rasyonalite sınırlarının dışına taşır. Bu da tabii sonuçsuzluğu getirir. Tartışma bir “tartışma” olmaktan çıkar. Üstelik şu şimdi üstüne konuştuğumuz konu “akademik” bir konu da değil. Akademik yanı var elbette ama pratiğe, neyi nasıl yapmamız gerektiğine yakından bağlı. Ve şimdi bu ayrışma, kendi tarihi içinde had safhaya gelmiş durumda. Onun için, “durun, şöyle bir soluk alın ve serinkanlı bakın” çağrısı en az umursanan çağrı.

Bu kavga memleketi böyle sarmalamışken, maç kazanan bir voleybol takımının zaferini kutlamak için “İzmir’in dağlarında” diye marş söyleyeceği aklınıza gelir miydi? Ama söylüyorlar. Haksız da değiller hiç çünkü oynadıkları sporda varmış oldukları noktanın son analizde Mustafa Kemal’in bu toplumu bu yöne yöneltmesinin sonucunda gerçekleştiğini biliyorlar.

Kendi durduğum yerden çatışan taraflara ve genel duruma baktığımda Atatürk’e karşı tavır alan cephenin herhangi bir rasyonel diyaloğa çok daha uzak olduğunu gözlemliyorum. Şu sırada siyasi iktidarı ellerinde tutuyor olmalarının da bundan önemlice bir payı var sanıyorum. “İktidar” denen aracı kullanarak, bunca yıldır her türlü kötülüğü üzerine yüklemeye alıştıkları bir “bela”dan kurtulabileceklerini düşünüyor olmalılar. Ve bu fırsatı elden kaçırmak istemiyorlar. O cephede böyle bir atmosferin yerleşmiş olması karşıt cephede her şeyin akıl-mantık içinde yürüdüğü anlamına gelmiyor. Buradaki bağnazlığın oradaki “muadili” de var. Kutuplaşmanın yarattığı sinirli atmosferde kimse kendisi hakkında eleştirel bir ses duymaya dayanamıyor. Ama insanlar tartışamaz, karşılarında ter alan kişinin sözüne tahammül edemez hale gelirlerse bunun sonucu ne olur. Susup oturamayacaklarsa, neyle çözecekler sonucu? Böyle çözmek istiyor muyuz? Bunlara başvurmanın getireceği sonuçları düşünebiliyor muyuz?

Bunun zaten bir “çözüm”ü olmaz; bir tarafın öbür tarafı—belli bir süreyle—sindirmesi, susturması olabilir. Ama bu “ikna etmek” demek değildir—şimdiye kadar da olmadığı gibi.

“Hilafet” kaç yılında ilga edildi? Aradan kaç yıl geçti? Bütün bu yıllar boyunca, şimdi edindiği hararetle tartışıldı mı? Ama şimdi tartışılıyor.

Ben “Atatürkçü” değilim—Marksist’im. Böyle bir kavgada, doğal olarak “Atatürkçü” dediğimiz kesime daha yakınım, çünkü benim Türkiye’nin “Batılılaşma” kararıyla bir kavgam yok. Tayyip Erdoğan ve onun sözcüsü olduğu kesim Batı’dan nefret ediyor. Onların Atatürk’le kavgası bu kararı vermesi ve toplumu Batı’ya açmasına dayanıyor. Benim (ve muhtemelen belirli bir kesimin) eleştirisi ise bunun karşıtı: bu kararın sonuçlarının gereği gibi gerçekleştirilmemesi. Bunun başlıca iki nedeninden birisi var olan koşullarda öyle bir hamlenin yapılmasının güçlüğü ise, öteki—ve asıl önemli—nedeni de benimsenen milliyetçi ideolojinin o hamleleri zaten benimsememesi. Bu tavrın, Tayyip Erdoğan’ın ideolojik pozisyonlarını benimsemiş bir İslamcılık’la kesişebileceği hiçbir nokta yok.

Her zaman “tartışma” dediğimiz eylemin önemini, gereğini, yararını vurgulamışımdır. Ama tartışmak saç saça, baş başa boğuşmak demek değildir. Önümüzdeki bir süre bu semeresiz boğuşmaya dışından bakmaya çalışan yazılar yazmayı düşünüyorum.”