Mirgün Cabas yeni kitabını anlattı, çarpıcı tespitler yaptı: Gazetecilik, hamamböceği gibidir!
Mirgün Cabas, yeni kitabı '2001'i ve gazeteciliğin dünü ile bugününü Ayşe Arman'a anlattı.
Mirgün Cabas'la yeni kitabı "2001"i konuşan Hürriyet yazarı Ayşe
Arman yazısına "Gazetecilik, hamamböceği gibidir her koşulda
yaşar!" başlığı attı.
Ayşe Arman'ın gazetecilikle ilgili sorularına da cevap veren Mirgün
Cabas, işsiz gazeteciliğini, kitap yazarken kızıyla geçen
diyaloglarını ve bugünlerde gazeteciik yapmak isteyip istemediğini
anlattı.
İşte Mirgün Cabas'ın Ayşe Arman'ın sorularına verdiği cevaplar:
Hürriyet yazarı Ayşe Arman'a konuşan Mirgün
Cabas'ın açıklamaları şöyle:
Mirgün Cabas… Yıllardır basının içinde. Güvenilir, saygın
bir gazeteci. Ve televizyon habercisi. Çeşitli haber programları
yaptı; Banu Güven’le, Ruşen Çakır’la, Hakkı Devrim’le, Can
Kozanoğlu’yla…
Şimdi işsiz. Fakat öyle bir kitap yazdı ki, kayıtsız kalmak
imkânsız. Çok sıkı bir araştırma. 2001 yılının ıcığını cıcığını
çıkarttı. O yıl yaşanan 30 farklı olayı yorumladı. Neden mi yaptı?
Bugüne nereden geldiğimizi anlamak ve anlatmak için. Geride
bıraktığımız ve unuttuğumuz olayları okuyup yeniden hatırlayınca
dehşete düşmemek elde değil! Mirgün Cabas’ın ‘2001-Eski Türkiye’nin
Son Yılı’ kesinlikte okunması gereken bir kitap bence…
Mirgün, gönülden tebrik ediyorum. Manyak titiz bir çalışma
bu! Tarihe kalacağı ve araştırmacıların bu kitaba başvuracağı
kesin. Hadi başlayalım… Niye kafayı 2001 yılına
taktın?
- Çünkü çok acayip bir yıl! Bugün yaşadığımız Türkiye’nin, başımıza
gelen iyi ya da kötü her şeyin sebebini, temelini görüyorsun o
yılda…
En önemli yanı ne?
- Görünürdeki en önemli yanı, AKP’nin kurulduğu yıl olması. Ama
asıl önemli özelliği, AKP’yi işbaşına getiren zemini olgunlaştırmış
olması. 30 ayrı olay anlatıyorum kitapta. Bunların arasında
ekonomik kriz, siyasal istikrarsızlık, askerlerin siyasete
müdahalesi, yolsuzluklar, 11 Eylül gibi olaylar da var. Ama
siyasetle doğrudan ilgisi olmayan daha renkli konular da... O yılın
medya, magazin gündemini, televizyon âlemini filan da anlatıyorum.
Amacım, yaşadığımız dönüşümü de
göstermek...
Sence ‘eski Türkiye’nin son yılı, ‘yeni Türkiye’nin
başlangıcı mı 2001?
- Önce şu ‘yeni Türkiye’ tanımını bir konuşalım. Çünkü biliyorum,
bu söze sinir olan çok. ‘Yeni Türkiye’ sözü benim için bir yargı ya
da olumlama taşımıyor. Yani bunu, iktidarın kullandığı anlamda,
bugünkü Türkiye’yi parlatmak için kullanmıyorum. Ama 15 yıl
öncesine göre, yeni bir durum yaşadığımız da ortada. Yeni Türkiye
de bir günde ortaya çıkmadı. Ama bir yere çizgi çekeceksek, her
şeyin başladığı, AKP’nin kurulduğu yere çizgiyi çekmek bana yerinde
geliyor…
“Buraya nereden geldik” diye soruyorsun… Buraya oradan mı
geldik?
- Valla, tam da oradan gelmişiz Ayşe! Ben bu kitap için çalışmaya
başladığımda, doğrusu bu kadar renkli malzemeyle karşılaşacağımı
düşünmüyordum. Her gün, “Vay canına! Yuh! Bu da mı olmuştu ya! Bu
da mı 2001’deydi” diye diye çalıştım. Düşün ki, 2001’de ben
televizyonda haber yapıyordum, haber merkezinin müdürüydüm üstelik!
Bunların hepsi, bölük pörçük elimin altından geçmişti. Ama nasıl da
unutmuşuz her şeyi... Ve bugünden bakınca her şey nasıl da acayip
görünüyor! Bir de tabii bugünleri yaşamayan, hiç bilmeyen bir nesil
var. Bugün 20 yaş civarında olup da AKP’den başka iktidar görmemiş
bir kuşak. Bir önceki Başbakan Ecevit’i bile şöyle böyle
biliyorlar. Sanırım en çok onlar şaşıracak o Türkiye’yle
karşılaşınca…
O 2001 yılı, sence ne kadar felaket bir yıldı? Ve sonucu ne
oldu?
- Felaket olması şuradan kaynaklanıyor: İki yıl önceki korkunç
depremin ardından 2000’de bir ekonomik kriz yaşanmış, bununla
boğuşulurken 2001’in başında MGK’da, Cumhurbaşkanı’yla Başbakan
çocuk gibi kapışıyorlar ve olaylar gelişiyor. Büyük bir kriz, sonra
Kemal Derviş’in gelişi... Sıkı bir ekonomik dönüşüm, koalisyonda
her dakika kapışma… Bahçeli’nin bugünkü gibi çıkışları… Asker,
hükümetin ensesinde boza pişiriyor... AKP, adım adım kuruluyor… Bu
arada sırf Melih Gökçek’in AKP kurulurkenki dansını izlemek için
bile o bölümü okumaya değer! Zevkle yazdım o bölümü. Gülen Cemaati
palazlanıyor ve milletin başına bela olmaya başlıyor. Her gün bir
başka banka batıyor, anlı şanlı işadamları, yaka paça yurtdışından
getiriliyor. Yolsuzluk operasyonlarıyla yüzlerce kişi içeri
alınıyor. Mafya bir yandan cezaevinde katliam yapıyor, öbür yandan
gazetelerde mafya magazini diye bir şey başlamış. Çeçen eylemcisi,
Hizbullah’ı, UFO’ya taş atan köylüsü, Reha Muhtar haberciliğinin en
parlak zamanları... Bir ülkede yaşanan her şeyin siyasal ya da
toplumsal sonuçları oluyor. İşte o sonuç, bu sonuç…
Bize neyi göstermek için yazdın bunları?
- Birçoğumuz, “Niye böyle oldu memleket? Şimdi ne olacak” diye
kendi kendimize soruyoruz. Bu sorunun doğru cevabını bulmak için,
“Eski Türkiye neye benziyordu? Biz buraya nereden geldik” sorusunun
cevabını bulmak gerekiyor. Ben doğru cevabı buldum sanırım. Kitabı
okurken şunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkıyor: İnsanlar,
nereden kaçtı da AKP’ye sığındı? Merkez sağın, yerle bir olup
siyasetten silinişi, iki partili Meclis… Abuk sabuk fanteziler
peşindeki bir CHP… Bir önceki seçimde iktidar olup sonraki seçimde
yüzde 2.5 oy alan DSP… Anlatmakla bitmez ki!
Peki bu kitap, nasıl delilik örneği? Ne kadar
uğraştın?
- Fikrin ortaya çıkmasıyla bitmesi arasında iki yıl var. En büyük
şansım, malzememin çoğunun internette olmasıydı. O kısmı aylar
sürdü. Her gün oturup 2001’in herhangi bir gününü yeniden
yaşıyordum. Sonra bir gün daha... Sonra bir gün daha... Sonra başka
bir gazetenin arşivine girip yeniden... Sonra döneme ve olaylara
dair kitaplar, anılar... Bir de röportajlar var tabii. 15 kişiyle
konuştum. Anlattığım olayların aktörü ya da tanığı olan, Mesut
Yılmaz’dan Dinç Bilgin’e kadar...
Kitap bitince ne hissettin?
- Boşluğa düştüm. Televizyondaki programım bitince düzenli işim bu
olmuştu. Biraz tadını çıkarayım, yeni bir şeye girişeceğim. Yazmak
ayrı, yayınlandığını görmek ayrı mutluluk…
Kitabı kızın Leyla’ya adamışsın. Çok hoşuma gitti. Onun,
“Kitap nasıl gidiyor baba?” diye sorması seni nasıl
etkiledi?
- Leyla, beni bir televizyoncu olarak tanıdı. Sonra bir anda işsiz
kalınca, bunun etrafımda yarattığı dalgalanmadan o da etkilendi.
Sokakta insanlarla ya da çevresindeki konuşmalara tanık oluyordu.
Bir anda “Nasıl yani! Babam kovuldu mu? Niye?” diye bir şaşkınlık,
bir güven sorunu yaşadı. Hafif de ürkekleşti galiba. Ona kitap
yazdığımı söylediğimde bu fikre çok sarıldı: “Babamın bir işi var!”
Herkese, “Benim babam kitap yazıyor” diye anlatıyordu. Hemen her
gün de bana o soruyu soruyordu: “Baba, kitap nasıl gidiyor?” Ben de
ona, “Bugün 10 sayfa yazdım”, “Bugün bir bölüm bitti” diye rapor
veriyordum. Sonra bana gelen ilk kopyayı ona götürdüm. İthaf
sayfasında adını görünce yüzündeki güzelliği
anlatamam!
Kitapta sorduğun soruların cevabını sen nasıl veriyorsun:
AKP öncesi Türkiye neye benziyordu? Türkiye nasıl değişti? Bazı
şeyler nasıl değişmedi? Başka türlü olabilir miydi?
- Özetle şöyle söylüyorum. Bir çukurdaymışız, bizi çıkarıp başka
bir çukura atmışlar! Bu çukur, biraz daha derin olabilir hatta.
Başka türlü olabilir miydi? Olurdu elbet. En azından bu kadar kötü
olmayabilirdi…
Sence Türkiye’de gazetecilik bitti mi?
- Bitmedi. Türkiye’deki başka pek çok şey gibi ciddi bir krize
girdi. Ama kitabın sonunda NTV’deki mesaimizden yola çıkıp Can
Kozanoğlu’yla uzun uzun konuştuğumuz gibi, “Gazetecilik nedir,
nasıl yapılır”ı görmeden işe başlayan ve bugünün koşullarında,
çalışırken de öğrenemeyecek bir genç gazeteci kuşağı, mesleğe
girdi. Nasıl yapılacağını bilenlere ne olduğunu da biliyorsun
işte…
“Eski Türkiye de matah bir şey değildi!” diyorsun bu
kitapta…
- Eski Türkiye’ye bakıp ne gördüğüne göre değişir. Ekonomik olarak
iyi değildi. Sağlıksız bir Başbakan ve sıkıntılı bir koalisyon
vardı. Peki bugün ekonomi daha mı iyi? Başkanımız sağlıklı ve tek
parti iktidarı var. Herkes daha mı mutlu? O zaman, ülkenin daha az
muhafazakâr olmasını, bugünkü muhafazakâr görünme numarasını
saymıyorum bile. Bak, en azından şu var: O günün gazetelerini
okuduğunda, Türkiye’nin gerçekte ne durumda olduğunu
anlayabiliyordun. Bugün gazeteyi okuyunca, aslında bilmen gereken
bir sürü şeyin satır aralarına gömüldüğünü, yutulduğunu görüyorsun.
Kitabın girişine de yazdım. Benim bu kitapla yaptığımı, 15 yıl
sonra biri 2017 için yapmak istese işi zor.
Kitapta, Unakıtan’la, orman arazisine yasa dışı ev yapma
tartışmasını nasıl yaşadığınızı anlatıyor… Bugün benzeri bir şey
yaşanabilir mi?
- Al işte… Beğenmediğimiz eski Türkiye’nin sınırlarından bir
manzara! Haber bültenine bakanı bağlayıp, “Sizin yasadışı araziniz
varmış!” diye sorabiliyordun. Birincisi yayına çağırabiliyordun,
ikincisi başına bir şey gelmiyordu. İktidarın hala bir hesap verme
derdi vardı, hala hesap verebilir durumdaydı. Eski Türkiye mi
iyiydi, yeni Türkiye mi sorusunun tek cevabı yok. Ama
karşılaştırabilmek her zaman iyidir…
“2001 ekonomik krizinde, hükümet, duvardan duvara vuruldu,
2017’de kriz lafı dahi edilemiyor” diyorsun… Bu durumu nasıl
açıklıyorsun?
- Sindirilmişlikle! Silah ve güvenlik sektörü dışında işleri geçen
yıla göre daha iyi olan hiç kimse yok Türkiye’de. Tek bir sektör
gösteremeyiz. Yine de kimse ağzını açıp “İşler kötü gidiyor, ben
batıyorum!” diyemiyor.
Bugünkü Türkiye’nin mimarı sence kim?
- Asker. Askerlerle, işgüzar savcılar, elbirliğiyle bizi bugünkü
çukurun ağzına getirdiler! Sen çukurun ağzına gelince, seni arkadan
itecek birileri de çıkıyor tabii. Bugünden bakınca, o askerlerin
kalın kafalılığı daha da can yakıyor.
Günün birinde tekrar dört başı mamur gazetecilik
yapılabilecek mi sence?
- Bunun için hem ekonomik olarak güçlü hem de bağımsız bir medyaya
ihtiyacımız var. Gücü olanların tepesinde baskı var, baskıyı
göğüslemeye hazır olan bağımsızların da gücü yok. İkisi nasıl bir
araya gelecek, bilmiyorum. Ama gazetecilik hamamböceği gibi. Her
koşulda hayatta kalmayı başarır…
“Bu haberde her şey var. Akıl yok! Ne münasebetle etmiştin
o lafı?
- Taraf Gazetesi’nin manşeti yüzünden. Muhsin Yazıcıoğlu’nun
helikopterinin NTV santralinden yapılan aramalar yüzünden düştüğünü
iddia eden haber! Saçma sapan bir şey. Bir de uzman görüşü
almışlardı. Helikopterin içinde çip yerleştirilmiş olabilirmiş
filan. Klasik bir Mehmet Baransu haberiydi. Haberi yapış biçimleri
savunmaları, o sonsuz kibir. Tam bir gazetecilik faciasıydı.
Aramaları ben yaptığım için suç duyurusu yapıldı hakkımda, beş yıl
filan soruşturması sürdü. İşte Taraf’ın, iyice gemi azıya aldığı
zamanlar… Yeni Türkiye’nin önceki versiyonlarından biri…
Motorsiklet manyaklığı ne münasebet?
- Manyaklığım hem motora hem de arkadaşlara aslında. Motosiklet
arkadaşlarımla yaptığımız seyahatlere. Durup dururken
gitmeyeceğiniz yerlere toplanıp motora binmeye gidiyorsun.
Namibya’nın çölü, Mozambik’in gölü, Karadağ’ın ormanı... Ne işin
var normalde? Bir de iki sezon motosikletle program yaptım
televizyona. 2011’de bir gecede NTV’nin yayın formatı değişti.
Bütün siyasi programları ekrandan kaldırdılar. Seçim öncesindeki
siyasi baskıyla başa çıkamadıkları için. Benim program da bir
gecede bitiverdi. Sonra “Ben bir seyahat programı yapayım bari”
dedim. Tabii seyahat programıydı ama Hatay’daki kamplardaki İslamcı
Suriyeli savaşçıları da çektim, yıkılan heykelleri de konu ettim,
düşürülen uçak enkazlarına da gittim, HES’leri de, bilumum çevre
hoyratlığını da... Yani motosikletin arkasına sığınıp tatlı tatlı
işimi yaptım, en sevdiğim en çok izlenen işlerimden biri o
oldu…
Erdil Yaşaroğlu’yla birlikte ne tür çılgınlıklar
yapıyorsunuz?
- Pek çılgınlık yapmıyoruz! Birbirimizin en hızlı zamanlarını
ıskaladık çünkü, biraz geç tanıştık. Bizi en çok yakınlaştıran,
motosiklet seyahatleri. “Ulan, dünyanın en romantik yerlerine
seninle gidiyoruz. Yetmezmiş gibi bir de aynı odada kalıyoruz!”
diye dalga geçiyor…
“Artık iki çocuğum var, daha dikkatli olmak zorundayım!”
diyor musun?
- Bak, bu delice bir şey. Sen de bilirsin. Şöyle bir şey olmaya
başladı. Şimdi bizim üç çocuğumuz var ya, son zamanlarda Tuba’yla
(Ünsal, eşi) baş başa seyahat için her uçağa bindiğimizde şunu
düşünüyorum, “Uçak düşerse çocuklar n’lacak? Leyla’nın annesi var,
o tamam… Sare’nin babası var, o da tamam… Peki ya Civan? Acaba
Leyla’nın annesi mi alsa, teyzesi mi büyütür, büyükannelere mi
gitse?” İşte o zaman biraz nefesim daralıyor…
İşsiz kalınca, “Tam zamanlı babayım” dedin. Tuba da, senin
sıkı bir baba olduğu anlatmıştı. Öyle misin gerçekten?
- Tutulması gereken her köşeyi tutmaya çalışıyorum, öyle diyeyim.
Beslenmeden okul hayatlarına, uyku düzenlerinden sosyal yaşama
kadar. Bir de bizde trafik karışık. Biri annesinden geliyor, diğeri
babasına gidiyor. Gittiler, geldiler, okul, gösteri, resim, müzik,
eve gelen ablalar derken, birinin trafik polisliği yapması
gerekiyor. Tuba’yla el ele götürüyoruz.
Ne kadar düşkünsün çocuklarına?
- Çoook. Sevgi, sorumluluk, vicdan azabı… Bu paket standart geliyor
herkese sanırım. Her ana baba ne yapıyorsa, onu yapıyorum
herhalde…
Siz Tuba’yla yepyeni bir aile modeli oluşturdunuz… İkinizin
de başkalarından çocukları var, bir de ortak çocuğunuz var. Çok da
mutlu görünüyorsunuz. Peki ne tür sorular yaşanıyor?
- En büyük mesele, trafiği düzenlemek. Gidiş gelişler… Sonrasında
da birbirleriyle geçinmeleri. Ama o kısmı atlattık. Kızlar çok iyi
arkadaş oldular, her faaliyette önce biri, diğerini soruyor. Şu ara
Civan’la başımız dertte. Dünyanın en sevimli haydutu
oldu!
Kızlar, oğlanı en şanslı mı buluyor?
- Bir keresinde öyle dediler, evet. “Civan, ne şanslı hep aynı evde
kalıyor…” Bunu dediler ama gidip gelmekten de hiç şikayet
etmiyorlar. Sare’nin babasında, Leyla’nın da bize geldiği zaman
müthiş karakteri değişiyor, fark ediyoruz. Acayip munis ve uysal
oluyorlar. Annelerine çıkardıkları zorlukların hiçbirini
babalardayken çıkarmıyorlar!
Ekşi Sözlük’e göre, siz Beckham ailesi gibiymişsiniz.
Güzelsiniz, medyatiksiniz, insanlar hayatınızı merak ediyor, karın
çok güzel, önde ve gözde… Bunlar seni rahatsız ediyor
mu?
- “Roma’ya gidince Romalı gibi yaşanır!” diye bir söz var. Bu
hayat, bu çocuklar, bu eş benim… Hayatta bir tercih yapınca, o
başka tercihleri de yanında getiriyor. Şikâyet etiğim hiçbir şey
yok hayatımla ilgili…
Nasıl bir hayat istiyorsun gelecekte?
- Mesleğime yeniden kavuşmak istiyorum. Bu koşullar beni işsiz
değil, mesleksiz bıraktı çünkü. İşsiz olmak; teorik olarak bildiğin
işi başka bir yerde yapabilme ihtimalinin olması demek. Bugün bu
ihtimal yok. Gerçi bu koşullarda yapmak istiyor muyum?
Sanmam. Aslında aynı anda siyasetten de uzak kalmak
istiyorum. İkisi birden nasıl olacak, bilmiyorum...