Röportaj
26 Tem 2010 10:52 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 11:29

MİLLİYET'İN 5. KATINDA İKİ VERGİ MÜFETTİŞİ TARAFINDAN SORGULANMAMI UNUTMAYACAĞIM...

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin "2010 Basın Özgürlüğü Ödülü"nü alan Sedat Ergin, TGC'nin yayın organına bir röportaj verdi.

Sansürün kaldırılışının yıldönümü olan 24 Temmuz Gazeteciler Günü'nde, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin "2010 Basın Özgürlüğü Ödülü"nü alan Sedat Ergin, TGC'nin yayın organına verdiği röportajda "Basın 12 Eylül'den sonraki en sıkıntılı dönemini bu iktidar zamanında yaşıyor" dedi.

İşte Sedat Ergin'le yapılan röportaj...

- “Basın Özgürlüğü “ kavramını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Basın özgürlüğünü demokrasinin en temel yaşam alanı olarak görüyorum, bir insanın kalbi gibi. Kalbinize giden damarlardan biri tıkandığında birden havayı içinize çekseniz bile nefes alamadığınızı hissedersiniz, hayatınızın tehlikede olduğunu o an anlarsınız. Basın özgürlüğü de böyle, nefes alabildiğinizi hissetmeniz lazım. Demokrasileri diğer rejimlerden ayıran en önemli özellik, insanların kendilerini korkmadan özgürce ifade edebilmeleri, farklılıklarını çekinmeden ortaya koyabilmeleridir. Bunu sağlayan en önemli araç, ifade özgürlüğü ile iç içe geçmiş olan, onu tamamlayan basın özgürlüğüdür. Bir ülkede demokrasinin kalitesi, basın özgürlüğünün durumuyla ölçülür. Vatandaşların, siyasal iktidarın çizgisine, tutumuna farklı düşebilecek olan görüşlerini özgürce ifade edebilme hakkına sahip olmaları gerekir. Bu özgürlük, yalnızca siyasal iktidar değil bütün iktidar odakları karşısında geçerli olabilmelidir. Korku ve demokrasi, birlikte var olabilen kavramlar değildir. Dolayısıyla, korkunun, siyasal iktidardan çekinme, ürkme duygusunun basına yerleştiği, sindiği ortamlarda basın özgürlüğü var olamaz. Bir yazı yazarken “acaba başbakan bunu okursa bize kızar mı, hiddetlenir mi” gibi bir düşünce ya da “bunu yazarsak yarın bizim patronun şirketlerine yine vergi müfettişleri gider mi” sorular zihninizin bir yerinde asılı duruyorsa, o zaman basın özgürlüğünün de baskı altına girdiğini kabullenmek gerekir. Bugün böyle bir durumun yaşanmadığı ileri sürülemez. Bir ülkenin başbakanının “gazete patronları köşe yazarlarına kusura bakmayın bizim dükkanda sana yer yok diyebilmelidir” diyerek, kontrol talebini açıkça dile getirdiği bir ortam basın özgürlüğü açısından iftihar edilecek bir ortam değildir.

- Başarı dolu bir gazetecilik serüveniniz var. Dış politika muhabirliği, yurt dışı çalışmalarınız, Ankara temsilciliğiniz, ardından genel yayın müdürlüğünüz. Şimdi ise köşe yazarı olarak sürdürüyorsunuz mesleğinizi. Gazeteciliğin hangi alanında daha mutlu hissettiniz kendinizi?

Gazeteciliğin hemen hemen her alanında görev yaptım. Önce 1975 yılında İstanbul’da Türk Haberler Ajansı’nın dış haberler servisinde part-time çevirmen olarak başladım, ardından Ankara’ya giderek muhabirliğin her alanında görev aldım; yangın da izledim, trafik kazası da. Daha sonra Başbakanlık ve Meclis muhabirliği de yaptım ama asıl Cumhuriyet Ankara Bürosunda çalışırken diplomasi muhabirliği alanında uzmanlaştım. Bu da bana Hürriyet’in Washington muhabirliğine giden kapıyı açtı. Washington dönüşü Hürriyet’in Ankara Temsilciliği, ardından Milliyet’in Genel Yayın Yönetmenliği görevlerini üstlendim. Özetle, merdivenin bütün basamaklarını hiç acele etmeden sırasıyla tek tek çıktım. Her basamağından da büyük bir keyif aldım. Ama işin özünün muhabirlik olduğunu düşünüyorum. İyi ki muhabirlik geleneğinden yetişerek bugünlere gelmişim. Bugünkü konumumu ve sahip olduğum mesleki hasletleri muhabirlikte geçirdiğim uzun yılların bana kazandırdığı tecrübeye ve metoda borçlu olduğumu düşünüyorum. Muhabir kökenli köşe yazarlarının da başka disiplinlerden gelip doğrudan köşe yazarı olanlara kıyasla önemli bir farklılık taşıdıklarını düşünüyorum. Köşe yazarlığını da zaten muhabirlikten uzak bir alan gibi değil, onun uzantısı, devamı olarak görüyorum. Köşe yazarlarının da sahada olmaları gerektiğine inanıyorum. Zaten kanaatten çok analizi ön plana çıkartmaya çalışan, kanaatlerimi de somut olgulara dayanan bir mimari üzerinde inşa etmeye çalışan bir köşe anlayışını benimsiyorum.

Yazılarınızda sıklıkla düşünceyi ifade özgürlüğü üzerinde duruyorsunuz. Gazetelere ve gazetecilere yöneltilen baskılardan söz açıyorsunuz? Bu açıdan baktığımızda bizde demokratik kurumların işleyişinde, siyaset erbabının gazeteciye bakışlarında mı bir aksaklık var? Yoksa siyasette mi?

Evet, bizde demokratik kuruluşların işleyişinde, siyaset erbabının gazeteciye bakışında da aksaklık var, devlet kurumlarında da. Geçen 35 yıllık süre içinde şunu gördüm: Türkiye’de siyasal iktidarlarla gazetecilerin ilişkisi çoğunluk gerilimli, sıkıntılı bir ilişki. Asgari Batılı ölçülerde işleyen bir demokrasi anlayışı, hükümetin muhalefete, eleştiriye tahammül göstermesini esas alır. Demokrasi kültürünün temeli bence tahammüldür. Farklı bir görüşe, sizi rahatsız eden bir habere tahammül edeceksiniz, bunu yazdı diye yazarı ortadan kaldırmaya, başka kanallar üzerinden kalemini baskı altına almaya çalışmayacaksınız. Maalesef bu tahammül siyasetçilerimizde de yok, devlet kademelerinde de, kamu görevlilerinde de... Gariptir ki, pek çok köşe yazarında da yok…Yok, çünkü son tahlilde sahnedeki bütün aktörler aynı insan dokusunun, aynı kültürel ortamın içinden geliyor. Ama şunu da söylemek isterim ki, benim gazeteciliğe başladığım 1970’li yılların ortasında, ardından 80’li yıllarda siyasiler gazetecilere karşı bugüne kıyasla çok daha fazla hoşgörüye sahipti. Bugün bir gazeteci olarak basın özgürlüğü alanındaki en büyük sorunu mevcut siyasal kadronun hoşgörüsüzlüğünde, tahammülsüzlüğünde görüyorum. Çünkü basın özgürlüğü biraz da psikolojik ortamla, özgürlük hissiniz, algınızla da ilgilidir. Rahmetli Özal’ın, Süleyman Bey’in engin hoşgörülerine tanıklık etmiş bir gazeteci olarak bugünkü Başbakanımızın sert, hırçın ve yüksek ses perdesinden konuştuğu, azarlayıcı üslup benim açımdan çok büyük bir gerilemeyi gösteriyor. Bu, gerçek demokrasilerde değil, üçüncü dünya otokrasilerinde karşılaşılabilecek bir durum bence. Ayrıca rahmetli Ecevit’in nezaketini, centilmenliğini de hep özlemle arayacağız.

Basında oto sansürün yaygın olduğu öne sürülüyor, Siz ne diyorsunuz?

Evet doğru. Bunu ben söylemiyorum ABD Dışişleri Bakanlığı’nın son insan hakları raporu söylüyor. Keza AB’nin son ilerleme raporu da basın özgürlüğü alanında çok sıkıntılı bir tablo çiziyor, bu çerçevede mevzuattaki belirsizliklerin de otosansüre yol açabilecek bir belirsizlik taşıdığını söylüyor. Keza, siyasi baskılarının basın özgürlüğünü olumsuz yönde etkilediğini belirtiyor Avrupa Birliği. Eskiden bu tür eleştiriler daha çok basın özgürlüğü alanında uzman kuruluşlar, izleme grupları tarafından yapılırdı, bugün ise bizzat Batılı hükümetler söylüyor, AB Komisyonu dile getiriyor. Keza Amerikan basının alın, Washington Post, New York Times gibi saygın gazetelerin başyazılarına bakın, hepsi Türkiye’de basına karşı baskıcı, otokratik bir yönetimin iş başında olduğunu, basın özgürlüğünün tehdit altında olduğunu belirtiyor. Batı dünyası, basın özgürlüğünü bugün Türk demokrasisinin problemli bir sahası olarak görüyor. Basın özgürlüğünde yaşanan sıkıntılar, Türk demokrasisinin Batı dünyasında sakatlanmış bir demokrasi olarak algılanmasına yol açıyor maalesef. Ayrıca, internet yasakları da Türkiye açısından ciddi bir görüntü sorunu yaratıyor dış dünyada.

Başlangıçtaki “otosansür var mı?” sorunuza gelirsek, şunu söyleyeyim: Almanya’daki Deniz Feneri yolsuzluk haberlerine Türk basınında nasıl yer verildiğine bakmanız bu soruya yanıt için yeterli. Bakın bugün Türk basınında yolsuzluk haberlerine eskisi kadar sık rastlayamıyorsunuz. Bu, kısmen, basının azımsanmayacak bir bölümünün hükümete yakın bir çizgide mevzilenip, bu tür haberleri bilinçli bir şekilde görmezlikten gelmesinden, eleştiri hakkından feragat etmiş olmasından kaynaklanıyor. Buna karşılık, yolsuzluk haberlerini, örneğin Deniz Feneri duruşmasını gören gazetelerin, medya gruplarının başına gelenler, karşılaştıkları baskılar ve yaptırımlar da ortada. Siyasal iktidarın, vergi denetimini basını geriletmek, kontrol altında tutabilmek için bir baskı yöntemi olarak kullandığı, artık Batı’da da genel kabul gören bir doğru. Bunun için yine bakınız, ABD Dışişleri İnsan Hakları raporu ve AB ilerleme raporlarına. Peki benim sıkça bu raporlara atıf yapma durumunda kalmam ne anlama geliyor? Bir de böyle bakın basın özgürlüğü meselesine isterseniz…

Meslek hayatı boyunca olduğu gibi son 1 yıl içinde basın özgürlüğünün korunması konusundaki çalışmalara katkılarınız nedeniyle kişi dalında 2010 Basın Özgürlüğü Ödülü oy çokluğuyla size verildi. TGC’den bu ödülü almış olmak sizin için ne anlam ifade ediyor? Ödülü aldığınızı duyduğunuz anda neler hissetiniz?

Doğrusu beklemiyordum, bu nedenle benim için büyük bir sürpriz oldu. Bu yıl, gazetecilikte 35’inci yılımı geride bırakıyorum. Bu açıdan meslekteki 35’inci yıldönümümü taçlandıran bir ödül oldu. Bu ödül, Türkiye’de görev yapan bir gazeteci için ulaşılabilecek en yüksek mertebe diyelim. Daha önce Sedat Simavi Ödülünü iki kez, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin haber ödülünü de yine iki kez kazanmıştım. Ancak bir haberinizden ya da yazı dizinizden dolayı ödül almakla, basın özgürlüğüne katkılarınızdan dolayı haber almak arasında biraz fark var. İkincisinin manevi hazzı kuşkusuz çok daha büyük. Bu ödülü aldığım için büyük bir mutluluk duyuyorum. Bu, beni basın özgürlüğü alanında bundan sonra daha kuvvetli bir şekilde çalışmaya, mücadele vermeye itecek. Ancak bugün basın özgürlüğünün Türkiye’de karşılaştığı ciddi sıkıntılar ve tehditler, bu ödülü almaktan duyduğum mutluluğu ciddi bir şekilde gölgeliyor. İdeal bir basın özgürlüğü ortamı, herhalde bu nedenle ödül vermenin anlamsızlaştığı, ödüllerin yalnızca basın tarihi içinde hatırlandığı bir durum olmalı. Bu açıdan bakıldığında 2010 yılında hala yerimizde sayıyoruz. Bakın Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün 2009 yılı sıralamasında Türkiye 122’ici sırada yer alıyor. 2008 yılında 102’inci sıradaymış. Ciddi bir gerileme var.

TGC’nin 2010 Basın Özgürlüğü Ödülünü “halkı bilgilendirme amacıyla yaptıkları haberler nedeniyle hapis cezası tehdidi altında olan ve cezaevinde bulunan gazeteciler adına” İrfan Aktan İsmail Saymaz ve Vedat Kurşun layık gördü. Neden çok sayıda gazeteci hapis cezası tehdidiyle karşı karşıya?

İstatistikler her açıdan vahim bir tabloya işaret ediyor. BİANET’in bu yılın ilk üç ayına ilişkin verileri 69’u gazeteci olmak üzere toplam 216 gazeteci, yazar yayıncı, karikatürist, siyasetçi ve yurttaşın ifade özgürlüğüne ilişkin iddialardan yargılandığını gösteriyor. Bir yıl önce aynı dönemde bu sayı 110’muş. Aradaki yüzde yüze yakın artış çok şey anlatıyor.

Bunun bir dizi nedeni var. Birincisi, 2004 yılında çıkartılan yeni Türk Ceza Kanunu’nun 285’inci maddesiyle getirilen düzenleme. Bu madde, yürütülmekte olan soruşturmalara gizlilik esası getiriyor ve gizliliği ihlal eden gazetecilere 2 yıla yakın hapis cezası öngörüyor. AB’ye uyum sağlıyoruz diye getirilen bir yasa, uygulamada bunun tam tersi bir sonuç doğurdu. İddianame mahkeme tarafından kabul edilene kadar hiçbir belgeyi yazmamak durumundasınız. Yani yürümekte olan bir soruşturmayı gazeteci olarak neredeyse seyretmekle yetinmeniz gerekiyor. Böyle şey olur mu? Salt Ergenekon davasında soruşturma sürecinde yazılan haberlere nedeniyle başlatılan soruşturmaların sayısı Adalet Bakanlığı’nın elindeki en son verilere göre 4139. Mesela Star Ankara Temsilcisi Şamil Tayyar’ın Ergenekon soruşturmasındaki belgeleri yazdığı için TCK 285’inci maddeden aldığı mahkumiyetlerin toplamı 50 aya yaklaşmış durumda. Her an hapse girmek durumunda kalabilir. Milliyet’ten Nedim Şener ve Vatan’dan Kemal Göktaş da Hrant Dink cinayetinde Emniyet görevlilerinin ihmallerini gün ışığına çıkartan belgeleri yazdıkları için hapis cezası talebiyle yargılanıyorlar. Şener için 12.5, Göktaş için ise 5 yıla kadar hapis cezası talep ediliyor.

Ergenekon’dan vazgeçtim, basit yolsuzluk haberlerinin bile yazılmasında güçlükler var. Örneğin Hürriyet Ankara Bürosundan Nurettin Kurt Ankara Büyükşehir Belediyesindeki yolsuzluklarla ilgili belgeleri yazdığı iki ayrı davada toplam 2 yıl 9 ay hapis cezası aldı. Yargıtay onaylarsa Nurettin’e de hapis yolu görünecek. Eskiden basında bu tür mahkumiyetlerle daha çok siyasi haberler ya da Kürt sorununa ilişkin yazılar dolayısıyla karşılaşılırdı. Bugünün farkı şu: artık her muhabir, her gazeteci için tehlike var.

Bir diğer sorunlu alan da Terörle Mücadele Yasası. Bu yasanın bazı hükümleri İrfan Aktan ve Vedat Kurşun örneklerinde olduğu gibi gazetecilerin terör propagandası suçlamasından kolaylıkla hapis cezasına çarptırılmalarına yol açabiliyor. Terör örgütünün bir temsilcisinin sözlerine atıf yapmanız bile mahkum olmanız için yeterli olabiliyor.

Peki bu tabloyu düzeltmek için ne yapılabilir?

Bence burada atılabilecek önemli bir adım var. Öncelikle gazetecilerin maruz kaldıkları soruşturmalar, muhatap oldukları yargılama süreçleri ve aldıkları mahkumiyet kararlarının tam bir envanterinin çıkartılması gerekiyor. Adalet Bakanlığı’na bu konuda büyük bir görev düşüyor. Bu envanter çıkartılırsa, aynı zamanda Türkiye’deki yasal çerçevede gazeteciler açısından sorun yaratan sıkıntılı alanların da röntgeni çekilmiş olacak. Ardından mevzuatın bütün bu sorunlu yönlerinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadıyla uyumlu hale getirilmesi gerekiyor. Bugünkü tablo, AB’ye tam üyeliğinin gereklerine de ters düşüyor. Bir şekilde önlem alınmazsa AB ile müzakere sürecinde ciddi sıkıntıya yol açacak, Türkiye’nin başını ağrıtacak bir durumla karşılaşmak üzereyiz. Kanımca çok önemli bir adım daha atılması gerekiyor: gazetecilere, muhabirlere yazdıkları haberler, yaptıkları yorumlar nedeniyle özgürlüğü kısıtlayan cezalar verilmesi uygulamasına son verilmesi şart. Hükümet demokratlık iddiasında samimi ise hemen bu konuda bir yasa değişikliğine gidebilir.

Aldığınız ödülün Türkiye’de ifade özgürlüğünün gelişmesine katkı sağlayacağını düşünüyor musunuz?

Bu ödülün Türkiye’de ifade özgürlüğünün gelişmesine katkı sağlayacağını ümit ederim. En azından beni bu alanda daha çok çalışmaya sevk edecek. Böyle bir ödüle layık görülürseniz, aldıktan sonra bunun gerektirdiği sorumluluğun da gereğini yerine getirmeniz gerekir.

Ödüllünüzü, sansürün ilk kez kaldırılışının yıldönümü olan 24 Temmuz Gazeteciler Günü'nde alacak olmanız konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Bu konuda hiç iyimser değilim. Sansürün kaldırılışının üzerinden tam 102 yıl geçmiş. Ama bir asırdan uzun bir süre geçmiş olsa da sansür farklı biçimlerde hüküm sürmeye, farklı kimliklerle karşımıza çıkmaya devam ediyor. Sansür, çok kolay kimlik değiştirebiliyor, hatta kendisini kolaylıkla görünmez de kılabiliyor. Sansürün en tehlikeli versiyonu, işte görünmeyen, parmak izi bırakmayan ama pekala açık sansür kadar etkili olabilen bu yeni şekli. Bunun için kapalı kapıların ardında devreye giren, görünmeyen ince yöntemler kullanılıyor. Ben, bunu post modern sansür olarak nitelendiriyorum.

35 yıl içinde bir gazeteci olarak en çok sıkıntı yaşadığınız dönem hangisiydi.

Tabii ki, 12 Eylül askeri rejim dönemi. 12 Eylül’den sonra sıralamada ikinciliği bugünkü iktidar dönemine veririm. Milliyet gazetesinin beşinci katındaki bir odada iki vergi müfettişi tarafından sorgulanmamı unutmayacağım. Hükümetin bana yaşattığı tecrübe budur. Günün birinde bu dönemin tarihi de elbette yazılacak. O zaman gerçek daha iyi algılanacak, muhtelif aktörlerin performansları da dahil olmak üzere her şey yerli yerine oturacak. Gerçeğin, biliyorsunuz, eninde sonunda muhakkak ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu var.

Sizce yargılamalar dışında basın özgürlüğüyle ilgili başka sorunla alanlar neler?

Basın özgürlüğünün yanlış kullanılmasıyla ilgili pek çok sıkıntılı durum var Türk basınında. Buradaki sorunlu alanlardan biri nefret suçları. Bir kimsenin aidiyetinden dolayı hedef alınması, aşağılanması, hakarete uğraması diye tanımlayabiliriz nefret suçlarını. Aidiyet dediğiniz zaman etnik, dinsel, cinsel her türlü kimliğin saldırıya uğraması nefret suçunu oluşturuyor. Bir kişinin aidiyetiyle birlikte eleştirildiği bir haberde, görünüşte bir kişi hedef alınsa bile, aidiyeti de konu edildiğinden o aidiyete bağlı olan herkes kendisini mağdur hissediyor. Türk basınında bu konuda ciddi bir farkındalığın yaratılması gerekiyor. Açık Toplum Enstitüsü’nün bu yıl yaptırdığı çalışma çok önemliydi ve bunun Türk basında çok genel, yaygın bir sorun olduğunu ortaya koydu. Basının bütün kademelerinde çalışan herkesin bu kavramın bilinci içinde hareket etmesi gerekiyor. Gazeteyi hazırlarken, haberde kullandığımız ifadelerden, attığımız başlığa kadar kimseyi kimliğinden, aidiyetinden dolayı mağdur etmeyeceğimiz, onlarda mağduriyet algısı yaratmayacağımız bir dil kullanmamız gerekiyor. Keza, hiçbir şekilde şiddeti, saldırıyı, fiziki güç kullanımını meşru, haklı gösteren bir dilin de basında onay görmemesi gerekir.

Basında olumlu gördüğünüz yönelişler yok mu?

Olumlu yönelişler de var. Bunların başında özellikle AB’ye tam üyelik süreci ile birlikte basında hiçbir tabu olarak görülen konuların çok önemli bir bölümünün tabu olmaktan çıkması ve açıkça tartışılır, eleştirilebilir hale gelmesi geliyor. Kürt sorununun, Alevi sorununun artık açık bir şekilde tartışılabilmesi basın özgürlüğünün kat ettiği mesafeyi gösteriyor. Çok değil, 1990’lı yılların başına geldiğimizde Türk basınında Kürt sözcüğü bile telaffuz edilemiyordu. Ayrıca, gerçek bir demokraside hiçbir kurumun eleştiriden bağışıklığı olmaması gerekir. Bu açıdan son dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri’yle ilgili konuların daha özgür bir şekilde konuşulabilmesi, eleştirilebilmesi basın özgürlüğünün ilerleme gösterdiği bir alan. Bunların önemi azımsanmamalı. Ancak hükümetin eleştiri karşısındaki tahammülsüzlüğü ve basın özgürlüğünü sınırlayan uygulamaları bu alanlardaki bütün gelişmeleri gölgeliyor. Bir demokrasi için yaman bir çelişki değil mi, asker eleştirilebilir bir konuma gelirken, hükümet eleştiri dışı konuma geçiyor…

Dışarıdan bakıldığında müzisyen yanı da olan Sedat Ergin kendi nasıl tanımlıyor?

Amatörce de olsa müziğin içinde olmanın hoş tarafı, özellikle doğaçlama çalarken mutlak bir özgürlük alanı içinde olmanız. Amatör müzisyen Sedat Ergin, gazeteci Sedat Ergin’e kıyasla kendisini çok daha özgür hissediyor.

Sabine ERKUŞ / TGC